Jon Hamm’e sormuşlar Stevie Nicks mi,Christine McVie mi diye

Jon Hamm kim, bilemeyeceğim (Mad Men dizisindenmiş galiba – yoksa Office miydi? Baktım, Mad Men’denmiş) ama güzel demiş AV Club’taki röportajında:

Fleetwood Mac, “Don’t Stop”

JH: This is a perfect 41-year-old white guy song to end on. Bill Clinton’s favorite song. It’s the perfect end to this ridiculous mix of songs. But I do really like Fleetwood Mac. I unapologetically like those guys. I have a very soft spot in my heart for all late-’70s/early-’80s popular music, whether it’s Steely Dan or Fleetwood Mac or fill-in-the-blank. It was the formative years of my life, and I unapologetically, lustily celebrate it. So there.

 

AVC: Did you fall for Stevie Nicks or Christine McVie?

 

JH: I mean, forget about it. Stevie Nicks, you know? There’s a lot of scarves. She had a cool voice. And I just love Lindsey Buckingham’s work on “What Up With That?” What can I say?

———————————
yani özetle, AV Club soruyor: “Stevie Nicks’e mi vurulmuştun, yoksa Christine McVie’ye mi?”, Jon Hamm de “Bırak allasen, Stevie Nicks yahu! Bir sürü şallar filan, müthiş bir ses. Daha da işte Lindsey Buckingham’ın Saturday Night Live’daki “What Up With That?” skeçine nihayet -gerçekten- konuk olduğu çok komik sekans da var, daha ne diyeyim?

İşte pek bir alakasız blog oldu ama aklıma geldi yazdım. Zaten bu aralar kafam da, aklım da böyle, epey alakasız, epey karışık… Neyse, neyse ki Fleetwood Mac var, haydi sohbeti açalım biraz bari — bu aralar Lucky Soul dinliyorum bol bol, Florence+the Machine’in Ceremonials’ına sardım (o kadar laf ettikten sonra, biliyorum, biliyorum), lokal olarak Delafe y las Flores Azules’in albümünü aldık geçen gün, Ece ezberledi bile şarkıları. Bir de Danimarka’dan Agnes Obel diye bir hatun keşfettim, su müziği diye bir terim uydurdum kendisini tanımlamak için. Şarkılardan Spoon – Underdog, Chromatics’ten Running Up That Hill cover’ı. Doğum günümde Bengü bana süper mor kulaklık aldı, çok hoşuma gidiyor onlardan dinlemek… Ah, bir de Radiohead/Smashing Pumpkins/Pixies ruhum depreşiyor aralarda (kafamı da onlar karıştırıyor zaten). Massive Attack – Inertia Creeps‘i bilirsiniz tabii, peki Massive Attack – Inertia Creeps olduğunu biliyor muydunuz? No Doubt’ın yeni single’ını beğenmedim, üzüldüm beğenmedim diye, Greenday’in yenisine biraz daha şans vereceğim.

Buraya geçen hafta Garbage, Radiohead, Cure geldi, gitmedim tabii, aklım da kalmadı. Bob Dylan da geldi, Guggenheim’de lokal konser bile verdi sırf gideyim diye, gitmedim kardeşim, ne işim var.

Bu resim de getxophoto ile alakalı, çok ama çok beğendim:


Paola de Grenet: Yo solo / Nuria

ben utandım kendimden. (müzik zevklerim)

Bugün aklıma güzel güzel Type O Negative’in "My Girlfriend’s Girlfriend"i takılmıştı, takılır a, ondan başladık, epey bir gittik beraber (2010 yılında solist/basçı Peter Steele ölmüş, grup da dağılmış, bilmiyordum, öğrenmiş oldum).

Sonra tam böyle hörröö hörrööö şarkıda giderken aklıma bu sefer de "Batı Yakası Hikayesi"nin şarkıları geldi. Ya bir yandan söyleniyorum kendime "bu ne perhiz, bu ne lahana turşusudur, Sururiciğim bu gidişin hayra değil, bu gidişin gidiş değil!" diye, bir yandan da açtım bir "Maria", peşinden de "America" dinledim, sonra gene Type O Negative’e döndüm, oturdum bu girişi döşendim, belki yaptığımdan utanırım diye, bak hala tık yok.

——————–
Alakasız hamiş: Geçen gün/hafta aklıma "These are not the droids you are looking for."la ilgili çok güldüğüm bir varyasyon gelmişti, ama çok spesifikti, galiba sadece Gürer Beyciğimle paylaşabilecek bir detay içeriyordu ama işte unuttum ne olduğunu. Bugün ilgili cümleyi ("These are….") bir başka yerde paragraf içinde kullanınca, böyle bir espri(m) olduğunu ve o espriyi unutmuş olduğumu fark ettim. Hayat işte. Löm.

Doğum günüm / Kutlu / Oldu

Birtakım (yazıyla üç) BH elemanı Strasbourg’dan bildirdi:

eller, eller eller
Eller, eller eller…

 Evet. 35 and going. Up (sky is the limit). (¿Que mas?)

Bir de -ek bilgi niyetine- normalde pek yüzüne bakmadığım Facebook’un hoşuma gittiği tek gün bugün (gün ola harman ola).

Doğum günü şarkısı olarak kendime ne çalsam?… Georgina, Beatles’ın "Happy Birthday"ini yollamış, ben de Duran Duran ile devam edeyim bari, "happy birthday to you is created for you" (Come Undone, diyecektim ama şarkı güzel olmasına karşın çok alakasız kaçınca vaz geçtim). Şimdi de aklıma "doğum günün kutlu olsun sevgilim, ki ben sana değişe değişe aktım" mısraları geldi, arayalım bakalım hangi şiirdenmiş…. Tabii ki Turgut Uyar, "Aramızdaki" — çok severdim (severim) ben bu şiiri, <insert şiir>

sevgilim sevgilim
kuzey sanrısı gibidir
geceyi beşe filan böler
sonra ayılar hüzünden ölmez
sevgilim sevgilim
açlıktan ölür onlar

işte bundan ötürü
hüznü artık bir ayıya bıraktım
sevgilim sevgilim
bir ayıya
ister ormanda kullnasın
ister buzdağında

hayatın kutlu olsun sevgilim
ki sana değişe değişe aktım
kimi zaman bir japon gibi uykusuz kaldım
-uykusuz kalır mı onlar bilmem aslında-
sevgilim sevgilim
bir orman gibi çoğal aramızda
şehirden bir çocuk olarak şurda burda
bir sabuntozu markasında köpürerek
çınarın tutsaklığını
ve menekşenin tutsaklığını
ve menekşenin sevincini yaşa
sevgilim sevgilim
hüzüne yer var hayatımızda

Aramızdaki / Turgut Uyar

Şiir tamam (ama öyle, ama böyle, şarkı bilemedim hala, başka bir şey yazacaktım bir de, onu da arada unutuverdim).

Hatırlayamadım. Onun yerine aklıma geçen gün tekrardan guzelonlu’da yataktan kalkmaya dair şu müthiş haiku geldi:


no no no no no /
no no no no no no no /
no no no no no

 Özetle: Doğum günüm kutlu oldu, oh ne güzel.

———– Bır 10 dakika kadar sonrasından gelen edit:
Hatırladım yahu neyi unuttuğumu: Entel-dantel klasmanından/kotasından, Louis Althusser’in "Gelecek Uzun Sürer" adlı otobiyografisinin açılış paragrafında görülüp vurulduğum şu cümleyi kullanacak idim yazının bir yerinde:

(…)

yok, internette aradım bulamadım ama "19xx yılında, xxx şehrinde, 5 yaşında doğmuşum." gibi bir şeydi (x’ler kitapta doğrularıyla bildiriliyordu, ben bakmaya üşendim). Ece’nin (ve bizim) favori kitaplarımızdan olan Pıtırcık’ın ve birtakım başka kipatların da yazarı olan Rene Goscinny de "14 Ağustos 1926’da Paris’te doğdum, hemen sonrasında da büyümeye başladım. Ertesi gün 15 Ağustos’tu ve evden hiç çıkmadım." diyor iç kapak bilgisinde. Ben? Ben hemen hiçbir şey hatırlamıyorum hemen hemen üniversiteye gelinceye kadar (höh!), tamam, ilkokula gelinceye kadar olsun, o da sizin güzel hatrınıza. Oradan üniversiteye de epey atlamalı-zıplamalı bir güzergah var (Quantum Leap). 35 yahu! 23’te üniversite bitmiş. 12 sene sırf oradan. Heh! 8)



Ben, Efe, Yas, Barış, sene 2003
[yalan, güzide grup Discount‘un grup fotoğrafından arak. 8P]

——————- Gene Sururi, gene son dakika (+1 saat) edit’i:
Klip, şarkı olayını da buldum: Bu sene sevgili Hüseyin vesilesiyle öğrendiğim, yavaş yavaş hazmettiğim Chinawoman’dan gelsin: Lovers are Strangers (orijinal, ofisiyal kliptir, okuyucunuzun ayarıyla oynamayınız, cız)


kipat dünyası

Bugün amazon’un kindle’ından ilk kitabımı (kipatımı) aldım: Julian Barnes – The Sense of an Ending (ne hüzünlü bir başlık!). Barnes’a 2011’de Booker’ı kazandıran yapıtı, epey de inceymiş, biraz hayalkırıklığına uğramadım dersem yalan olur.

John Banville, 1989’da, "The Book of Evidence"la güçlü bir şekilde aday olduğu Booker’ı, Kazuo Ishiguro’nun "The Remains of the Day"ine ("Günden Kalanlar") kaptırmış. Ama 2005’te "The Sea" ile Booker’ı aldığında, bu sefer Ishiguro’nun "Never Let Me Go"suna karşı zafer kazanmış, bir dolu da laf söylemiş. 2005’te Booker için son listeye kalanlar arasında Julian Barnes’ın "Arhur & George"u da varmış, Hande "The Sense of an Ending"in "Arthur & George"dan daha iyi olduğunu söyledi. Neyse, işte geçen sene Booker’ı alınca ve bu türlü silsilelerden ortaklık kurunca ve "Flaubert’s Parrot" ("Flaubert’in Papağanı") bağlamında (ki o da 1984 yılında son listeye kalanlar arasındaymış)  geçen gün hafızadan andığımdan, bir sonraki kitap olarak seçtim, okumaya başladım, güzel gidiyor şimdilik, bir de o kadar kısa olmasaymış.

Niye yazıyordum bunları ki? Aslında aklımda "The Sea"den birkaç alıntı daha yapmak vardı, ama uzun göründüler şimdi gözüme… Yine de bir bakayım. (Banville’i çevirmenin haddime olmadığını anladığımdan, teşebbüs etmeyeceğim.)

"She was not, I am compelled to admit, the most hygenic of girls, and in general she gave off, more strongly as the day progressed, a flattish, fawnish odour, like that which comes out of, which used to come out of, empty biscuit tins in shops – do shops still sell loose biscuits from those big square tins? Her hands. Her eyes. Her bitten fingernails. All this I remember, intensely remember, yet it is all disparate, I cannot assemble it into a unity." (p. 139)

Bu aslında o kadar ilginç bir kesit değildi, daha çok geçen gün Hande’yle bu bisküvi kutularının muhabbetini yapıyorduk da, üstüne geldi. Ülker’in, kapağı camlı, kırmızı kutuları olurdu, oradan kese kağıdına doldururdu bakkallar.

"I do not want solicitude. I want anger, vituperation, violence. I am like a man with an agonising toothache who despite the pain takes a vindictive pleasure in prodding the point of his tongue again and again deep into the throbbing cavit. I imagine a fist flying out of nowhere and striking me full in the face, I almost feel the thud and hear the nose-bone breaking, even the thought of it affords me a grain of sad satisfaction." (pp.150-151)

Bunun da altını vaktiyle bir arkadaşın (Tyler değil de, öbürü) yazdığı bir şeye ("Halbuki sıkı bir yumruk yemek hayatımı nasıl da kökten değiştirebilirdi…") istinaden çizmişim (mentally), o halde bunu da geçelim.

156. ve 157. sayfalarda, şimdi içinde bulunduğu çocukluğundan bildiği bu evde, her şeyin hafızasına nasıl da ters düştüğünü anlatıyor, ilginç ama uzunca bir kesit, atlıyorum, yine de iki-üç satır:

"I found that the model of the house in my head, try as it would to accomodate itself to the original, kept coming up against a stubborn resistance. (…) I experienced a sense almost of panic as the real, the crassly complacent real, took hold of the things I thought I remembered and shook them into its own shape. Something precious was dissolving and pouring away between my fingers. Yet how easily, in the end, I let it go. The past, I mean the real past, matters less than we pretend."

Geliyoruz beni en vuran cümlelerden birine, sahife 185:

"Given the world that he created, it would be an impiety against God to believe in him."

Paradoksal gibi ama değil aslında tartınca. (Yoksa öyle mi?)

Bunun ardından, tumblr’da alıntıladığım kısım (s.215-218) ve sonlardan, kitabı spoil edebilecek bir başka bölüm var (s. 251-252). Bu referansları verdiğim kitabın baskısı: Picador, 2005 baskısı (ISBN: 0-330-43625-2 / 978-0-330-43625-0). Ne diyorduk, adım Mesut, soyadım Bahtiyar, bunca yıl beni böyle bildiniz, Mesut Bahtiyar’dan…


Bu blogları yazmadan evvel, çoktandır ses soluk çıkmayan (feed reader’ıma yeni bir şey gelmiyordu), ilk olarak diğer sitelerden bahsettiğim bir mesajın yorumlarından birinde bahsetmiş olduğum http://maya-imya-aglaya.tumblr.com/ sayfasına baktım, indirmiş meğer kepenkleri. Hayra yormak istedim, hayra yordum.

times they are a-changin’

Come gather ’round people
Wherever you roam
And admit that the waters
Around you have grown
And accept it that soon
You’ll be drenched to the bone
If your time to you
Is worth savin’
Then you better start swimmin’
Or you’ll sink like a stone
For the times they are a-changin’.

Bob Dylan

Zaman değişti, anlayış da değişti. Benim zamanımda oyunlar zordu, enerji filan yoktu, en fazla bir şans vardı, Ghosts N Goblins’de, mesela, ilk temasta zırhınız giderdi, ikinci temasta da canınız[1][2]. “Hile Menüsünü” ilk defa SimCity’de görüp şaşkına dönmüştüm, sonrasında zaten Doom ve arkadaşları “God Mode”la tanıştırdı bizi. Oyunlar kendilerini keşfetmeye davet etmeye başlamışlardı, kazanmak değil, oynamak, zevk almak ön plana çıkmıştı, sonrası kendiliğinden geldi.

Eskiden suçlular, kim olursa olsun, teorik de olsa cezasını çekerdi, insanlar yakalandığı zaman utanırdı. Panda fabrikası hijyende standardı tutturamadığı için kapatıldığında midemiz bulanmıştı o güne dair yediğimiz dondurmalardan. Artık kimse suçlu değil. Herkes kurban, komplo kurbanı. Artık kimse ceza alanların gerçekten suçlu olduğunu düşünmüyor, her şey siyasi (ki yanlış anlaşılmak istemem, burada sarkazm yapmıyorum, ben de işlerin o şekilde olduğunu düşünüyorum çoğu zaman). Kimse arkadaşının suçlu olduğuna inanmıyor: tanıdığımız/tanıyınca sevdiğimiz bir insan nasıl olur da… Eskiden bir şeyin iyi olması, onun tutulması anlamına gelirdi, artık asıl yük pakette ve reklamda.

“The Winter of Our Discontent” yazısında bahsetmiştim (“Yasadışı olmadığı ya da ilgili kanuna katılmadığınız sürece yaptığınız şeylerde sorun yoktur. Eğer kimseyi incitmiyorsa sorun yoktur. Ve eğer kanıksanmış ticari metotlardansa, yine bir sorun yoktur.”), zihniyet değişikliği ta o zamanlardan değişti, iyi ya da kötü anlamda demiyorum. Mutlaklığı bırakıp, siyah ve beyazdan gri tonlara, yorumlanabilirliğe geçtik. Ben iyiler ve kötülerin net bir şekilde belirli olduğu yapıtları (Halikarnas Balıkçısı – Ötelerin Çocukları, Ken Follet – Pillars of the Earth) oldum olası sevemedim, boş geldi. Yine de mafya olayına mesela (bireysel olarak iyi, toplumsal olarak kötü oluşumları) halen tersimdir. Kendinin haklılığından, doğruluğundan şüphe etmeyen insanları kıskanıyor muyum? Belki bazen, ama nicedir çok nadiren. Kendimize güvenimizi tersine çevirdiler, birbirimizden, birbirimizin hakkındaki düşüncelerinden beslenir olduk, kendimizi tanımlamak için onlara muhtaç olduk. Sosyal bir yaratık olduk, halbuki pekala her birimiz vaktiyle birer adaydık, öyle bir potansiyelimiz vardı. Ben kendimi biliyorum: öyle bir şeye evrilmeseydik bile, yine bir şeyler bulurdum hüzünlenecek, ona şüphe yok (kendime güveniyorum bu konuda, mutlakiyet…). İmaj. Artık bütün kurallar, yargılar diğerlerinin, önemli olanların demek istediğim, ne düşüneceğine dair uygulanıyor. Adil mi? Değil ama, oyunu açıyor, bize en kötü durumlardan bile çıkış kapısı veriyor. Her şey en nihayetinde gelip, nasıl yorumladığınıza, nasıl aktardığınıza bakıyor. Kendinizi bile kandırabiliyorsunuz yeri geldiğinde, somut olan hiçbir şey kalmadı. Bütün bunları yazmıştım daha evvelden (diye hatırlıyorum), şimdi niyeyse yine öyle aklıma esti, keseyim en iyisi.

Ben çocukken yılbaşı süsleri yere düşünce bin bir parçaya ayrılırdı – şimdiye sadece geri sekiyorlar.