Üzgün bir insan: David Foster Wallace

David Foster WallaceBu günlerde David Foster Wallace (DFW)’ın "Brief Interviews with Hideous Men" (BIwHM) isimli hikaye seçkisini okumaktayım (aslında bitti ama uzatmaları oynuyorum). DFW, üzgün bir insan – şimdi "üzgün" deyince pek anlaşılmıyor ama "weltschmerz‘in dibine vurmuş" desem daha kötü olacak. Son derece farkında bir insan, aşırı farkındalık. Georgina ile yan sohbet konularımızdan biridir: iyiler de ikiye ayrılır, hep iyi şeyler düşünen saf iyiler ve kötülüğün ne demek olduğunu bilen, kötü şeyler düşünebilen "façalı" (scarred) iyiler. Bu façalı iyiler, saf iyileri biraz küçümseseler de tabii ki onlara imrenirler (saf iyilerin bittabii ki "aptal" olmadıklarını da eklemem lazım, şanslı? Evet – ama aptal?Hayır). Buradan biraz yan yollara saparak bir diğer çaresizliğimiz olan bir kez bildiğimiz/öğrendiğimiz bir şeyi bir daha eski durumuna getirememe derdimize de çıkabiliriz (daha da sıkılmak için bkz. "Hoşnutsuzluğumuzun Kışı ve…" başlıklı girişin sonundaki maddelerden üçüncüsü ve "un-knowing" fenomeni). Bu noktada şu "un-knowing" mefhumu bir kenara (i.e., ait olduğu yere) bırakıp, BIwHM’in açılış parçası olan "A Radically Condensed History of Postindustrial Life"ı buraya alıntılamak isterim (tam metin, Türkçe’sini de peşinden koyuyorum — kısa bir şey zaten, okursanız sevinirim):

A RADICALLY CONDENSED HISTORY OF POSTINDUSTRIAL LIFE / David Foster Wallace

     When they were introduced, he made a witticism, hoping to be liked. She laughed extremely hard, hoping to be liked. Then each drove home alone, staring straight ahead, with the very same twist to their faces.

     The man who’d introduced them didn’t much like either of them, though he acted as if he did, anxious as he was to preserve good relations at all times. One never knew, after all, now did one now did one now did one.

ENDÜSTRİYEL-ARDILI ÇAĞDA YAŞAMIN AŞIRI DERECEDE KISALTILMIŞ TARİHÇESİ / David Foster Wallace

     Tanıştırıldıklarında adam, hoşa gidileceği umuduyla, nükte yaptı. Kadın, hoşa gidileceği umuduyla, derinden güldü. Sonrasında ikisi de arabalarına atlayıp, yol boyunca yüzlerinde tam da aynı ifade ile, gözlerini yoldan ayırmadan bir başlarına evlerine gittiler.

     Onları tanıştıran adam, ikisinden de pek hoşlanmasa da, sanki hoşlanıyormuş gibi yapmıştı, her zaman için iyi ilişkiler içinde bulunmaya dikkat ederdi. Zira insan hiç bilemezdi, şimdi şu insan hariç, şimdi şu hariç, şimdi şu hariç.

Evet, 2 satırlık çeviride bile çok zorlandım. Kapanıştan dolayı "hiç belli olmazdı" diyemedim, "now did one, now did one…"daki kelime oyununu da iyi yansıtamadım (gerçek olayı hikaye olarak yazmasıyla, olayla ilgili olanların kartlarını da açığa çıkarmış oluyor aslında – gibi bir şeydi benim anladığım), farkındayım, biliyorum, zaten konumuz iyi çeviri değil, farkındalık idi. Neyse. DFW, 2008 yılında, ağır depresyona daha fazla dayanamayıp(*), 46 yaşındayken intihar etmiş (nokta). Neyse. Yaralı iyilerimize dönecek olursak, bireylere karşı iyi kalplidirler (yolda gördükleri hemen herkesin iyiliğini isterler), insanlıktan ümitlerini kesmişlerdir en kötüsü de her şeyin en kötüsünü düşünürler (kötümser midirler? Garip gelecek ama, değillerdir. Umut etmekten yılmazlar, zaten sanırım o yüzden iyiler kategorisinde yer alırlar). Karizmatik filan da olmazlar pek: sürekli sizin gibi müthiş birinin ("iyi" yanlarından biri de budur: herkesi aslında olduklarından daha iyi ve ideal görürler) niye kendisiyle arkadaşlık ettiğinizi sorgulayan bir kişinin şüphesiz pek de karizmatik olabilmesini bekleyemeyiz. Kitaptaki en beğendiğim hikayelerden biri olan "Octet"i, o kadar beğenmeme rağmen bitiremeyişimin sebebi de buydu: yazarı hikayeyi/yazıyı bitirememeniz için elinden geleni yapıyor, sizi yabancılaştırıyor, uzaklaştırıyor, bir yandan da arada dayanamayıp kaçamak bir bakış atıyor: hala okuyor musunuz, yılmadan devam ediyor musunuz diye (en saf ümidinin bu olduğunu anlıyorsunuz bir süre sonra: ona rağmen hikayeye devam edip bitirmeniz). Ha bir de: yaralı iyiler kendilerine karşı acımasızdırlar (öte-empati), bir de bütün dünyanın onlar etrafında döndüğünü tam olarak ters bir açıdan düşünürler (bütün dünya onlara karşı ilgisizlikte birleşmiştir — onlar hakkında onlar yokken bahislerinin geçmesi en az olası şeydir (onlara göre, "olabilir mi öyle bir şey!!!")). Keşke onlara söyleyebilseydik "Ne o, ne o…" diye ("ne öyle, ne böyle").

Kitap sonuçta, tabii ki, üzücü. Kitaptaki şeylerden çok yazarından dolayı üzücü. Bahsettiğim intiharı değil, tabii o da bir şey ama

The depressed person was in terrible and unceasing emotional pain, and the impossibility of sharing or articulating this pain was itself a component of the pain and a contributing factor in its essential horror.

(Depresif kişi korkunç ve bitmeyen bir duygusal acı içindeydi, ve bu acıyı paylaşmanın yahut da dile getirmenin imkansızlığının kendisi bu acının bir bileşeni oluyor ve acının özündeki dehşete katkıda bulunuyordu.)

 diye bir şeyi yazabilen birine üzülmemek mümkün mü?

Ne zamandır yazmak istediğim "Anti- kulak fıkrası" başlıklı olabilecek bir yazımın varyantlarına değinmek istiyordum bir de, ondan sonra tamamdır deyip, artık müsadenizi isteyeceğim (esner, esnerken saatine bir göz atar: "vakit de geç olmuş…")

1. varyant ("bir gecelik movement"):     Adam (/erkek/oğlan) "metalci" bir kadınla bir gecelik ilişki yaşamak istemektedir (kendi metalci değildir), bu isteğini gerçekleştirmek umuduyla bir metalci gibi "giyinip", bir metalci barına gider.  
     Kadın (/dişi/kız) "metalci" bir erkekle bir gecelik ilişki yaşamak istemektedir (kendi metalci değildir), bu isteğini gerçekleştirmek umuduyla bir metalci gibi giyinip, bir metalci barına gider.
     Adamla kadın bu barda tanışırlar, birlikte bir gece geçirirler, ikisi de dileğini gerçekleştirmiş olur.

2. varyant ("maviye boya, genelleştir hareketi"):
     Bir şey, kendisinin mor olmasına karşın, daha mavi olduklarından dolayı lacivert bir tamamlayıcı-şeyle hayatını geçirmek istemektedir. Bu yüzden kendisini laciverte boyayıp, lacivert bir tamamlayıcı-şeyle tanışır, birlikte maviye yakın bir tonda hayatlarını geçirirler.
     Bir tamamlayıcı-şey, kendisinin mor olmasına karşın, daha mavi olduklarından dolayı lacivert bir şeyle hayatını geçirmek istemektedir. Bu yüzden kendisini laciverte boyayıp, lacivert bir şeyle tanışır, birlikte maviye yakın bir tonda hayatlarını geçirirler.

3. varyant ("corollary" / Anti- kulak fıkrası):
    İki kişi birlikte mutlu ve güzel bir yaşam süregelmektedirler. (Siz gerçekteki hallerini yukarıdan biliyorsunuzdur)


(*) "The Depressed Person" hikayesinden alıntılayacak olursak:
(…) The depressed person’s therapist (…) had deployed the following medications in an attempt to help the depressed person find some relief from her acute affective discomfort and progress in her (i.e., the depressed person’s) journey toward enjoying some semblance of a normal adult life: Paxil, Zoloft, Prozac, Tofranil, Welbutrin, Elavil, Metrazol in combination with unilateral ECT (during a two-week voluntary in-patient course of treatment at a regional Mood Disorders clinic), Parnate both with and without lithium salts, Nardil both with and without Xanax. None had delivered any significant relief from the pain and feelings of emotional isolation that rendered the depressed person’s every waking hour an indescribable hell on earth, and many of the medications themselves had had side effects which the depressed person had found intolerable. (…)

$izoSuru No:6 — kırmızı


$izoSuru #6 — kırmızı

  • Buddy Holly – Everyday (1957)
  • The Smiths – I Know It’s Over (1986)
  • The Concretes – New Friend (2004)
  • Eleanor Friedberger – I Won’t Fall Apart On You Tonight (2011)
  • Vampire Weekend – Jonathan Low (2010)
  • Mr. Big – Wild World (1993)
  • Blondie – Maria (1999)
  • Takalo, Pirritx & Porrotx – Maite Zaitut (2006)
  • La Oreja de Van Gogh – La Niña Que Llora en tus Fiestas (2011)
  • Stevie Nicks – Rock and Roll (2007)
  • Elastica – Smile (1995)
  • Therapy? – Sister (1999)
  • + Emre Sururi’den terennümler, bir şeyler, bir şeyler…

İndirmek için bu bağlantıyı takip ediniz / Please follow this link to proceed with download.

Çözülmesi gereken gizemler:
# Neden ansızın Lamia’dan bahsediliyor, bağlantı nedir? Neden o ana kadar kısık olan ses, normale dönüyor? (ya da dönüyor mu?)
# Eclipse ile Twilight aynı vimpir şeyleri midir?
# "Steve Nicks’in Led Zeppelin’in Rock and Roll’unun cover’ını koymak" tümcesi, kaçıncı dereceden bir zincirleme isim tamlamasıdır, Scrabble’da kaç puan getirir?

"Sister" Semi-Detached‘den değil, Suicide Pact – You First‘ten. Lean into it‘in kapağı binaya geçirmiş bir lokomotif değil, duramayıp istasyon binasından çıkmış bir lokomotif. Bu B.’nin (N.’nin) ilgili blog girişi, bu da Noche De Paz (Stille Nacht). Üçleme fikri devam ediyor, listeler hazır, bakalım…

Tarihi bir gün!

 Bugün Ece biten çayımı mutfaktan getirdiği demlikten yeniledi! Ben de bu önemli olayı tarihe not düşmek istedim — taa Ece’nin doğduğundan beri, "bir gün gelecek kızım bana çay getirecek" diye söyleyegelirdim, işte bugün, o gün de geldi. Az evvel bunu bloguma yazacağımı söyledim, Ece de blogun ne olduğunu sordu, anlattım, doğduğu günlerde yazdıklarımı okuduk sonra birlikte. 8) Yıllar geçiyor…

Gürer ve ben, bir zamanlar, lüks tüketim maddeleri üzerine

– Doğrusunu istersen pek bilmem orasını Sokrates, ama insanların alışveriş işlerinde olsa gerek.

– Evet, dediğin doğru belki; ama gel üşenme de bu işi inceleyelim. Böylece düzene giren insanların nasıl yaşayacaklarını düşünelim önce, onlar ekmeklerini, şaraplarını, yiyeceklerini, kunduralarını yapacaklar; evlerini kuracaklar, yazın çoğu zaman çıplak, yalınayak, kışın da üstlerine, ayaklarına bir şeyler giyip çalışacaklar. Arpadan, buğdaydan yapacakları unları kâh pişirip, kâh yoğurup güzel çörekler, ekmekler hazırlayacaklar. Yanlarına serdikleri hasırların, temiz yaprakların üzerine dizecekleri bu ekmek ve çörekleri sarmaşık, mersin yaprakları üzerine uzanıp, çocuklarıyla beraber keyifle yiyecekler; üstüne de şaraplarını içecekler. Aç kalmaktan, savaştan çekindikleri için de gelirleri ölçüsünde çocuk yetiştirecekler, değil mi?

Glaukon söze karıştı:

– Görüyorum ki, sen de insanlara kuru ekmekle ziyafet çekiyorsun.

– Haklısın, Glaukon, dedim; unutmuşum. Tabii onların tuz, zeytin, peynir gibi katıkları da olacak. Soğanla, lahanayla köy yemekleri de pişirecekler. Önlerine incir, nohut, bakla gibi çerezler de koyacağız. Bir yandan mersin yemişiyle palamudu küle gömecekler, bir yandan da azar azar içecekler. Barış ve sağlık içinde böyle tabii bir yaşayıştan sonra, ihtiyarlayıp ölecekler (kötü kalpli ninjalar). Ölünce de (kurtlar etlerini yerken "şiiişt!" diye bir ses çıkarıyorlardı, korkunç bir sesti, hayatınızda hiç böyle bir ses duymamışsınızdır / yanılıyorsunuz, çok duydum, eski polisler buna "azrail’in sesi" derler), aynı yaşayışı çocukları sürdürüp gidecek.

Platon, Devlet, İş Bankası Yay. çeviri:SE – MAC, ikinci kitap, 372. kısım.

Demek ki neymiş? Tuz, zeytin, peynir; soğan, lahana; incir, nohut, bakla; mersin yemişi ile palamut… Daha ne istiyorsunuz! (Schopi de böyle demekle birlikte o Hindulardan aktarmalarda…)

😛

Bir zamanlar ve şimdi.

 Dün, OBM’nin Lydia Narraway’in arkasından yazdığı blog girişine istinaden, hazır Carver’dan da sıcağı sıcağına "The Distance"ı okumuşken, bir blog girişi de ben yapayım demiştim, olmadı, dizi (Psych) seyrettik onun yerine, öyle yazmadan yatınca da gece rüyamda eski bir "arkadaşı" gördüm, iyi mi? (değil ama olsun, iyidir inşallah rüyamda onun da olduğu bir ortamda buluyordum kendimi, "medeni olayım, bir merhaba diyeyim" diye düşünürken bir türlü bakışını yakalayamıyordum, sonra da işte çok geç oluyordu, "awkwardness" giriveriyordu araya. Tam böyle düşünürken, bir anda birbirimizin görüş alanına tekrar giriyorduk da, ben medeni "merhaba"mı kendisine iletebiliyordum, o da "ah, ben de sana mektup yazıyordum şimdiki garip durum hakkında" diyordu – ya da işte onun gibi bir şeyler…).

Carver hakkında çok yazasım var. Raymond Carver’ı yıllar yıllar, seneler seneler evvel İletişim Yayınları’nın bastığı "Aşktan Sözettiğimizde Sözünü Ettiklerimiz" kitabıyla tanımıştım, çok fena yapmıştı o kitap beni, zaten o günlerde Tom Waits dinliyor, beri yanda Bukowski okuyordum, öyle böyle değildim yani anlayacağınız. İlerleyen yıllarda hikayelerinin hemen hepsini İngilizce’den okudum, şimdi vaktiyle yazdığım bir girişi buldum da, oraya işaret edip, taksimi kısa keseceğim.

Geçen sene Carver’ın yayınlamış olduğu bütün hikayelerini içeren bir baskı buldum (Raymond Carver: Collected Stories (Library of America)), orada "Aşktan Sözettimizde Sözünü Ettiklerimiz"in ("What We Talk About When We Talk About Love"), Carver’ın efsane editörü Gordon Lish’in eline geçmeden önceki hali ("eline geçtiği hali" demek daha doğru olacak) olan "Beginners" da yer almakta. Lish, inanılmayacak bir oranda, haddini fersah fersah aşan değişiklikler uygulamış. Kitabın sonunda ilgili değişiklikler üzerine Carver’ın ona yazdığı mektuplar da yer aldığından pek üzerinde anlaşılmış oldukları da söylenemez. Buna rağmen, tek bir şey söylemeye hakkım var mı? Pek yok, zira Carver’ı okuyup da beğendiğim o hikayeler, aslında Lish’in kuşa çevirdiği, içlerindeki iyi duyguları gördüğü yerde sildiği, hakaretlerle değiştirdiği hikayelerin ta kendisi. Orijinal hallerini okuyunca daha da vurulmadım mı, vuruldum tabii ki de. İlk olarak orijinallerini, düzenlenmemiş hallerini okusaydım, beğenmeyecek miydim? Daha bile beğenecektim ama yine de Lish’in bu ayıbını vaktiyle bilmeden onaylamışım, lekesi sıçramış.

Gene kitabın sonundaki notlardan ve kronolojiden anlıyoruz ki, Carver yaşadığını yazmış bir adam. Öyle başarının tadına da pek varmamış, yani o anlamda, şan-şöhret, Ernest Hemingway gibi filan olmamış. Tabii skalanın öbür ucunda Kafka da sayılmaz ama hikayelerinin faraza New Yorker’da yayınlanmakta oluşu filan yine de hayatını değiştirmemiş. Yazdığı gibi bir yaşam sürmüş, başarısız evlilik, gayri meşru ilişkiler, alkolizm, mutsuzluk, bitmişlik, bezginlik, atları da vururlar çaresizliği.

Hikayelerinde iyiler, kötüler yok. Hikayelerinde insanlar var. İnsanın parası olunca iyi olması da kolay oluyor, onun hikayelerinde parası olan insanlar pek yok. Geçen hafta şeytana uydum, kaç defa "yok, seyredemem, dayanamam…" dediğim "Kader"i (Zeki Demirkubuz) seyrettim, iyi halt ettim. Allahtan doğrusal olmayan bir şekilde izledim yine de çok fena yaptı beni — yoksa öyle başından kuzu gibi başlasam, mümkün değildi toparlanmam (Masumiyet hala kanar içimde, bu, oradan bildiğinizi de kullanıyor size karşı). Carver’ın hikayelerinde de görüyorsunuz o aşkın (daha Amerikan usulü yumuşamış) hallerini ("Beginners" hikayesinin başındaki aşk hikayesi ile "Pie" mesela, ama benim için en keskin biçimde "One More Thing" oldu ("What We Talk About When We Talk About Love"da özünden sıyrılıp tanınmaz hale getirilmiş)).

Neyse, diyeceklerim bunlar değildi. İstediğim, vaktiyle guzelonlu’da görüp vurulduğum resim altı yazısıyla birlikte şu fotoğrafı apartıp, altına da Carver’ın "The Distance"ının son paragrafını ekleyip, OBM’ye İtalyan Kız’lara çok da takılmamasını söylemekti, gene bir ton laf, bir ton kalabalık, ton balıklı salata… 


“This Photograph is my proof. There was that afternoon,
when things were still good between us, and she embraced
me, and we were so happy. It did happen. She did
love me. Look see for yourself!”

This is My Proof, Duane Michals (1974)

The Distance, Raymond Carver (1978):
(…) But he continues to stand at the window, remembering that gone life. After that morning there would be those hard times ahead, other women for him and another man for her, but that morning, that particular morning, they had danced. They had danced, and then they held to each other as if there would always be that morning, and later they laughed about that waffle. They leaned on each other and laughed about it until tears came, while outside everything froze, for a while anyway.