Sururi ve kaliteli sucuk. ya da kulak göz ve boğaz.

Hint asıllı yazar, Orhan Pamuk’un sevgilisi Kiran Desai’nin The Inheritance of Loss‘unda, para biriktirmek üzere Amerika’da kaçak çalışan bir Hintli karakter vardır. En ucuzundan aldığı pilavı yerken, pirincin Hindistan’ın en pahalı pirinci olduğunu görüp, “şu feleğin işine bak”ımsı bir şeyler düşünür: neticede Hindistan’ın en zenginlerinin yiyebildiği işbu pirince, Amerika’nın en fakirleri bile burun kıvırabilmektedirler.

Pipo içerken, pipoyu içerdim. Bir pipoyu içtikten sonra en az 2 gün dinlendiren, aralarda düzenli olarak bakımını yapan bir insan olamadım hiç. Ha bunun sonucunda kaç pipoyu haşat ettim, dumandan çok kurum çektim orası ayrı ama pipoyu pipo içmek için içtim. Şimdi bana piposever bir arkadaş diyecek ki “ah bir bilsen neler kaçırdın o bakımı yapmamakla, bilmemne tütününü denememiş olmakla, bak ben sana hazırlayayım kendi en seçkin bilmemne ağacından yapılma pipom ve dahi bilmem nereden gelme tütünümle, bir bak, bir daha başka bir şey içemeyeceksin…”, ben de ona diyeceğim ki “pipoyu bırakalı yıllar oldu ama içiyor olsam bile teklifini kabul etmezdim sanırım çünkü: 1. Farkı anlamayacağım, böyle bir hassasiyet ayarım yok; ve 2. Bana samimiyetle iyilik yapıyor olduğuna inansam bile yine de artistlik yapma, sinir olurum (ülen) gibi bir şey. Sonuçta, detaylara girmek gerekirse, o yıllardaki tercihim Captain Black Gold idi ama kaçak tütün piyasası sağolsun, küflü tütünden üzerine en adi viski dökülmüş ucuz tütünlere kadar geniş bir yelpazede patlaklık skalamı geliştirmişliğim vardır. Bu dediğim uç örnekleri tüket(e)memiş olsam da, yine de çıtayı hayli aşağılara çekmiş bir durumda idim.

Ekin anlatmıştı: onların bir arkadaşı gazoz konusunda uzman olduğunu söyleyip dururmuş, en sevdiği gazoz da -diyelim ki- Sprite olsun (bir aralar ben de kolanın kutudan mı ya da (tabii ki yeni açılmış) şişeden mi konduğunu anlayabildiğimi düşünürdüm mesela), işte bir gün bunlar da bıkmışlar, “haydi,” demişler, “seni bir test edelim: bak bu bardaklardan birindeki sprite, diğerindeki 7up” (ki onların örneğinde ikisi de birbirine yakın tatlar içeren ve şimdi hatırlayamadığım markalardı). Kızcağız bir ondan bir bundan birer yudum almış, düşünmüş taşınmış ve birini gösterip, “sprite işte bu” deyince ona müjdeli haberi vermişler: ikisi de aslında uludağ imiş.

Hep şükrederim: kendimi bildim bileli, hiç de öyle rafine bir zevkim olmadı, pek çok zevkim olsa da. Çay tiryakisi olmama rağmen (günde en az 1.5 litre çay içmekteyim), gerek Lipton (Hollanda’da), gerekse Twinnings (İspanya’da) uzunca bir zamandır her işime koşuyorlar. Hollanda’da yarı-artistik birkaç çay dükkanı vardı Simon Levelt diye, oradan oraya özgü “Delftse Blauw” alırdık, Earl Grey alırdık, bir de bir keresinde beyaz çay almıştım Gökhan’ın tavsiyesiyle ama İspanyalılar çay diye bir şeyi bilmediklerinden, buradaki hepi topu iki adet çay dükkanına girdiğinizde -hele de The Tea Shop’a- aman Allahım! sanırsınız ki İngiltere’den bizzat kral ve kraliçe gelmişler, tezgahtar önlüklerini üstlerine geçirmişler, lütufta bulunuyorlar. Bizim Türkiye’de bir “kaçak çay”ımız vardı, bir de Çay-Kur’un Rize çayı (sonradan bir de tomurcuk’un earl grey’i çıkmış idi), alemin kralından çok çay keyfi yapardık, kime bu artistlik be bezirgan? (Bezirganın ne demek olduğunu bu cümleyi okurkene bilen var mıdır bu arada? Ben değil (“not me” özentiliği – kimin amerikan ingriş özentiliği ve iki baş parmağı var? 8P) ).

Geçen hafta misafirliklerine gittiğim iki profesör de çay tiryakisi idiler. Her biri abartacak olursam benim maaşıma denk çeşit çeşit poşetlerde çeşit çeşit çaylar vardı, her çay pakedinin üzerinde Hindistan’ın hangi bölgesinden geldiği, kaçıncı flush (artık her ne demekse) olduğu ve annesinin kızlık soyadı bilgileri yer alıyordu. STGFOP filan neymiş, ilk onlardan öğrendim (aman hemen gidip bakın wiki‘den, siz de eksik kalmayın, ben satoriye ulaştım sanki öğrenince!). O kadar rafine, o kadar süper çayları içtim de ne oldu? Hiç. Akşam pansiyona döndüğümde keyifle salladım Twinnings Earl Grey’leri, üç mum yaktım, seyrine baktım.

Müzik deseniz, onda da durum çok farklı değil, gururla kulaklarımın 64kbps olduğunu söylerim. Öyle işte, anlamıyorum, bana yetiyor. hi-fi’ci arkadaşların yanında gaza geldim mi, gelmedim ama farkı biraz anlar gibi oldum ama o kadar. Görüntü deseniz, 600×300 küsür(ish), 15″ laptop’ın monitorü hiç sorun çıkarmıyor. Bir süredir (televizyon aldığımızdan beridir 8) televizyona gönderip (32″) oradan izlesek de, 720p olayına girmiyorum. Bir keresinde, (22 dakikalık standard) bir dizinin (Modern Family) standard çözünürlükte (175MB yapacak şekilde olan) bir bölümünü bulamamıştım da, mecburen 500 küsür MB’lık yüksek çözünürlükteki halini indirmek durumunda kalmıştım. Bengü’yle bakmış bakmış bakmıştık, bir fark görememiştik (“o derece”). E ben bunu sonuçta birtakım arkadaşlar (OBM) gibi projektörle seyretmeyeceğim arkadaşım, hem öyle olsa ne olacak? Ya, bir keresinde Raising Hope’un 1 GB boyunda bir versiyonunu gördüm — kim ne yapar o diziyi o çözünürlükte? Yapımcısı Greg Garcia görse, bilse hüznünden ağlardı herhalde, açık söylüyorum… Fotoğrafta da öyle: Barış geçen yılbaşı Ece’nin bir resmini çekmişti, geçen gün bakarken fark ettik, resmin arka planında (ve epey arkada) kitaplık da çıkmış – 1:1 oranında bakınca, 1 santimden az kalınlığa sahip kitabın sırtını okuyabiliyorsunuz, ya bu kadar da olmaz ki arkadaşım…

Youtube’den müzik dinleyebiliyorum, herhangi bir süpermarketten çay ve tabloların röprodüksiyonlarından (internet baskısı) da keyif alabiliyorum. Buyum ben!(*)

Aslında bütün bunları yazmaya iten, dürten asıl olay, uçağın kataloğunda gördüğüm şu ürün oldu:

Bu bir kurşun kalem ve 395 dolar! Tamam, kronik mülkiyet düşmanlığım vardır, her zaman oldu, ama bu onu bile aşıyor… Bu kalemi alanları bir şey yapmalı…. ama nasıl bir şey, öyle böyle değil! Bunu yazarken, bir de şu kilosu 1000 dolardan başlayan çikolatalar geldi aklıma, baktım internetten, işte Noka, Knipschildt, Delafee filan. Ayıp şeyler yazacaktım, yazmadım. Sokrates’la konuşuyorduk geçen gün, “Soki,” dedim, “bizim Devlete böyle kalemlerle çikolataları alan zenginleri yakalayıp getirelim, önlerine bir pahalısını, bir de normalini koyalım, pahalısını bulamazlarsa da eşek Kudüs’ten gelinceye kadar kalın damarlı odun sopayla dövelim…” Sokrates güldü, “hakkın var Emre,” dedi, “yalnız, Ekinlerin yaptığı gibi yapıp, bütün seçenekleri normal mallardan toparlayalım…” çok güldük hakikaten o gün… Orijinaliyle kopyasını ayırt edemeyen adama kopyasını vermek mübah olmalı. Roald Dahl’ın galiba böyle bir hikayesi vardı, sonradan görme adam hayat tarzını değiştirmek için çok bilmiş uşak tutuyor, uşak da ona pahalı şaraplar aldırıyor, sonunda da ahçıyla evleniyordu (bilenler hatırladı, bilmeyenlere de spoiler olmadı).

—————————————————————————
(*)Yalan adam hamişi: Eh, bir yere kadar zira kokkola yoksa pepsi içmem, puroların kötüsünü içebilsem de (ki gençliğim güzel marmara’nın puro karşılığı olan “Marmara” ile geçti) içmem, burun kıvırırım (sentetik tütüne sarılmışları es geçerim mesela ama kuruluğa o kadar fit olmam, neticede onların direkt çarpacağını bilirim mesela).

“Sururi ve kaliteli sucuk. ya da kulak göz ve boğaz.” için 12 yorum

  1. pffft — Aklıma Black Books geldi, hani Manny yanlışlıkla eşsiz şarabını içtikleri adama kalem hediye edelim deyince,

    “If you’re gonna give the guy pencils for drinking his wine, you’re talking about, you know, magic pencils. You draw a cow, the cow comes to life – those kind of pencils!”

    der ya. Bir kaleme bu fiyatın çekilmesi için harbiden öyle bişiler yapması lazım.

  2. ve sonra NX de var tabuu — Shelly Maurice’in sarabini mahveder, Eve yardim eder, “mutfak dolabinda bulunabilecek malzemelerden” (bkz. anarchist’s cookbook 8P) Maurice yutar.

    Kalem konusunda: o bile kurtarmaz (adama diyorlar ki, profesor, zaman makinesi icin verdiginiz sure doldu, o da sorun degil.. diye cevap veriyordu, iste belki ancak o). Grapes of wrath’teki su sahneyi (prostitute robot) ise daha dun bir arkadasa yaptim sizden sevdicegim olmasin…

  3. Prenses ve Bezelye Tanesi — Başlıktaki masaldan esinlenerek, bizim evde yaşayan birine “pirenses” derim bir sürü konuda. Ama hakikaten bezelyeyi buluyor adam yahu… 🙂

  4. twinings — twinings’in twinings seklinde yazildigini ve twine’dan geldigini biliyor muydunuz? ben de yeni ogrendim, 2 hafta anca olmustur.

    earl grey yaninda portakalli yesil cayi da pek guzel. bi tane sallayayim da iceyim hatta.

  5. Oh la la! Adımı mı duydum yoksa? — (pop) (OBMinator bitme sesi)

    Şimdi birkaç olayı açıklığa kavuşturalım.

    Laptopunun ekranın çözünürlüğü nedir? Yani 1280×1024 ekranda 1920×1080 pixel çözünürlüğünde bir filmi izleyip çözünürlüğün bariz daha iyi olduğunu iddia eden birisi şüphesiz “Marketing maduru zombi” lakabını hak etmiştir (ki bir de altın kaplama hdmi kablo olayı var ki dünyadan umudumun tükenmesine sebeptir).

    Zaten 15″ ekranda o kadar çözünürlük ne işe yarar ayrı bir tartışma meselesi, ama ekran boyutu ne bileyim 50″ olursa 640×480 pixelde mesela her bir pixel leblebi boyutuna ulaşacağından ya 50″ ekranı 10″ e küçültene kadar uzaklaşacaksın, ya da hayal gücünü körükleyeceksin (öhm, cine 5 gençliğiyiz, alışığız)

    Projektör biraz farklı mesele. Benimki natif olarak 1024×768 mesela, ama optik aranjman neticesi bende ekranı büyüttükçe pixeller büyümüyor ekranın aydınlığı azalıyor. Dolayısıyla ben de en fazla 720p’nin farkını az biraz, o da bazen seçebiliyorum, yoksa DVD kalitesinin üstünü hiç aramıyorum.

    Müzik kalitesi de aynı mesele. Yani, laptop hoperlörlerini falan unut. Eğer hoperlörün tepki fonksiyonu yeterli değilse 192 kbpslere falan hiç gerek yok. Zaten mp3 olayında kalite ya çoook süper kulaklıklarda ama en çok sesi epeeeey açınca belli oluyor. Bir parti ortamında tanıdık bir şarkıyı kötü kalitede yüksek sesle çalmak hiiç yapmak isteyeceğin bir şey değil, emin ol.

    Fotoğraf olayına gelince.

    Ne oldu bebeğim, gücüne mi gitti? 🙂

    (onun da var sebepleri, ve sandığın gibi sadece HiFi falan değil: Merak ediyorsan google’dan elbet öğrenirsim, ben niye kasıyorum ki?)

  6. (pop) OBM yine biter — Bir de bir ara sırf tezgahtar kız yüzünden çay çay diye bütçeyi batırdık. Hala evde capondu çindi çay bitirmeye çalışıyorum, yoksa iş yerimdeki masamda paşalar gibi Twinnings Earl Grey’im beni bekliyor. (Al bakalım buradan yak, gidip bir tiki çay alasım geldi şimdi).

    (hop)

  7. Bezelye tanesi… — Sakınan göze çöp batar kraliçem. Pek çok kereler bir şeyler atıştırmak için arkadaşlarımı götürdüğüm yerlere arkadaşlarımın gitmek istemediğini gördüm. Bir de, Ankara’da iken Esat’ta Turtles pizza vardı, 1 metre çapında hayli de ekonomik pizzalar yapardı, biz de telefonla istetir (sadece evlere servis yaparlardı), yerdik. Sonra bir gün Ulaş “abi ben orayı gördüm, pek temiz bir yere benzemiyor gibi..” dediydi de, anında telefon numarasının olduğu kağıdı yemek suretiyle yok etmiş idim… 8) Yine de Ulaş’ın Öveçler’deki evime dair “görmüş olduğum en dağınık ev” şeklinde yaptığı gözlem halen göğsümü kabartır zira Ulaş’ı ve Tunalı’daki evinin bira şişelerini bilen bilir (ben bilirim, ben bilirim). Dünya hijyeni ve düzeni, biliyor mudur acaba Bengü’ye neler borçlu olduğunu? 8)

  8. Twine ING — Hobaa disket! Bilmiyordum, hakikaten sürpriz oldu. Akşam Bengü’den de blogu okumadan yazmasını istedim, o da twinnings yazdı, bak, OBM de öyle yazmış. Vay be!

    Bu arada, benim hazine olarak sakladığım bir boş basılmış Twinings poşetim var, kağıt kısmı tamam, güzelce birleştirilmiş, ama içinde çay pakedi yok. Bir gün onu açık artırmada satacağım, o parayla da çay fabrikası kuracağım, lay lay loy..

    Yeşil çayını pek denememiştik, dubi deneyelim… Bir de havaalanlarında satılanlarla markette satılanlar (sallama olanlardan değil de, demleme olanlardan bahsediyorum), tat olarak hakikaten çok fark ediyorlar. (Bir de İngilizler Lipton diye bir şey bilmiyorlar, Twinings’i biliyorlar çay deyu ama onun da breakfast’ına süt karıştırmak suretiyle tüketiyorlar genelde).

    Benim anneannem (Erzincanlı) kıtlama içerdi çayı. Ece bunu öğrendi de, bonbon şekerle becerdi öyle içmeyi, gurur duydum. 8)

  9. OBM, buraya bak – buraya, buraya — sana cevaplar hazırladım ama sonra. spekulasların gücü adına! 8)

  10. Dünya hijyeni demişken — Beni de tam tersi, İtalya’da arkadaşlarım “evin aşırı temiz senin ya” diye uyarmışlardı. Uzun süre anlamadım, sonra kafama dank etti.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir