daha iyi bir ben ve dahi iki mektup

 Eleştiriye cevap vermemenin 42 yöntemi / 80ler ve punk / kendime yeni bir ben lazım

"bir mektup göndersen de ben açıp okumasam"
(H. Ergülen, ezberden yazdım, bir dakika kaynak bulayım…. "Eski Ormanlara Mektup" imiş, "ben" kelimesi de benim eklememmiş)

Buraya iki sene önce ilk geldiğimde, bir süre üniversitenin misafirhanesi görevi de gören bir otelde 17 günlük bir maceram vardır. O sıralar bir yandan yeni işime, yeni dile, yeni ülkeye alışmaya çalışıyordum, bir yandan da noel tatili gelmeden evvel ev bulma koşturmacası içindeydim (böylelikle Bengü ve Ece’ye en kısa sürede kavuşabilecektim). İşte o günlerde canım fahri kan kardeşim Doğan’a bir mektup yazmaya başlamıştım.

Sonrasında o mektubu unuttum. Sonrasında o mektubu hatırladım ama bulamadım; bulamadığımdan, gönderdim mi, göndermedim mi emin olamadım. Ne yazdığımı zaten hiç hatırlamadım.

Bu blog vesilesiyle tanıştığımız sevgili Canan’a da bir mektup yazıp gönderdiydim (pek bir mektup yazıp gönderici bir kişiliğim vardır). Sonra o mektup Canan’ın eline geçmedi, sonra ben yine şüpheye düştüm, önce acaba o mektubu göndermiş mi idim, ardından, öyle bir mektup acaba aslında hiç varoldu mu, diye.

Bugün ofisin kapısı açıldı, varlığından şüphe eder olduğum işte o mektup, üzerinde yavru ağzı bir iade çıkartma ("RETOUR : İADE — Déménagé / Buradan ayrılmıştır", PTTnin beynelmilel lisanı anlaşılan hala frankofon milletlerine ayarlı, olsun, öylesi daha hoşuma gidiyor zira bir istimpunk havası taşıyor resmiyette Fransızca kullanımı). Sağolsunlar, işte sağ salim geri getirdiler mektubu. Mektup, yumuşak-nazik bir şekilde açılmış, içindeki bunalım-sıkıntı yüklü hava bir ihtimal ciğerlere çekildikten sonra, ülke sınırları içinde bulunması sakıncalı addedildiğinden olacak, İspanik ellere geri uğurlanmış. Ne yazmış olduğumu bilmiyorum, oldum olası yazdığım mektupları bir kez daha okuyamam – gerek göndermeden evvel, gerekse, yazma sürecine uzun bir sekte girdiyse, nerede kaldım, neler yazmışım bir bakayım diyerekten (Woody Allen da bir kez kurgu masasından kalktıktan sonra hiçbir filmini izlememiş olduğunu belirtmişti, kem küm gak guk…).

Geçen ay, önemli bir belgeyi arıyordum, coştum, bir bahar temizliğinde evrakı, makaleleri sıraladım dizdim, aralarından başta belirttiğim Doğan’ın mektubu da çıktı. Elbet sırası geldiğinde gönderilecektir bir gün.

Sırt üstü yatmak anlamındaki de ayrı yazılır.com*

And now for something completely different: Bu sene kendimi geliştirmeye karar verdim: işe sırt üstü yatıp uyuma talimleriyle ve "de" bağlacının yanlış kullanımından ve yazımından rahatsız olmamaya çalışmakla başladım. Açıklayayım efendim:  Kendimi bildim bileli yüzükoyun uyurum, ilkokul 2’den beri de yastıksız. Geçtiğimiz yaz, baktım epey toplamışım (kilo bazında), "dur bir perhize gireyim" dedim: abur cuburdan, kırmızı etten, pattestava vesairden uzaklaşıp, baklagil-sebze-meyve üçgenine yanaştım. Hızlıca sonuç almaya başlayınca, bu sefer de "bu gidişatı sporla destekleyeyim bari" diye düşünüp, akşamları birtakım ilginç hareketler yapmaya başladım. İşte, artık her yanımdan sağlık fışkırınca, son hamleyi de uyuma şeklimi değiştirerek gerçekleştireyim dedim, olay bundan ibaret (bu kadar sıkıcı ve gereksiz). Gelelim şu "de" bağlacının meselesine – eskiden yılmaz savunucusuydum, kimsenin yüzüne vurmasam da, bana gelen e-maillerde mesela, çaktırmadan alıntı kısmında düzeltirim, kimsenin de ruhu duymaz. Sonra, geçtiğimiz ay Necdet Yücel, blogunda "Eleştiriye cevap vermemenin 42 yöntemi" başlıklı bir yazı yazdı, ben de okudum, onun daha ilk maddesinde bu konuya (biraz da ters istikametten) değiniliyordu, ben de "ne diye canımı sıkıyorum, derdimiz ‘de, da’ hataları olsun" dedim (ya da Gürer Beyciğimin deyişiyle "öeh!"). Sırtüstü uyuyabilmeyi becerebilirsem bunu haydi haydi becerebilirim, sıkayım dişimi (¡A por ellos!). Geçen gün xkcd’de şu çıktı, manyaklık bir değil, iki değil, nereye kadar (n sonsuza gider):

http://xkcd.com/1015/

Punks not dead (in the heat of the night)
Yılbaşı tatilinde, bildiğiniz üzere Barışlarda, Belçika’da toplandık, bir günlüğüne de Hollanda sınırını geçip, Delftceğimizi ziyaret ettik. İşte, Delft’te akşam vakti arkadaşlarda -biraz da yorgun- otururken, ev sahibi Remko, bana ne tür müzik dinlediğimi sordu da, adımı söylüyormuşçasına, hiç düşünmeden, "80ler ve punk" dedim. Gerçi sonrasında Remko gayet anlamışçasına bir "hımmm…" deyip klasik müzik çaldı ama olsun, caz da çalabilirdi nitekim. İşte "80ler ve punk" deyişim, hayatımda yeni bir dönem açtı (/onun gibi bir şey), böylesi ucube bir şeyin bu kadar benimsenmiş ve doğal bir şekilde kendinden ibrazı kendime saygımı arttırdı (paradoksal olsa da), şimdi burada biraz deneyip de akabinde beceremediğimi anladığım bir şekilde, yani tarifi pek mümkün olmayan bir şekilde, mutlu ve huzurlu oldum (bunu yazınca da "hani diyelim ki çirkin bir kız arkadaşınız vardır, arkadaşlarınızın görmesini istemiyorsunuzdur fakat onunla da çok iyi vakit geçiriyorsunuzdur, sonra bir gün yeterbea! çekip bütün dünyaya açıklarsınız da rahatlarsınız, film de mutlu sonla biter" örneği aklıma geldi ama bu teşbihle de açıkçası pek tatmin olduğumu söyleyemeyeceğim). Neyse, yarın öbürsü gün, anneniz-babanız olur, öğretmeniniz olur, işte soracak olurlarsa "sururi ne tür müzik dinliyor kuzum?" diye, çekinmeden bildirebilirsiniz: 80ler ve punk. (bkz. Klozetten çıkan adam)

Bobby‘nin ellere dikkat! Böyle el paletleri vardı bir de benim çocukluğumda

olan bitenler…
İşte siz uyurken olan bitenlerin bir kısmı bunlar. blogda okumadığınız eski tarihli girişler olabilir – onları yazmaya başladığım tarihli oluyorlar, yayınlayınca da arkalarda çıkıveriyorlar, ya da ben bir müddet geçtikten sonra yayına alıyorum, her şey olabiliyor. Neyse, en azından yılın listeleri bitti, artık yorumlara yorum yazmaya başlayabilrim.

(Sevgili Bilge,
Bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de.
OA – TO)

Yılın Listesi: Diğer değerlerimiz ya da yılın enn! kısa kısa

 Bu sene kategori dışında da birtakım saptamalarımız ve saplantılarımız oldu. Mesela yılın uluslararası ilişkiler kategorisinde bir terminal kuşu olarak şimdiye kadar onlarca havaalanının risalesinden geçen bizlerce son derece haklı olarak gelmiş geçmiş en berbat havaalanı olmaya hak kazanan Brüksel havaalanı var! Hey ya rabbi! Ne fena, ne fena bir havaalanıydı o öyle! Servisten filan bahsetmiyorum – uçaktan inip de bavullarınızın peşinde atıldığınız o "treasure hunt" macerasında, sizin gibi kader kurbanları ile son derece yanıltıcı, zaten çoğu zaman gözden kaybolan o tabelaların peşinde kilometrelerce yürüdüğünüz, okun (tabela dediğimiz, yazısız bir oktan ibaret bu arada) bir duvarı göstermesiyle yaşanan hezimet… korkunç idi. Şimdi wiki’den baktım, inci bulabilir miyim diye, 2005 yılında Avrupa’nın en iyi havaalanı seçilmiş olduğunu öğrendim (bilirsiniz belki: bizde Laz fıkraları vardır ya, Avrupa’da Belçika fıkraları anlatılır, bu da onlardan biri olmalı). Farkındayım, ekşi başladım ama bundan sonra gelecekler hep güzel şeyler olacak. Örneğin, bu sene uluslararası ilişkilerimiz dört dörtlüktü, Avrupa’da ikamet etmekte olan pek çok arkadaşımızla (Liliana, Barış, Efe, Yasemin, Deniz) bir yıl geçmeden tam iki kere görüşebildik! İspanya içinde / dışında yamacında yörecinde birçok yer gezdik gördük (tamam, Türkiye de vardı ama o sayılmaz, çok aceleye geldi, geldik).

Bu sene, pek çok blog keşfettim, yeniden buldum. Bahar’ın Güzel Onlu‘su başta olmak üzere (tabii ki Dünyevi Zevkler Bahçesi ve Günün Berberi ile birlikte alınmakta). Hazır laf açılmışken, geçen gün Barış uyandırdı da, Wes Anderson’ın son filmi "Moonlight Kingdom"ın fragmanını izleyip, hevesle beklemeye başladık.

Film deyince de, bu yılın (2011) keşfi olan film blogu Çarpık Kadraj var, pek bir profesyonel, pek bir muhbir, güncel (ben sinemadan çok dizi yazılarını beğenmekteyim, mesela dizi sonları filan). Yılın sonlarına doğru bir yerlerden, ama hatırlamıyorum nerelerden, Kediler ve Kitaplar‘ı keşfettim: hayli düzgün, eli yüzü düzgün, entel dantel ama yine de bilgiç ve profesyonel olmayan bir site (Calvin karlı bir gün evine dönerken yolda karşılaştığı bir kardan adama bakıp "inşallah tanıdığım biri değildir" diye düşünür ya, tam o anlamda olmasa da, Çavlan ve Umut da inşallah tanıdığım birileri değillerdir. Bir de Hakan’ların onların olduğunu bilmeden sardırdığım bilim kurgu ve fantezi bazlı siteleri var: Hitit Güneşi. Bir de (gizli hayranı olduğum) Su, çok uzun bir aradan sonra tekrar bir şeyler yazdı ama üzücü bir şeyler yazdı, üzüldük biz de ailecek. İnşallah tez zamanda iyice iyileşir (onun bloguna bağlantı yok).

Ece’ye oyun için söz verdiğimden ve artık sürekli hatırlatığından, aklımdaki geri kalan şeyleri bir cümle ile geçiyorum, sevgilerle, EST.

Yılın video serisi: You Big Cat You başta olmak üzere Atatürk Orman Çiftliği kayıtları.
Yılın oyunu: Settlers of Catan (ve Ece eklentisi)
Yılın blogu: Güzelonlu (eğer bir ihtimal yukarıda anlaşılmadıysa diye tekrarladım)
Yılın sürç-i lisanı: "iğne iplik" (ama o kadar cuk oturmuştu ki, sonradan düzeltmeye kıyamadım 8)
Yılın tatları: Tabasco, Speculaas ile Maple şurubu (3.yü artistlik olsun diye yazdım; Ece de waffle yazmamı istedi: hem Belçika, hem de Hollanda wafflelarını ayrı ayrı olarak belirtti).
Yılın blog tanışkanlığı: Canan.
Yılın çayı: Barış sayesinde tiki katsayımızı arttırdığımız yeşil çaylar (özelde Palais de Thé – Fleur de Geisha).
Yılın ziyaretçisi: Georgina!!!! Eyoo! kaç seneden sonra gördüm arkadaşımı, üç günlüğüne de olsa.


bengal

Sevgili gümlük…

 Sevgili gümlük, yüreğim kabarmış benim.

Bu sene 3 senelik projem bitiyordu ya, dün iki hocam da benim için, ayrı ayrı proje başvurusu hazırlamakta olduklarını bildirdiler. Akşam Bengü ile uzun uzun konuştuk, artıları, eksileri tarttık ama denklemdeki en büyük eksi, bir 2, haydi 3 olsun, yıl sonra gene aynı noktada kendimizi bulacağımız gerçeği idi. Üstelik o zaman değişiklik daha da zor olacaktı.

Hal böyle olunca, bugün gittim sabah biriyle, akşam diğeriyle görüştüm, teşekkür ettim kendilerine, projenin beni kurtarmadığını, artık bir yerlere kalıcı olarak yerleşmem gerektiğini söyledim. Kriz, İspanya’yı bir ihtimal gazetelerde okuduğunuzdan da daha beter çarpmış durumda. Bask bölgesinde para var diyorduk, geçen gün onlar da topu attı (sonradan yalanladıysalar da, bizzat görüyoruz yaşanan donukluğu, dondurulmuşlukları). İnsanlar iyi olmasına çok iyiler (sizlerden iyi olmasın) ama işte keyifsizlik var. Bilemiyorduk ne yapacağımızı, işte dün bu proje haberlerinden sonra, gözümü kararttık, artık belirsizliklere, onları ertelemeye yeter dedik.

Bask hükümetinin prestijli bir ödülü var: bütün dallardan 20 kişi seçiliyor, bu kişiler 5 sene boyunca, tenure track, dediğimiz, kalıcı akademik pozisyonlara yönlendiriliyor – 5 yılın sonunda pozisyon garanti olmasa da, epey yüksek ihtimalli oluyor. O ödüle başvuracaktım, piyango misali, "ya çıkarsa" diye, ondan bile soğumuşum neredeyse (sonuçta başvuracağım). Buralarda akademi dışında iş bakarım, diyordum, bakmayacağım, hem iş yok, hem de işin devam edeceğinin garantisi (+ birkaç şey daha…).

Metin Altıok’un deyişiyle, "yine yol göründü yerleşik yabancı’ya, / bir süre öyle sanmıştım kendimi."  İstikamet Ankara, Türkiye, zaman bu senenin sonu. Üniversitelerle yazışmaya başlamaya ne zaman başlamalı? Bu akşam okuldan çıktım, kar yağıyordu, pek kar yağmaz buralarda, bir geldiğimiz sene yağmıştı da, "10 seneden beri ilk" demişlerdi. Bugün hocalarımla olan konuşmam veda niteliğindeydi, bugün sonuçta gidişin başlangıcı, ilk günü, ben de buraya tarih düşeyim dedim. Öyle bir burukluk geldi işte, o soğuk havada otobüse yürürken, bir de Afşar Timuçin’in Alacalı Türkü’sü:

            Eski şiirleri yırtsan ne çıkar
            Yenilerinde de aynı hava
            Sana göre ben huysuz oldum
            Bana göre sen alıngan
            İşin özü hep aynı kalmamızdır
            İstersen beni bir sure arama
            Bunda neyin payı var bilmem ama
            - Her şeyin payı olabilir -
            Dünya duracakmış gibi dönüyor
            Ben bunu sezdim nicedir
            Bu durumda insan üzülebilir
            Beni istersen hiç arama
            Hep aynı kalan güzellik gibi
            - Yontuda da öyle değil midir -
            Gözlerin aynı bakışı bakmakta
            Bu bakış bir başkasını öldürebilir
            Bende ancak yalnızlık acısı bırakıyor
            Belli ki bir şeyler var nicedir
            Ya da nicedir hiçbir şey yok
            İstersen beni bir süre arama

ÇR ya da until then…

Grant Morrison‘ı pek sevmem, Garth Ennis‘in de "Preacher"ını vaktiyle okuyup sevmiştim (ilki İskoç, diğeri İrlandalı bu arada). Ben aslına bakarsanız, öyle iyinin iyi, kötünün de kötü olduğu hiçbir şeyi sevmem. Sandman gibi, Hellblazer gibi şeyleri severim. Alan Moore’a saygı duyar, Frank Miller’ı son birkaç aydır sevmem (mesela).

Neyse. Listeleri hazırlamakla meşgulken, artık nereden depreştiysem, çizgi roman piyasasına bir göz atayım dedim, Garth Ennis’in The Boys‘unu buldum (hatta ilk olarak Butcher, Baker, Candlestick Maker yan serisini). Konu ilginç geldi, başladım, 6. fasikülde bıraktım. Açtım gene Hellblazer’ları, 4-5 sene evvel kaldığım yerden devam etmeye başladım (Garth Ennis demirbaşlardan olsa da, asıl adam Jamie Delano – bir de çizerleri Sandman’inkilerle kesişir, güzel olur benzer tat, duygular, dünya babında). John Constantine: sevmemek mümkün değil, sevmek başa bela.

Hemen bunu da yetiştireyim istedim. Listeler bitsin, uzun uzun yazışırız elbet.


Yılın Listesi: Müzik

 Bir önceki yılın müzik listesini, vaktinde, 31 Ocak’ta yapmışım, Pixies filan demişim, ardından da bildiğiniz üzere $izoSuru’larla devam etmiştim. İyi yapmışım. Şimdi de, geçen sene yaptığım gibi, last.fm’deki sayfamı açıp bir bakayım müsadenizle:

  1. Eleanor Friedberger
  2. Regina Spektor
  3. Kate Nash
  4. Cake
  5. Portishead
  6. The Concretes
  7. Therapy?
  8. Ramones
  9. She & Him
  10. Morphine
  11. Nine Inch Nails
  12. Tom Petty and The Heartbreakers
  13. The Smiths
  14. Pixies
  15. The Cranberries

 Gene tabii portatif mp3 çalarımın kayıtlarını last.fm’e gönderememe özründen ötürü, NIN aşağıda, Morphine yukarıda falan filan.

Eleanor Friedberger ile The Concretes, biri yeni, taze, diğeri eskilerden (~2000) hanım arkadaş, arkadaşlar. Bu sene bir de Lucky Soul‘u keşfettim (onlar da 2000lerin ikinci yarısından). Eleanor Friedberger’i sevme sebebim -tek başına olarak- saç modeli olamaz tabii ki, şarkıları da güzel (hele de I won’t fall apart on you tonight‘ı!). Bu sene bir sürü (bkz. adı geçen eserler + -"kontraversiyonel" Beth Orton, mesela) hanım şarkıcı ile tanıştım, az bildiklerimizle kaynaştık. Sevdiklerimizden bir tanesi ile (Florence + the Machine) bozuştuk, diğerleri (Neko Case, She & Him) ile el ele göz göze devam ettik.

Bu sene sormayın, geçen seneden beter yumuşadım. Geçen sene bir yerlerden Warbringer’ – Waking into Nightmares’ı bulup vaziyeti kurtarmıştım, diyordum, baktım şimdiŞ Mayıs 2010. Geçen sene Pixies’le durumu kurtarmışım. Bu sene fena, çok fena. Neyi desem ki: Metallica’nın hakkını vermeye çalışıp durduğum Death Magnet’ini mi (özellikle de taka taka taka taka… durmaksızın giden All nightmare long / bir de ara ara St. Anger’dan Invisible Kid dinlemek hobilerim arasındadır, ben Uygar, 24 yaşındayım, yarışmacı arkadaşlara başarılar dilerim)? Ara ara dinlediğim, gençliğimin favorilerinden Exodus – Impact is Imminent albümünü mü, yoksa bu sene dinlemeye başladığım Dog Eat Dog – All Boro Kings’i mi? Yadsınamaz tabii ki bunlar – Slayer – South of Heaven, Anthrax – Persistence of Time (ve dadaşlar), Bad Religion – Stranger than Fiction (Emir Ar-tur’a geldiğinde, böyle çok güzel Bad Religion’lı sweatshirt’ü vardı / Emir Ar-tur’a geldiğinde bir sürü biri sürü şey vardı olmaya bekleyen / Emir’in bir saati vardı / Hiç durmadı) sık sık, yıllardır dönüp durduğum liseniversite göz ağrılarım sonuçta.

Sert arkadaşları böyle bir kalemde geçtiğimize göre pop’a dönebiliriz. Kate Nash, Merry Happy ile tuttu, yakaladı bizi. Kendisini taa ilk zamandan, Foundations’dan tanıyoruz tanımasına ama daha bir merak etmemiz işte Merry Happy sonrasına rastlar. Do-wah-do, Kiss that grrrl, Paris, I just love you more, hele ki Take me to a higher plane, fantastik bombastik Later On, … sizin de fark ettiğiniz üzere neredeyse bütün albümü saydık döktük. İşbu nedenledir ki, bu yılın albümü açık ara ile: Kate Nash – My Best Friend is You. Buraya da vaktiyle yazdığımız üzere, ki ona da baktım az evvel, yazmamışım (en azından blog girişi olarak, dur bir de yorumlara bakayım… -Hande’nin deyişiyle/yazışıyla ncık, yorumlarda da bulamadım, e deyivereyim (gayrı): Dancing at discos / Eating cheese on toast’u kafiyeliymişçesine söyleyebilen kim olsa yılın listelerinden bir payeyi hak eder. Üstelik sanatçı kişiliğini ayrı, normal (sakat) kişiliğini ayrı seviyoruz (kendisini yakınen tanırız, yanaklarını sıktırırız her gördüğümüzde). İyi kız, bahtı da açık olur inşallah. Resim koyayım, blog şenlensin, kalbime gir bahar ol (canımı ye).

 
 
bkz. terbiyesizin önde gideni. ama seviyoruz, ne yapalım.

Bu senenin sonlarına doğru -utana sıkıla okunacak buralar- Bengü Lady Gaga’ya (Alejandro ve Bad Romance ekseninde, yalnız mutlaka her dinleyişte Lady Gaga’ya merhamet dolu bir şekilde acınacak, "yazık…" nidaları ağızdan dökülecek 8), bense (ve gene bir Sururi-Nergis işbirliğinde) Kate Perry – Hot’n Cold’a fena halde takıldık. Siz bizi boşverin sevdicekler, kaçın, kaçın kendinizi kurtarın. Eğer Bengü’nün bir blogu olsaydı, eminim La Oreja de Van Gogh – Partilerde ağlayan kız macerası hakkında da yazardı, hatta belki de şarkıyı bile koyardı o girişe. Ah keşke, keşke bir blogu olsaydı! (Tanrım size bir salıncak).

Başka neler yazacaktım ki ben (bugün günlerden pazartesi). Listeye bir daha göz atalım… Ah tabii ya, yılın şarkısı. Yılın şarkısı açık ara Martin Solveig – Hello (Belçika’da Ece’yle marketteyken bunun böyle Nouvelle Vague tarzında bir cover’ı çalıyordu, beklenenin aksine fena da değildi, aradım sonradan (bu [Marieke de Haan – her büyük göz makyajlı hanım sheryl manson olmak zorunda değil, değil mi?] olabilirdi, olsa idi ama değil idi, hello – a – a – ah…), bulamadım internetlerde bile – Orçun Künek albüm adlarına benzedi). Yılın müzik olayı, tabii ki $izoSuru podcastlerim (Avrupa’da yankıları hala sürüyor 8P).

Benim güzel kız kardeşim the national all, John Grant – Queen of Denmark ve Morphine – Like Swimming dinlemiş bu sene, $izoSuru’dan gayrı — bir tek Morphine’i biliyorum (ama onu da iyi bilirim hani), ilahi kızılcık, ne olacak, biz de bu sene dinleriz, öğreniriz, tıpkı Room Eleven, Mark Foggo, the Unthanks, De Staat’ı öğrendiğimiz gibi kendilerinden. Aslan Brian neler dinlemiş? derseniz, o da mektubunda (ki yılın mektubu seçildi 30 Aralık tarihli ilgili mektupları), [sururi bu noktada yakın gözlüğünü takar, mektubu gözlerine iyice yaklaştırır, gözlerini de başını eğmek sureti ile mektuba] Primus – Green Naugahyde, Arcade Fire – the Suburbs, de Kift – Brik, PJ Harvey – Let England shake, ve Barry Adamson’dan Stranger on the Sofa / ya tesadüfe bakar mısınız, bu paragrafı yazarken benim pikapta da Ryan Adams – The Shadowlands çalıyordu ki, yazınca fark ettiğim üzere, Barry Adamson değil imiş ama olsun, kem küm gak guk.

Efe’yle Belçika’daki akşamlarımızdan birinde birbirimize -başka birkaç şeyin yanısıra- dinlediğimiz müzikleri de gösterdik. Onun gösterdiklerinden bir tek Carrousel – Reviendra kaldı aklımda, bir de Olivia Ruiz’in bir zenci kardeşimizle yaptığı rap bir şeysi (ki pek beğenmemiştim o ikinciyi). Ama Carrousel güzel, bizim buraların (Bask elleri) müziğini de andırıyor (akordiyon münasebetiyle, Kepa Junkera bu arada, merak ederseniz).

Bu sene Tori Amos’a üzüldüm bir de. Hem müziksel, hem fiziksel bakımdan. Öyle güzel bir kadındın sen Tori Abla, almışlar seni, basmışlar botoksu gitmiş yüzündeki her türlü ifade, anlam, değdi mi söyle? Hala ilk kocanla mısın, dağları ağaçlı İrlanda’da mısın?

Bunlardan başka da gelmedi aklıma yazacak bir şey, adım $izo, soyadım Suru, yıllar yılı beni $izoSuru bildiniz, $izoSuru’dan şarkılar dinlediniz…