even the losers get lucky sometimes / ya da Gabba Gabba Hey!

STDün eski CD’lerin içinden Tom Petty & the Heartbreakers çıktı da, kendimi dostların arasında buldum. Tom Petty, Ramones ile birlikte, kaybedenlerin ("Losers"ın Türkçe mealini "Kaybedenler" diye yazınca, terimin orijinalinden bağımsız olarak, misal Sincerely, L. Cohen’in "Görkemli Kaybedenler"i (Beautiful Losers) gibi aslında hiç içerilmeyen matahlık, iyi bir şeylik payesi veriyor gibi hissediyorum. O yüzden müsadenizle günümüz ("dünümüz?" zira 20 sene kadar oluyor bu kullanımı ilk duyduğumdan) gençliğinin kendilerinden beklenmeyecek bir yaratıcılıkla vuku buldurttukları "ezik" tabirini kullanacağım – bunu yazmamla birlikte, aslında şimdiye kadar kocaman bir parantez içinde bulundığumuzu ve fark ettim ve kapattım) önde gidenleridir. Şimdi bu tür önermelerde, karşı argüman (Nimzowitsch Açılışı) "o kadar çok tutulan, tanınan adamlardan ezik olmayacağı" savunmasıdır.  Olur efendim, bal gibi olur, hatta daha da bir güzel olur, zira yüksekten her akşam düşmek, hep kıl payı ile ıskalanmak ezikliğin pekiştirici pekmezindendir. Bu noktada fotoğraf albümüze dönecek olursak, sene 1995 (1996?) "sevdiğim kız" bilgisayarın yanındaki Suicidal Tendencies – Still Cyco After All Those Years albümünü eline alır, oradaki konser fotoğraflarındaki tipleri görür ("kimse bakmıyormuşçasına danset" yok mudur, işte onlar bunun gerçeğidir), zaten CD’yi aldığım Sui’yi de tanımaktadır, "işte sizin gibi tipler.." der (kaldı ki, çok sevmişti o kız beni, her seferinde onlarca şans tanıdı, kazanmamı istedi de hiçbirini başaramadım, o da çok takmadı sonradan, yollarımız ayrıldı, gitti). Kazananları sevemedim hiç. Başarılı insanları takdir ettiysem de, kazananları tutan olamadım. Ramones’i (müsadenizle Espanyolca aksanıyla (~ yazıldığı gibi) okuyacağım) de bu yüzden sevmiştim zaten. End of the Century’ye kadar (ve özellikle o albümde) hep yırtmak, meşhur olmak istediler, hiçbir zaman olmadı, ölümlerine değin. Kliplerinde Lemmy oynadı, Eddie Vedder konserlerinde pinhead maskesiyle dans etti, ama onlar o ufacık sınır çizgisini aşamadılar, istediler ama aşamadılar ve kabul ettiler ve ait oldukları yerde çaldılar. 
 

gabba gabba hey! - Mitch KellerTom Petty’yi aklıma geldikçe dinlerim, ya da bazen tam da bir şeyler yazarken arka planda kendiliğinden çalmaya başlar, yazmayı bırakır, efkarlanırım, neyse boşverelim şimdi bunları (ama nasıl? daha karar vermediniz ki // bu gözler onunla az mı yaşadınız gözleri* —"best of everything" var daha, "even the losers" var, oradaki dansları var, "change of heart" var ki, burada en "cool" hareketinin sevdiği ama onu kullanan kıza hayır diyebilmesi olan birinden bahsediyoruz.). Dinlerim de, öyle albümden bile değil, Anthology adındaki iki CD’lik toplama albümünden (Nick Cave’i, mesela, albümlerden dinlerim, başka türlü düşünemem bile dinlemeyi ama hem o bir "ezik" değil, hem de Tom Petty dert etmez nasıl dinlediğimi).
 
Çok sevdiğim bir arkadaşım, epey büyük bir yıkımdan sonra hafıza kartlarından yaptığı kolyesini (öyle miydi?) takarak reseti basmıştı. Ben onları sevdim, Türkiye’den de Cahide Sonku’yu severdim elbet, tanısaydım. Hiç kendimden bahsetmedim, şöyleyim, böyleyim demedim, ismim Mesut, göbek adım Bahtiyar, yıllarca hep böyle bildiniz siz, Mesut Bahtiyar’dan şarkılar dinlediniz…
Yüksek yüksek tepelere…

 

İstanbul’da güzel günler…

Dün çok güzel bir gündü. Temmuzdan başlayalım: temmuzun sonlarına doğru, İTÜ’den arkadaşım sevgili Tolga’dan bölümde bir seminer vermek üzere davet aldım, seve seve de kabul ettim. Oturup hesap edince, İTÜ’yü en son ziyaret edişimin üzerinden 10 yıl geçmiş (Emir’li, Tolga’lı, Suzan ve Bengü’lü bir resmimizi buldum da, hesabı oradan yapabildim). Aralarda İstanbul’a gidip gelmişliğimiz olmuşsa da, akraba ziyaretlerinden dışarı çıkmaya pek vakit olmamıştı.

Perşembe günü öğleden sonra İstanbul’a vardım – normalde akşam varacaktım ama Gürer’in İstanbul’da olduğunun (ve dahi ertesi gün döneceğinin) haberini alınca, bileti erkene aldım, normalde x saatinde kalkacak otobüs/tren/vapur için x-1’de ilgili yerde bulunan bir insanımdır (uçaklar için x-2), yine de 10.00 otobüsünü (otobüsümü) kaçırdım (normal zamanlarda 20 dakikada, anormal zamanlarda 40 dakikada aldığım ev->Kızılay mesafesini paranormal bir zamanda 1 saat 40 dakikada alınca), dert etmedim (ne gam, ne keder), 10.30 otobüsüne bilet aldım, kaçırdığım otobüsümü Bolu’da mola yerinde yakaladım bile (ama yüz vermedim, o beni bırakıp gitmişti, seven beklerdi)…

Lafı uzatıyorum (hiç yapmadığım bir şey!), sonuçta Gürer Beyciğimle bir güzel arşınladık Kazasker sokaklarını, yedik içtik, gereksiz bir dolu şeyden konuştuk, bol bol güldük, eğlendik (her zamanki gibi).

Gelelim sunum işlerine — geçen senenin başlarına doğru, tam olarak bilmiyorum ne zaman, ne vesileyle fakat bir anda seminer/topluluğa konuşma/ilkgençlik heyecanlarım bir anda patlayıp yok oluverdi, kaldı ki, seminerlerden de genel olarak pek haz etmeyen bir adamımdır (şimdiye kadar hiçbir seminerde bir anda satoriye ulaşmış birisiyle karşılaşmadığım gibi, aylardır üzerinde uğraşılan bir sorunun da pat diye çözüldüğünü göremedim) – hakkını yemeyelim seminerlerin: asıl amacının bilgi aktarımı değil de, sosyalleşme ve bilgi aktarımına yol açma olduğunu düşünürüm, bu yönden önemserim ama işte dediğim üzere, amaçtan çok araç olduğuna inanırım. Bütün bunları söyledikten sonra, artık ne kadar inandırıcılığım kaldıysa, sunumun güzel geçtiğini söyleyeyim; zaten sabahtan Ahmet Hoca’nın (Togo Giz) "Fizik Mühendisliği’ne Giriş" dersine ziyaretçi olarak katıldım, ders 102 nolu sınıftaydı — İTÜ’deki ilk günümüzde Ayşe Hoca’nın (Erzan) ilk dersimize, fiziğe geldiği sınıftı o (tebeşir yiyip, "ferasetsiz" azarını işitişim de aynı derse rastlar, ama hak etmiştim de!), oradaki öğrencilerin de ilk senesiydi, nostalji oldu. Neyse, ne diyordum, sabahtan öğrencilerle epey bir paslaşmıştık, akşamki sunumda daha çok büyükler (y.lisans/doktora) vardı — çok da sıkılmasınlar diye, potpori misali biraz ondan biraz bundan daldan dala kona kona anlatıyordum ki, arada kapı açıldı ve içeri taa lisans yıllarımdan Bengü geldi! Benim zamanımdaki hocalar aşağı yukarı aynen mevcudiyetlerini devam ettirseler de, tabii arkadaşlar bir yerlere dağılıyor yıllarla — Tolga’dan başka tanıdığım "dönemdaşım" yoktu, Tolga da sağolsun, krallar gibi ağırladı bizleri (doktora öğrencim Nadire de İTÜ’de y.lisans yapan kardeşini alıp sunumda beni yalnız bırakmamıştı) gün boyunca ama Bengü’nün gelişi günün sürprizi idi! Bengü’yle uzaktan birbirimizi tanıyıp, birbirimizin farkındalığımız vardır (bu kim bilir kaçıncı düzeltme — "birbirimizin farkındalığımız" dedim ya, öncesinde "acknowlege edişimiz" yazıyordu, yani buna yine şükredelim — bulamadım Türkçesini, ne yapayım, başka şekillerde tanımlamaya çalıştım, her seferinde garip oldu) — işte bir yolun iki yakasından selamlaşan tanıdıklar gibi, siz onu, o sizi tanırsınız birbirinizi birbirinizden habersiz: bilirsiniz ki, yolun karşı tarafına geçseniz konuşacak çok şey var, ama -belki de tam da bu yüzden- şöyle bir el sallayıp, yolunuza devam edersiniz.

Neticede benim sunum bitti, oradakilerle ayak üstü tanıştık, Neşe Hocamla (bir tanedir, ne çok özlemişim güleryüzlülüğünü!) vedalaştım, daha sık geleceğime söz verdim, arkadaşlarla biraz takıldık. Moralim zirvede, pillerim tam dolu bir biçimde "anne evi"ne döndüm. Cumartesi Ece ile Bengü geldiler İstanbul’a, Düşes’le hasret giderdik (yurt dışındaykene daha mı sık görüşüyorduk acaba?), ağabeyimler, dayımlar, pazar günü akşam epey yorgun bir halde dönüşe koyulduk, havaalanından eve Ece yolda uyudu (pek sık uyumaz yolda), bugün biraz ateşli uyandı, Bengü de kırık hissediyor, çabucak iyileşirler inşallah.

İşte böyle bir şey Ankara-İstanbul-Ankara. Paralel zamanlar, paralel hayatlar. Ah, bir de: (yine) Ayşe Hoca’dan (ve yine haklı olarak) azar işittim (vefasızlığımla ilgili olarak), yine çok utandım…

Hamiş: "Dün" diye başlayıp cuma gününü anlattıktan sonra "pazar günü akşamı" epey yorgun bir halde döndük deyince bunda tabii ki son bir haftadır ailecek yoğun bir şekilde "Back to the Future" serilerini izlemişliğimizin de etkisi vardır ama asıl sebep girişin yazımına cumartesi itibarı ile başlanıp, ancak pazartesi bitirilebilmesi gerçeğinde aranmalıdır.

ben, sen, xkcd

Ne zaman bir kitap listesi görsem, okurum. Bugün de (uzaktan) bir arkadaş, bir arkadaşının sevdiği kitaplarının listesini yayınlamış, okudum. İlk sıradaki giriş, adından dolayı dikkatimi çekti: "A Good Man is Hard to Find", biraz karıştırınca interneti kısa bir hikaye olduğunu, 50’lerde yazıldığını (1953) öğrendim, "okunabilir, okuyayım o halde" deyip, okumaya giriştim. Keşke okumasaydım. Slavlarda hüzün, güneylilerde hakikaten bir çiğ kötülük var (southern gothic diyorlar sorunca). Faulkner tabii ki, kimden bahsedecektim ya? Hikaye Faulkner’ın değil bir de, Flannery O’Connor adında, genç yaşta ölmüş, çok tatlı bir bayanın, öyle de güzel aksanıyla konuşuyor ki (alakasız olsa da Holling Vincoeur’u getiriyor akla), dilimin ucunda sevdiğim bir dizi oyuncusuna benziyor diyecektim ki buldum sanırım… Yasemin Çonka (adını hiç bilememişim bu zamana kadar). — ben O’Connor’ın wikipedia’daki şu rüzgarlı havadaki güleç fotoğrafını görmüş, onu benzetmiş idim lakin, şimdi bağlantı ararken diğer resimlerini de görünce, Yasemin Çonka’yla artık pek bir benzerliği kalmadı, neyse.

Hikayeyi kendi sesinden okuyor şurada, yoğun güneyli aksanıyla. Cormac da böyle ("No Country For Old Men"in yazarı). En son Alice Munro tattırmıştı bu kötülüğü bana da elim yanmış, bırakmıştım kitabını (Munro, Kanadalı bu arada, biliyorum, biliyorum).

Ne zamandır kaynak bulup yazacağım, aklımda, bari şimdi bakayım, bu vesileyle… ha ha ha! Nietzsche’ymiş, kim olacaktı ya! "when you gaze long into an abyss the abyss also gazes into you." / "Bir uçurumun içine baktığınızda, uçurum da sizin içinize bakar." ‘İyiliğin ve kötülüğün ötesinde’denmiş. Benim de vardı iyiliğin ve kötülüğün şeysinde bir yazım.

Ne çok bağlantı verip ne kadar az şey yazdım. Diyeceğim şeyler azdı, iki taneydi zaten, biri Flannery O’Connor’dan bahsetmek idi (hikayesinin içeriğine değinmeden, ki başardım); diğeri ise Randall Munroe’dan. Hikayeyi okuduktan sonra işaretlemek için okuma listemi açtığımda karşıma önceki girişlerin birinden Randall Munroe çıktı, ne kadar da tanıdık geldi isim: bir hikayesini okumuşum, o da "The Machine of Death" seçkisindeymiş, hani pek de beğenmemişim. Kimdi bakayım diye internete sorduğumda koskoca xkcd‘nin Randall Munroe’su çıktı.

Sözlü olarak birkaç söylemişliğim vardır, baktım şimdi, yazıya dökmemişim. Faulkner da, O’Connor da, şu da, bu da, Picasso’nun Guernica’sı gibiler: çok, çok acı bir olayı çok büyük ustalıkla anlatıyorlar, bu da anlattıkları şeyin etkisini kat be kat arttırıyor. Bakmak istemeseniz de gözünüzü kaçıramadığınız bir şey gibi, sonunu çok iyi bildiğiniz fakat çaresiz kalakaldığınız bir şeyler gibi. Bugün güzel bir gündü oysa.

Bugün güzel bir gün.

Bugün güzel bir gündü, niyesini uzun uzun yazmıştım, utandım (kendimi övmüşüm gibi bir mana çıkıp duruyordu nasıl yazarsam yazayım), rafa kaldırdım yazdıklarımı. Oradaki laf kalabalığını şöyle özetlemeye çalışayım: çünkü çok şanslı bir hocayım ve harika öğrencilerle arkadaş oldum verdiğim ders(*) vesilesiyle.

Bir tane öğrencim bana hediye olarak onu mutlu eden bir şarkının bağlantısını göndermişti, ben de sizlerle (ey kâri!) beni her zaman çok mutlu eden bir şey paylaşayım:


 

Boogie-Woogie (Hızlı varyantı) Dans Yarışması Finali. Amelie filmi gibi, Steampunk, Marty McFly’ın kovboy kıyafetleri gibi, bambaşka, bir zamanlar olmuş gibi olan ama aslında varolmayan bir dünyaya dair bir şey…