Kütüphane..

Bundan 1 ay kadar önce, kütüphaneden kitap istediğimi belirtmiştim. Geçen hafta aşağıda alıntılayacağım mail’i aldım. ODTÜ’yü gerçekten seviyorum, medeni ve özünde iyilik var – bunu 6 senedir gözlüyorum, karşıma sıklıkla beni şaşırtan incelikler çıkıyor. İnsan hele de diğer üniversitelere bakınca bunu çok daha iyi anlıyor. Ay amma partizan bir mesaj oldu bu. Neyse, ODTÜ’ye can kurban.. 8)

Sn. Tasci,

kutuphaneye alinmasini istediginiz kitaplara iliskin siparis
bilgileri, ekte yer almaktadir.
Bilginize sunarim.
Saygilarimla.

Cevat Güven
ODTU Kütüphanesi


Yeni hazirlanan siparis listesine eklenmistir. The Extra Man Jonathan Ames Scribner 0671015583
Yeni hazirlanan siparis listesine eklenmistir. The Wind-Up Bird Chronicle: A Novel Haruki Murakami Vintage 0679775439
Yeni hazirlanan siparis listesine eklenmistir. Dance Dance Dance Haruki Murakami Vintage 0679753796
Yeni hazirlanan siparis listesine eklenmistir. Norwegian Wood Haruki Murakami Vintage 0375704027

Görünen o ki, istediklerimden bir Hard-Boiled Wonderland‘i listeye eklememişler — acaba Bilkent’te olduğu için mi? Zannetmem ama olabilir de. Beni en sevindiren ise Wind-Up Bird Chronicle‘ın da geliyor oluşu; Bengü’nün okumasını çok istiyorum. Tesadüf bu ya, bugün Yasemin’den (Yazgan) bir mail aldım: buradalarken, WUBC’ı okuyordum ama bir türlü romana giremiyor ve epey sıkılıyordum. -Blog girişlerimden takip edebileceğiniz üzere- Murakami’yi önce yerin dibine batırıp, ardındansa müptelası olup çıkmıştım. Yasemin’le konuşurken, ona tavsiye etmiştim, o da kitabı okumuş, ilişkiler yumağı, tesadüfler, aklına Paul Auster’ı getirmiş. Efe’yle ona da hala yazamadık bir şey, tembel Taşcılar… 8(

Günlerin Köpüğü…

Gene araya epey bir zaman sokmayı başarmışım -arada Turan’ın doğumgünü de kaynamış 8(-. Bu geçen zamanda tatile gittik, tatilden geldik, okula ısınmaya çalışıyorum, simülasyon neticeleri hala makale olmayı bekliyor, yolumu gözlüyor.

Tatilde Side’deydik, Eda’nın tavsiyesi ile Doğan Otel‘e gittik, hayli de memnun kaldık – yalnız çocuğu olmayanlara pek tavsiye edemeyeceğim, çünkü ortam sözlük anlamıyla “ana-baba günü” idi. Ece Hanım - Deniz SefasıNasıl olduğunu kestiremediğim bir evrim sonucu, Doğan Otel bebekli ailelerin kesişme noktası olmuş. Ben, Bengü, Ece Hanım, Eda, Eda’nın arkadaşı Defne ve Defne’nin şirin mi şirin kızı Cansu gittik, ikinci gün, Eda ve Defne’nin arkadaşı Eylem ve Eylem’in oğlu enerji deposu Alp de bize katıldı. Eda, Ece’nin doktoru aynı zamanda, Defne ve Eylem de doktor olunca, tamamıyla doktor gözetiminde bir tatil yaptık. 8)

Bengü ile beni en çok yol kaygılandırıyordu. Kolay değil, otobüsle 10 saat yol, bir de kızın damarı tutarsa bütün otobüs ahalisinin hayır duasını almamız işten değildi ama çok şükür, kızım giderken de gelirken de çok uslu idi. Hatta otobüs Ankara’ya geldiğinde inenler kızı görünce “A! Bebek varmış!” şeklinde şaşkınlıklarını gizleyemediler.. Ece Hanım da ilk deniz sefasını yapmış oldu böylelikle.

Ian M. Banks - Consider PhlebasTatilde değil de, özellikle yolda giderken ve gelirken bir türlü bitmek bilmeyen Murakami’nin Dance Dance Dance‘ini okudum ama bitirmek dönüşe nasip oldu. Yanımda bir de Bilkent Kütüphane’ye kitapları iadeye götürdüğümde çıkarmış olduğum Raymond Carver’ın Will you please be quiet, please?‘i vardı, ondaki hikayeleri de yarıladım. Murakami bittikten sonra uzunca bir süredir başlamak istediğim Ian M. Banks’in Culture serisine geçiş yaptım. Şu sıralar Consider Phlebas‘ı okumalardayım, yarıladım sayılır — Hedefim üçüncü kitap Use of Weapons.

Gidişat..

Geçen gün Eki’nin bloguna bakıyordum da, en son blogu 18 Ağustos’ta girmiş, bir türlü yeni bir şey yazmıyor, ona kızdım ben de. Sonrasında kendi blogumdaki en son girişin 11 Ağustos olduğunu görünce de dumur oldum. Bu sebepten ötürü, hal-i pür melalimizi anlatan bir giriş yapmak boynumun borcu.

Haruki Murakami - Dance Dance DanceSon girişten bu yana geçen 20 günde çok kitap okumadım. Salinger’ın Franny and Zooey‘ini tekrardan bitirdim (ama bu sefer İngilizce’sini), şimdi de Murakami’nin Dance Dance Dance‘ini okumaktayım ama beklediğim kadar beni sarmadı – hele de Wild Sheep Chase‘in devamı olduğunu göz önüne alırsanız. Belki de Murakami zehirlenmesine uğramışımdır, kim bilir.. Sanırım bu kitaptan sonra Murakami okumalarıma ara verip, Ian M. Banks beyefendinin Culture serisine başlayacağım. Vaktiyle önce Emir, ardından Bera özellikle de Use of Weapons’ı öve öve bitirememişlerdi, göreceğiz..

Owen-Cesim-Turan-Serkan Tömbeki, 21 Ağustos 2006
Geçen son 20 günün en güzel olaylarından biri şüphesiz ki sevgili arkadaşım, muhterem müstakbel yabancı damadımız Owen’ın Türkiye’de bulunuşuydu. Owen, Hülya Teyze’nin kızı Elif’in boy-friend’i ve kendisiyle geçen sene tanışmış idik. Hatta Murakami’yi bana ilk öğütleyen de odur. Owen’la tanışmamızdan çok kısa bir süre sonra kırk yıllık dostlar gibiydik – zevklerimiz ve beğenilerimiz birbirine çok yakın olduğundan, saatlerce hoşumuza giden şeyler hakkında diğerini sıkmadan konuşabiliyoruz. Hem bu gelişinde Tömbeki’de toplanıp, bol bol dumanlandık da (kaldı ki, cuma günü gerçekleştirdiğimiz son Tömbeki seferinden eve ağrılarla örülmüş bir kafayla gelişimden sonradır ki, nargileye de tövbe etmiş durumdayım).

Ece - NYCuma günü annem geldi İstanbul’dan, bugün de Arabistan’dan kayınbiraderim Utku gelecek – eğer haftasonunda da birileri bir sürpriz yapar ise tam bir aile kaynaşması olacak! 8) Ece Hanım’ın sağlığı çok şükür yerinde, sıcaklardan biraz -epey- bunalsa da, bir yaramazlık durumu yok. Biraz(!) da şişmanladı. Son topaç halinden bir resim sunayım sizlere – hanımefendinin üzerindeki tulum, tahmin edeceğiniz üzere, taa New York’lardan geldi, Yasemin Hala’sının hediyesi. Üzerinde “Somebody in New York loves me” yazsa da, Owen’ın da şehre dönüşüyle beraber bu somebody’lerin sayısı iki olacak. 8)

fkk!

Elde değil, ne zaman Glass’lardan bahsetsem [[fkk]] geliyor aklıma! Bir haftadır fkk’ya şöyle oylumlu bir mektup (snail-mail, that is) yazasım var. Fark ettim ki kendisi Wild Sheep Chase’in Rat’inin ta kendisi.

…In general, listeners were divided into two, curiously restive camps: those who held that the Glasses were a bunch of insufferably ‘superior’ little bastards that should have been drowned or gassed at birth, and those who held that they were bona-fide underage wits and savants, of an uncommon, if unenviable, order.

J.D. Salinger, “Zooey”

çalar saat

…o da demiş ki “E Beyefendi, çalar saat koymayacaktım da ya ne koyacaktım!”

Geçen gün yazacağız dedik, kaçış yok, yazacağız. Başlıkları tekrar alıp, bunların hepsini bir paragrafta kullanalım bakalım:

Türev, African Queen, aptal GO (Georges Perec niye böyle bir şey yapmış ki hem?), aptal Cryptonomicon (ve tabii ki gerizekalı Neal Stephenson)

Geçtiğimiz haftasonu Bengü’yle African Queen‘i ve Türev‘i seyrettik. Audrey Hepburn’ü severim, Catherine Hepburn’ü pek tanımam (öyle -merhaba -merhaba..) ama tipinden midir nedir, pek sevmem, itici bulurum, Humphrey Bogart’ı severim tabii ki, babadır (az evvel youtube’den izlemekte olduğum Burzum‘u kapatıp, winamp’te Imogen Heap’ciğimi başlattım. Alakasız ama söylemeden edemedim işte 8). African Queen, tam da hiç beklemediğiniz şekilde olduğu için çarpıveriyor sizi. “Dear, what’s your name?..” filan.. Eskilerin tabiriyle keyifli bir seyirlikti efendim… Geçen akşam da (Pazar), Türev’i izledik meraktan. Acaip öğrenci işi başladı, konu acaip bilindik, yeni hiçbir şey yok derken, iki tane twist atıverdi Ulaş İnan İnanç, ters köşeye yatmasak da, yine böyle bir aparkat (uppercut) beklemediğimizden, takdir ettik. Ayrıca, Beste Bereket (fena halde Özgğ Namal’ı hatırlatıyor 8P )hakikaten konuşturuyordu filmde, Bengü’yle ben kendisine aldığı ödülü helal ettik, içi rahat olsun. Süreyya rolündeki Gülçin Şantırcıoğlu ne kadar da Ceyda Düvenci’ye benziyordu, değil mi! Nazım rolündeki Güçlü Yalçıner’i ise nereden gözümüz ısırıyor diye düşünmelerdeyken, Bengü hatırlayıverdi: Küçük kızlı öpücüklü Arko reklamı! Yani biz öyle zannediyoruz. Hazırından şuraya videoyu kondurayım da, youtube testimizi de yapmış olalım (object-param-embed tag’lerine izni bugün açtım da, inşallah sakata gelmiyoruzdur..):

Şimdi kalan başlıklara baktım. “Aptal GO, aptal Cryptonomicon ve tabii ki gerizekalı Neal Stephenson” demişiz, açasım yok ama biraz kapağı kaldırayım, elbet bir gün daha detaylı söylerim.

Go, kendi halinde kalmayı başarabilse, zerre kadar tınmayacağım bir oyun. Ama şimdiye kadar Go oynayıp da normal olan bir Allahın kulunu tanımadım. Allahım, niyeyse hepsi Zen’in taa ucuna gitmiş, tantrik sekse çok yakın (dirsek temasında) duran, aşmış, uçmuş, yemiş bitirmiş insanlar oluveriyor. Aaa, tabii canım, ben de biliyorum “Go’nun hayatın ta kendisi olduğunu, her Go oyuncusunun les unique bir stili olmak zorunda olduğunu..” Bunlar kendi aralarında böyle bir komite olsalar, kendi naturel habitatları içerisinde üreyip türeyip gitseler diyeceğim hiçbir şey olmaz, olamaz. Ama illa ki satranca giydirmiyorlar mı, işte o noktada softball sopamı alıp kafacıklarını kırasım geliyor. Ben çok mu seviyorum satrancı? Hayır. Çok mu iyi oynuyorum? Hayır again. Ama sataşılmasına illet oluyorum. Bu tipleri bir de Linux dünyasında bulabilirsiniz. Yahu, Linux iyidir, felsefesi güzeldir, şudur budur ama ben kullanırım, kullanmam, sana ne? Sen Linux’u anti-Windows diye mi kullanıyorsun? Ben şahsen Windows’u anti-Linux olduğu için kullanan kimseyi tanımıyorum (bir ara bu yolda emin adımlarla ilerlesem de artık yaşlandım). Adamların amacı dünyayı kurtarmak! Bırak dağınık kalsın. Linux yükselecek, Windows sülükleri ezilecek! Bu mudur engin hayalgücün? Senden gelecek Linux benden uzak olsun.. 8) Demek istediğimi anlatabilmişimdir sanırım. Löker geçenlerde tam da bu minvalde güzel bir yazı yazmıştı, isteyen buradan buyursun okusun.

Bu sorunlar nereden geldi aklıma? Önce Türev’deki Tuğra Kaftancıoğlu tam da bu tipteki eski bir tanıdığımı hatırlattı bana, ardından Murakami’nin Hard-Boiled Wonderland’inde şifreleme mantığı, pulp neuromancy filan pek de zügel anlatılınca aklıma Neal Stephenson’ın bütün iyi niyetimle üç kere okumaya teşebbüs edip de, bir türlü ilerleyemeyip sıkıntıdan bırakadurduğum kitabı Cryptonomicon geldi. Diyeceğim şudur ki: -özellikle siz sevgili bayanlar- yanınıza böyle birileri gelip yok Go şöyledir, böyledir, efenim işte bilgisayarlar aslında bizim yansımalarımızın bir odaktan süzülüp bambaşka bir paralel evrende oluşturulan tözümüzdür diye ötmeye başlarsa bilin ki bu kişiler yalnızdırlar ve tek düşünceleri sizinle intercourse haline geçebilmektir. (intercourse hakikaten de hayvani bir deyiş. Dikkatimi ilk Murakami çekti[We returned to the hotel and had intercourse. I like that word intercourse. It poses only a limited range of possibilities], WSC’de olması lazım – WSC’yi de dün akşam bitirdim, şimdi Murakami’ye 2-3 kitaplık bir ara verdim, Franny and Zooey‘i 10 yılın ardından tekrar okumalardayım- dün de tesadüf eser Scrubs’ta Eliot Sean’a kullanıyordu bu sözcüğü ve bu anlamda [1×21 :: My Sacrificial Clam -We cannot have intercourse tonight. – Stop calling it that. 8)

Georges Perec’e gelince, ona da İncelikli Go Sanatını Keşfetmeye Çağıran Küçük Kitap (Jacques Roubaud / Pierre Lusson / George Perec)’tan ötürü giydirecektim ama kıyamadım. Bir dahaki sefere affetmem lakin, bu da böyle biline!

Hamiş: Acaba ben de Hande gibi Grumpy Old Woman kategorisi mi yapsam? 8P