Bir Mektup ve diğer Nurullah Ataç yazıları

 – Bay Cahit Tanyol’a –

    Derginizin, Akademi‘nin ilk iki sayısını tırılca buldum, onun için bir daha almıyayım diyordum. Üçüncü sayısında bana bir cevabınız olduğunu öğrendim; zahmet edip yazmışsınız, ben de aldım okudum. İyi etmişim aldığıma: yazınız sevindirdi beni, bir değil, birkaç yönden sevindirdi, anlatayım.

    Önce şunu söyliyeyim size: o yazınızı, şimdiye değin gördüklerimin hepsinden çok beğendm. İyi bir yazıdır demiyorum, ama okunabiliyor. Öteki yazılarınızda bir sıkıntı, bir zorakilik sezilir, dokunduğunuz konuların sizi şöyle gerçekten ilgilendirmediği, o soruların sizi içinizden kavramadığı pek bellidir, düşüncenizin yetersizliğini birtakım karışık, edebiyatça sözlerle örtmeğe kalkarsınız. Bu kez içinizden gelen bir ses uyarak yazmışsınız. Kırılmışsınız, gücenmişsiniz, belki öfkelenmişsiniz, bir şeyler olmuş. Öfke, yazı yazan kişiye sevgi gibi, inan gibi iyi bir yoldaş değildir, ama ne de olsa ilgisizlikten yeğdir. Bir gün bir yazara gerçekten, şöyle benliğinizi saran bir güçle hayran olursanız, bir düşüncenin doğruluğunu sanki etinizde duyuverirseniz, bu dediklerimi o gün daha iyi anlarsınız.

    Sevinmemin ikinci sebebi beni artık beğenmediğinizi, sevmediğinizi söylemenizdir. İnan olsun, Bay Cahit Tanyol, sizin beni beğendiğiniz yazarlar arasında saymanız gücüme gidiyordu. Bunu sizi küçümsediğim için, sizde bir değer bulmadığım için söylemiyorum; ama sizinle ben biribirimizi sevebilecek kişiler değiliz, yaradılışımızda bir uzlaşmazlık, biribirimizden bir uzaklaşma var. Siz rahat bir kişisiniz, kaygılarınız dahi size bir rahatlık veriyor; biliyorsunuz, öğrenmişsiniz. “Oh! doğru yoldayım ben” diyebiliyorsunuz. Bakın, bana yazarlığı bırakıp da Muamer Karaca’nin kumpanyasına girmemi öğütlerken içinizin rahat olduğu nasıl da gözüküveriyor! Muammer Karaca seyircileri eğlendimeğe bakan, büğün var, yarın yok küçük bir sanat eri; siz büyük  sanatla uğraşan bir aydın!.. Ben ise kaygılarımdan bir türlü kurtulamam. Fıransız yazarlarından Jacques Rigault’nun “Kesin de söylesem gene sormaktayım” diye bir sözü vardır, ben her yazımın üzerine onu koyabilmek isterdim.

    Muammer Karaca sözünü öyle çabuk kapatmıyalım, o oyuncunun iyi olduğunu sanıyorum, gidip görenler hoşnut dönüyor, gülüp eğlendiklerini söylüyor, gene görmek istiyorlar. Ben, her sırası geldikçe söyledim, bizde bizim olacak tiyatronun, iyi, güzel, tiyatronun ancak öyle halk arasına karışan, kendilerini halka sevdiren oyunculardan, tuluat‘çılardan doğacağına inanlardanım. İşine yarıyabileceğimi umsam, hiç durmaz, Muammer Karaca’ya gider, beni de kumpanyasına almasını dilerdim. Ama, biliyorum, oyunculuk elimden gelmez; denedim, beceremedim; kendi benliğimden çıkıp başka bir benliğe giremiyorum… Muammer Karaca! ne de güzel adı var! Karacaoğlan gibi. Toprağımın kokusu var o adda; öyle Akademi gibi yaban sözü değil.

    Yazınızı okuduğuma başka yönlerden de sevindim: bana bazı düşündüklerimi bir daha söylemek, yeniden söylerken biraz daha açıklamak fırsatını veriyorsunuz. Sağolun… Baştan başlıyalım.

    Diyorsunuz ki: “Doğrusunu söylemek lazımsa, bu tarzda konuşmak (yani benim sizin Akademi dergisi üzerine konuştuğum gibi konuşmak), artık sizin gibi yaşını başını almış bir adama yakışmıyor.” Size şunu bildireyim, Bay Cahit Tanyol: ben bundan yirmi beş, yirmi altı yıl önce yazın alanına girerken: “Besmelesiz çıktım yola – Dil uzattım sağa sola” dedimse, öyle deyişim gençliğimden değildi; o gün bu gündür hep inandıklarımı yazarım. Uslanmıyacağım ben; sizin gibi efendi efendi bir yazar olmıyacağım. Yaşımla övünmedim: ne gençliğimle övündüm, ne de şimdi ihtiyarlığımla övünürüm. Beni öven yazınıza sinirlenmiş olduğumu hatırlattıktan sonra: ”Siz ne acayip yaratıksınız, tıpkı bir ısırgan otuna benziyorsunuz: ısırgan otu da sizin gibi huysuz bir bitkidir. Göğse takmak, sevgiliye vermek niyetiyle de insanın elini tırmalamak huyundan vazgeçemez” buyuruyorsunuz. Gül de öyledir ya, bilmişsiniz benim ne çiçek olduğumu. Her göğse takılmak, olur olmaz sevgililere verilmek işime gelmez benim; beni koparacak elin ne el olduğunu bir anlamak isterim. Ben, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi Hoca Neşet’e uyarak: “Biz özge haceyiz herkes ile bazarımız vardır – Tükenmez fikrimiz, efkar olunmaz karımız vardır” deyip boyuna dost arıyanlardan değilim. Yani size beni beğendiniz, bir yazınızda övdünüz diye benim hemen ağzım kulaklarıma varmalı, ben “Hay ne büyük adammış şu Bay Cahit Tanyol!” deyivermeliydim, değil mi? Yağma yok! ben koparılacak çiçek değilim, kendim çiçek ararım. Beni beğenmiyen çok kişiler varmış. Allah artırsın! siz de aralarına karıştınız, daha iyi oldu. Benim beğendiklerim bana yeter.

    Acı söylediğinizi sanıp: “Çevrenizde, sizi acı sözlere karşı avutacak genç dahileriniz eksik olmaz” diyorsunuz. Doğrusunu söyleyin, Bay Cahit Tanyol, siz de o dahilerden olmaz istemez miydiniz: Sizin şiirlerinizi, eleştirme yazılarınızı öven şöyle ufak bir söyleşi yazıverseydim, iyi etmez miydim: Sizi tanıtmış olurdum, benim sözüme inanıp sizi beğenenler de belki bulunurdu… İş öyle değil, Bay Cahit Tanyol, iyi olmıyan şairi, iyi olmıyan yazarı iyi sandırmağa benim gücüm yetmez; ben, birkaç genç şairi övdümse onları tanıtmak için övmedim; gerçekten beğeniyordum da onun için beğendiğimi söyledim. Benden onlara değil, ancan onlardan bana şeref gelebilir. Yazılarımı okumuş olsaydınız, hiçbirine “dahi” demediğimi de görürdünüz. Hiç sevmem o “dahi” sözünü, bütün ömrümde alay etmeden beş kez ya kullandım, ya kullanmadım. Ama sizin benim yazılarımı okumadığınız, İnsan‘da mıydı neredeydi, o beni övmek için yazdığınız yazıdan da belliydi.

    Benim politika, siyaset demeyip yurt-yönetimi deyişimi anlamamışsınız; olur a, anlamazsınız! “Politika ile yurt-yönetimi arasındaki münasebeti kavrayamadım” buyuruyorsunuz. Kavrayamasanız da olur ama ben bir anlatayım: Yunanca polis sözü şar, kent, balığ, medine, cite demektir; politikos şehirli, balığlı, citoyen, yurttaş demektir; politike sözü de bir şehirlinin, kentlinin, balığ kişisinin o balığın işlerinin yönetimine karışmasıdır; büğün de sözlükler Fıransızca politique sözünü: “Bir devleti yönetmek uzluğu, hüneri” diye tanımlarlar. Ben de onu düşünerek yurt-yönetimi dedim; ama biliyorum ki bu söz politika sözünün öteki anlamlarına uymaz; örneğin bir kimsenin bizi övmesini sağlamak için onu övmeğe kalkmak anlamına gelemez… Yurt-yönetimi demeği ben pek beğenmedim, başka bir karşılık arayacağım; ben bulamazsam başka bir kimse bulur, daha bir iyisi çıkınca ben de yurt-yönetimi sözünü bırakırım. Ama şimdilik yurt-yönetimi demeği politika gibi yaban bir sözü, yani benim dilimden olmıyan bir sözü kullanmaktan yeğ buluyorum.

    Ben, sizin dediğinize göre, bilginlerle alay eden bir kişiymişim… Ne de iyi bilmişsiniz!.. Bilginlere saygım vardır, Bay Cahit Tanyol, ama öyledir diye bilginlik takınan her kişiye saygı gösteremem. Biliyorsunuz, ortalık pahalı, gürültüye pabuç bırakmanın sırası değil. Ama size karışmam, siz istediğinizi bilgin sayıp önünde diz çökün, derslerini öğrenin; onlar da size bilgisever diye bakar, belki iyi bir şair olduğunuza dahi kanarlar. Kendiniz söylüyorsunuz, ben artık yaşımı başımı aldım, öyle çocukluklar etmem doğru olmaz.

    Gelelim Türkçenin bozulmasına… Diyorsunuz ki: “Türkçe Türkçe olalı, sizin kadar Türk diline saygısız bir adam yetişmemiştir. Gerçi sizden beş on sene evvel, kısa bir zaman için, bazı yazarlar da bu işe girişmişlerdi; lakin buyruk yürürllükten kalkınca, onlar da bundan vazgeçtiler.” Anlaşılıyor ki benim Türk diline saygısızlığım yahut saygısızlıklarımdan biri, ya başkalarının kurduğu, ya benim kurduğum yeni Türkçe sözleri kullanmaktır. Siz, bilgin saydığınız birkaç kişiye yaranmak için, ”bazı yazarların da bir emirle, bir buyrukla o işe girişmiş” olduklarını söylüyorsunuz; bu sözünüzde, bizim bağlı kalmakla onurlandığımız bir hatıraya saygısızlık var; ama ben ona karışmıyacağım, yalnız size şunu söyliyeyim: yeni sözleri kullanmak Türkçeye bir saygısızlıksa, o saygısızlığı siz de gösteriyorsunuz: işte bakın, muharrir demeyip yazar diyorsunuz; meriyet demeyip yürürlük diyorsunuz… Yani, Bayım, ne dediğinizi bilmiyorsunuz.

    Benim Türkçeye bir saygısızlığım daha varmış: Türkçenin sözdizisini, nahvını bozuyormuşum. Bozmuyorum, düzeltiyorum. Benim için Türk dili, Türk yazını sizin yüce bilginlerinizden, Edebiyat-ı Cedidecilerden, Tanzimatçılardan başlamaz; ben eski yazarlarımızı, Mercimek Ahmet’i, Aşıkpaşazade’yi de arasıra açıp okurum; onların dili, sizin imrenerek baktığınız yazarların dili gibi kaskatı kesilmemiştir; konuşma dilimizin sıcaklığı vardır onlarda. Türkçeyi bozmuşlar, bozmuşlar, esnemeden okunamıyan bir dil haline getirmişler; demek ben de dilimizi canlı canlı yazanlara uymayıp sizin “dahi”lerinize, hani benim genç “dahi”lerim gibi sizin de gençli, ihtiyarlı “dahi”leriniz var, onlara uyacağım! Hiç bakmayın bana, Bay Cahit Tanyol, kandıramazsınız.

    Benim dilim eğlenceli imiş, “şu sizin üslubunuzla bir fizik veya matematik kitabı yazdırsak ne iyi olur. Okullarda öğrenciler bu derslere bir türlü ısınamıyor, hep sınıfta kalıyorlar; halbuki o zaman bu dersleri sevmiyen çocuklar dahi, Nasreddin Hoca’yı okur gibi, bütün fen derslerini fıkır fıkır gülerek öğrenirler. Ankara’daki pedagoglara bir teklif ediniz, bakalım ne diyecekler?” diyorsunuz. Öyledir benim deyişim, eğlencelidir; sizinki gibi, sizin pek beğendiğiniz kimselerinki gibi kişinin içine bunaltı veren bir dil olacak değil ya! kolay anlaşılır; dediğiniz gibi, keşke bilim betiklerini benim deyişimle yazsalar, çocuklar kolayca anlayıp öğreniverirler. Sizin İstanbul bilginleriniz beğenmeseler dahi Ankara eğitimcileri belki bir denerler…

    Akademi sözünü de siz bilginler, aydınlar derneği anlamında kullanmamışsınız. “Amerika’da ortaokullara bu ismin verildiğinin farkında olsaydınız, böyle yersiz bir hücuma kalkışmazdınız” diyorsunuz. Ya! demek siz derginize ortaokul dememek için Akademi dediniz. Hiç aklıma gelmemişti! iyi düşünün, belki de “akademi” sözünü çıplak resmi yerine kullanmışsınızdır.

    Daha diyeceklerim vardı ama bıktım artık. Hoşçakalın.

Nurullah Ataç
Karalama Defteri ~ Ararken, YKY

——————————————————————————-

Yağmur: Adını “İstanbul Mektubu” koyacaktım bu yazımın, sonra düşündüm, beğenmedim, İstanbul’u mu anlatacağım ben: Bana mı düşmüş İstanbul’u anlatmak: Siz onu şairlerden dinleyin: güzelliklerini, eğlencelerini, cana can katmasını söyliye söyliye bitiremiyorlar. Doğrusu, ben pek göremiyorum o güzellikleri, ama inanırım, neme lazım! şairlerle tartışmaya mı girişeceğim: Söz ebesi onlar, başa çıkabilir miyim?

Başka tehlikesi de vardır İstanbul’u yermenin. Şairlerden geçtim, Muallimler Birliği de kızıverir. Ne olur benim halim o zaman: Görmediniz mi: Yazarlarımızdan biri, Yahya Kemal Bey’in şiirlerinden hoşlanmadığını söyliyecek oldu, sen misin efendim böyle dil uzatan! “Telin mitingleri”, yani sizin, benim anlıyacağımız, “ilenme toplantıları” yapıp adamcağızın burnundan getirmeğe kalktılar. Bana da bulaşırlar. Hayır, İstanbul’dan açmıyacağım, bu şehrin dillere destan güzelliklerini de, hepsi biribirinden üstün aydınlarını da anlamadığımı söyliyecek değilim.

Üç gündür yağmur yağıyor, ben ondan yakınacağım. Yaha Kemal Bey “milli kıymet”tir, İstanbul “milli kıymet”tir, yağmuru da “milli kıymet” sayamazlar ya! Ben de çekinmeden söylerim onu sevmediğimi. (…)

(bu da “Ararken”den)

——————————————————————————-

Kedi: Kimsenin zevkine karışılmaz, kedileri ille herkes sevsin demiyeceğim, ama ben, kedi sevmiyenlerle anlaşamam. “Kiminle anlaşırsın ki!..” diyeceksiniz. O da yalan değil: bu yaşa geldim, büyüğü ile de, küçüğü ile de çekişmeyi bir türlü bırakamadım. Artık etmiyeyim, insanın yaşarsa arıyacak, ölürse rahmetle anacak eşi dostu, gücendirmediği, kırmadığı birkaç kimsesi bulunmalı diyorum, olmuyor. Öyle dediğimin ertesi günü, ne ertesi günü? yarım saat sonra, en canciğer dostumla bir çekişme, bir kavga, aramızda kan davası varmış gibi düşman oluyorum. Bakıyorum, arkadaşlarım geçimsiz insanlar değil, biribirleriyle dargınlık, küskünlük çıkardıkları yok, her dedikleri bir olmasa bile o ayrılıkları gözlerinde büyütmüyorlar. Tek tatsızlık çıkmasın diye biribirleri uğrunda en köklü sandığınız düşüncelerini feda ettikleri de oluyor. İyi ediyorlar: dünyada düşünce çok, değiştir değiştir kullan; dost bulmak zor. Şaka söylüyorum sanmayın, sahi diyorum. (…)

(“Günlerin Getirdiği”nden)

——————————————————————————-

Nurullah Ataç’ın, Ahmet Haşim’e dair çok güzel yazıları var kitapta, bir ara onları da alıntılarım inşallah. Bunlardan biri de, ölüm yıldönümü itibarı ile yazdığı “4 Haziran” başlıklı yazısı, o yazıdan, üstteki alıntıyla ilintili olarak şu kısmı aktarmak istedim:

4 Haziran: (…) Bir acayip adamdı Ahmet Haşim. Çabucak kızar, insana günlerce, aylarca küserdi. Bana darılmasın diye elimden geleni yaptım, gene de iki kere dargınlık çıkardı. Neye, niçin öfkelenir, bilinmezdi. Adet edinmişti kızıp darılmayı. Öfkelenmek onun için yemek gibi, uyumak gibi bir ihtiyaçtı. Ancak son günlerinde yumuşamıştı. La Bruyere söylemiş: insan ölümlü bir hastalığa tutulunca hınçlarını, garazlarını unuturmuş, kinlerimizin silinmesi ölümün en yanılmaz habercisiymiş. Helallaşmak ihtiyacı şüphesi ondan doğuyor. Ama Ahmet Haşim o günlerinde de bir kolayını bulup iki kişiyle darıldı oysaki birini pek severdi. (…)

(“Ararken”den)

——————————————————————————-

Uğraş Saygısı: (…) Üstat sözünün başına gelenleri biliyorsunuz. Alay için kullanıyorlar artık; yakında mahkemeler de hakaret sayacak. Benimle konuşanların da: “Üstat!” dedikleri olur; bilirim, çoğu eğlenmek içindir. Ama sesimi çıkarmam; o söze saygım olduğu için. Elimden gelse kurtarırdım onu.

Bir de “usta” sözünü düşünün. İşçiler onu ne kadar saygıyla kullanıyor! Bir kunduracıya, bir çilingire, bir kuyumcuya “Usta” dediniz mi, ne kadar memnun olur! Elbette: uğraşlarının en yüksek mertebesine verilen addır da ondan; tuttukları işe saygıları vardır, bir yalancılık diye bakmazlar. Biz yazarlar ise, uğraşımızın en yüksek mertebesini göstermesi lazım gelen sözün bayağılaştırılmasına ses çkarmadık, kendimiz istedik bayağılaşmasını. (…)

(“Günlerin Getirdiği”nden)

——————————————————————————-

Suut Kemal Yetkin’e Mektup:

Saygıdeğer Bay Yetkin,

    Emeğinizi esirgemeyip yazmak kayrasında bulunduğunuz o inceliklerle, güzelliklerle dolu mektubunuzu… Olmıyacak, iki gözüm, elimden gelmiyecek, bunca yıldır sen dediğim bir dostla şimdi siz diye konuşamıyacağım. Ne söyliyeceğimi zaten pek bilmiyorum, sonra büsbütün şaşırırım… Siz demeği de nereden çıkardın Allah aşkına: Yoksa kızdın, darıldın mı: Mektubunun bir yerinde : “Her beyaz dediğime siz kara demişsiniz” demene bakılırsa benim o “Gençlere Öğüt” adlı yazım senin canını sıkmış biraz. Yanılmışsın dostum, ben seni gücendirmek istemedim. Bir kişiyi gücendirmeği göze aldım mı, ne dil kullandığımı bilirsin. Senin her ak dediğine kara demek aklımdan bile geçmedi; yalnız baktım ki senin düşündüklerinle benim düşündüklerim biribirlerine pek uymuyor, sen kendi düşündüklerini söylemişsin, ben de benim düşündüklerimi söyleyivereyim dedim, işte o kadar. (…)

(“Sözden Söze”den)

Bu son alıntı da, “Günlerin Getirdiği ~ Sözden Söze” kitabının (YKY) arka kapağından, Haldun Taner’in, Nurullah Ataç üzerine bir yorumundan:

“Hani aile içinde, yaşlı bekar amcalar vardır. Bir günleri bir günlerine pek uymaz. Neden hoşlanır, kimi sevmezler, kimi sever, neden hoşlanmazlar, belli olmaz. Ama yine de patavatsızlıklarına rağmen dürüsttürler, hırçınlıklarına rağmen candan. Hatta yolları beklenir. Yine çıkagelse de didişse, kavga etse, veriştirse diye varlıkları aranır.

İşte Ataç usta da edebiyatımızın böyle eserekli bir amcası idi.”
Haldun Taner

Alıntıları bitirecektim, ama Haldun Taner’in dedikleri aklıma birkaç şeyi (Amerikan dizilerinden öğrendiğimiz Şükran Günü Aile Muharebeleri, Huysuz İhtiyarları ve bir de Ataç’ın Ahmet Haşim’in cenaze/saygı töreninde yaptığı konuşmaya dair olan yorumunu getirdi. Bu saydıklarımdan Ataç’ı “Huysuz İhtiyar” mevhumundan kesinlike ayrı tutarım — şayet bir Huysuz İhtiyar varsa, benim için o her zaman sevgili aksi filozofumuz Schopenhauer olacaktır. Bu aralar, epey gecikmeli olarak, amcanın “Aşka ve Kadınlara Dair – Aşkın Metafiziği” seçkisini okuyorum, okudukça “Aşk olsun!”larımı saydırıyorum, bu konu üzerine de inşallah bir ara yazarım ama dedikodu mahiyetinde şunu söyleyeyim (ben de yanlış hatırlamıyorsam, Thomas Mann’ın “A death in Venice and other stories” seçkisinin önsözünden öğrenmiştim): Schopenhauer’in son günlerinde bir kız için kendini rezil etmesi Thomas Mann’ı vaktiyle kalbinden (beyninden demek tabii ki daha doğru olacak!) derinden yaralamış. Neyse, ne diyorduk, Ataç’ın Ahmet Haşim’le ilgili törendeki konuşmasının yorumu…

Haşim’i Yermişim: (…) İşte böyle şeyler söyledim. Bunları söylerken Haşim’i yermek, kötülemek aklımdan bile geçmemiştir. Belki o gün bunları söylemenin sırası değildi; yeni ölmüş bir şairin yalnız iyi taraflarını göstermek belki daha doğru olurdu. Benim sözlerim, Nurettin Artam’ın dediği gibi, “nikahta talak ayetlerini okumağa benzemiş” olabilir; ama Haşim’i yermek değildi. Ben o akşam yerdim, yerdim ama başka kimseleri yerdim.

(“Günlerin Getirdiği”nden)

inanmazsınız ama, “son bir şey daha” yazacaktım, aklımdan gitmiş. (The Smiths’in “Thank your lucky stars” adında bir konser albümü vardır, o aklıma geldi 8)

diğer şeyler…

diğer şeyler bir yana, bir insana yapılabilecek / başına gelebilecek en kötü şeylerden biri, onu bir gece uyurken ortaçağa götürüp bırakmak ve kendinden, varlığından, bütün o hayat bilgisinden şüphe ettirmek olacaktır.

Öyle çok uzun uzadıya yazmak istemiyorum ama var tabii sinemada filan bunun uygulamaları (zamanda yolculuğun işin içine girmesine bile gerek kalmadan hatta), ilk aklıma gelen, The Lady Vanishes, ondan hemen sonra da Flightplan.

İnsanın bildiklerinden şüphe etmesi zaten yeterince can sıkıcı bir şeyken, üstüne bir de şüphe ettirilmesi tam manasıyla eşek şakası (“Paranoyak olman izlenmediğin anlamına gelmez” varyasyonu, satrançta oyun sonu taktikleri, Joseph Heller).

12 Maymun şu alıntıyla başlar:
“… 5 BILLION PEOPLE WILL DIE FROM A DEADLY VIRUS IN 1997…
 … THE SURVIVORS WILL ABANDON THE SURFACE OF THE PLANET …
 … ONCE AGAIN THE ANIMALS WILL RULE THE WORLD … “

– Excerpts from interview with clinically diagnosed paranoid schizophrenic,
  April 12, 1990 – Baltimore County Hospital.

yani özetle, 1990 yılında, akıl hastenesindeki paranoid şizofren bir hasta, 1997 yılında, 5 milyar insanın öleceğini söylüyor.

çok uzun bir süre için, çok güzel bir şekilde, o alıntıyı yanlış okudum: 1997 yılında, akıl hastanesindeki paranoid şizofren bir hastanın, 1990 yılında, 5 milyar insanın öleceğini söylediği şeklinde… her ne kadar ilk başta tabii ki alıntının orijinal hali bu girişin içeriğine uygun görünse de, biraz düşününce, esas ikinci halde insanın bildiklerinin darmadağın olmuş olduğu görülecektir (dedi İsviçreli bilim adamları).

Hamiş: Dün yolda David Bowie dinliyordum, Life on Mars, Gene Genie, I’m afraid of the Americans. Sonra aklıma Life on Mars (dizi) geldi, sonra da Emir – acaba Emir seyretmiş midir, diye düşündüm, biraz önce de, bu girişteki alıntı kısmını yazarken Emir beni Skype’tan buldu, konuştuk oh ne güzel oldu.

PİNAS A.Ş.

Düne 1971 yapımı, başrollerinde Hülya Koçyiğit ile Tarık Akan’ın oldukları “Vefasız” filmi damgasını vurdu. Okumakta olduğunuz bu satırların yazarı şahsiyet, sabah kahvaltısından az biraz sonra “arkadaşlarını para için satanlar için kurulmuş bir şirket” repliğini aklına getirebilme yetisine sahip. Neredeydi, neredeydi bu replik derken, önce Belkıs Özener’in “Sahibinin Sesinden” albümündeki şarkılar tek tek çalındı (bir tek “Civciv çıkacak, kuş çıkacak”ı es geçtim, onun başında böyle bir repliğin atılmasının imkansızlığına istinaden), orada bulunamayınca, şu Yeşilçam şarkılarının listelerine baktım, sonra da Profesör Google’ın kapısını çaldım.3 saat sonunda hedefe ulaşmıştım.

Filmi, cümleten bayıldığımız “Neşeli Günler” (1978, nam-ı diğer “Turşucular”) ile efsanevi “Uçtu Kuşum”lu “Ah Nerede” (1975)’nin de yönetmeni olan Orhan Aksoy yönetmiş (o filmlerin senaristi Sadık Şendil, “Vefasız”ınki ise Safa Önal imiş). Neyse, konuya gelelim: Hülya Koçyiğit ile Tarık Akan, fakir ama mutlu bir çift, Tarık Akan onu terk edip, zengin kızla evleniyor, Hülya Koçyiğit de “kaderin tokadını yiyip, kötü yola düşüyor”. En nihayet bir gün müşterilerinden biri “Senin gibi bir kadına sahip olmak en büyük hayalim, bu uğurda her şeyi yapmaya hazırım” diyor, o da “Her şeyi mi?…” derken ekran kararıyor, açıldığında Hülya Koçyiğit adını PİNAS koyduğu, bir şirket sahibi, bu sırada Tarık Akan’ların şirketinin işleri bozuluyor, işte karısı da, PİNAS şirketine kredi almaya gidiyor, orada anlıyoruz ki Hülya Koçyiğit kafayı çizmiş (olayın vehametini yine de daha tam boyutlarıyla anlayamıyoruz). Tarık Akan’ı onun elinden alan -bir zamanlar- zengin kız, kötü olması gerekirken, aralarındaki konuşmada aklı selim taraf oluyor. Mesela, kredi almak için geldiği muhatabının Hülya Koçyiğit olduğunu anlayınca, “Ama,” diyor, “sen bu kadar parayı normal yollardan yapamazsın ki…” (buna cevap olarak Hülya Koçyiğit “e bana babamdan para kalmadı (senin gibi)” diyor). Sonra zavallı kızcağız “bu bir kabus olmalı” diyor ama H.K. durmuyor, PİNAS’ı onlar için, yani “Para için namusunu arkadaşlarını satanlar” için kurduğunu söylüyor (nasıl diyeyim sana / ilk harflere baksana – Anonim kek şiiri, M.Ö. 300). Akşam kız(cağız) eve dönünce, Tarık Akan’a PİNAS’taki muhatabının bunak, aksi bir ihtiyar olduğunu söylüyor ve ekliyor “ama bu tatsız karşılaşma bana çalışmak için şevk verdi, çok çalışıp, bu krizin üstesinden gelme azmiyle doldum”. Fakat akşamına PİNAS’ın çalışanlar toplantısına davetiye gelince, Tarık Akan da bilmediği bu “huysuz ihtiyar” karşısında bir şansını denemeye karar veriyor. Oradaki muhabbet de süper: Hülya Koçyiğit, kutlama için kiraladıkları düğün salonununda çalışanlarına “hep siz bana hizmet ettiniz, bugün ben size hizmet edeceğim” deyip, elinde tepsi, kuru pasta dağıtıyor masadan masaya. Sonra bir bakıyor, Tarık Akan gelmiş, tabir-i caizse, böyle “kütük” gibi bakıyor. Sonra Hülya Koçyiğit, oradan geçmekte olan müdür eliyle (munchassen by proxy), Tarık Akan’a laf sokuyor ama orada elinde bir başka tepsiyle duran ve alet olduğunun her kertede bilincinde olan müdürün yüz ifadesi, onun da, bizim gibi, patronunun öyle böyle değil, hakikaten kafayı fena çizdiğini kavradığını bize anlatıyor. (bu paragrafın hepsini ve daha fazlasını Vefasız 8/10 videosunda izleyebilirsiniz, tavsiye de ederim)

Karısı ekonomik krizden çıkamayıp, iflas edince, Tarık Akan onu terk ediyor (halbuki öncesinde kızcağız, Hülya Koçyiğit’le görüşmesinin ardından, Tarık Akan’a, her şeyi bırakıp, sade bir yaşam sürmeyi teklif etmiş ve akabinde reddedilmişti). Tarık Akan, Hülya Koçyiğit’in evine gidiyor ve orada delilik ürkütücü seviyeye vuruyor: Hülya Koçyiğit, Her yan yüzünde Tarık Akan’ın bir fotoğrafının olduğu bir altıgen prizmanın yanında duruyor. Tarık Akan çok etkileniyor “beni masallardaki kadar çok seviyorsun demek” diyor, Hülya Koçyiğit’se “Sana taptım” dedikten sonra, fotoğrafların arkalarını çevirmeye başlıyor, hepsinin arkasından da farklı farklı başka adamların fotoğrafları çıkıyor. Tahmin edeceğiniz gibi “sana ulaşmak için bu adamların hepsinden yardım aldım” diyor, “hala beni istiyor musun?”. Tarık Akan’ın yüz ifadesinden pek de istemediğini anlayabiliyoruz ama sonra Hülya Koçyiğit içi para dolu bir dolap gösteriyor ve “ama sen herhalde nakit istersin — ne kadar istersen al..” deyip çıkıyor (Vefasız 9/10 videosunda 5:48 ve sonrası). Sadede gelelim, filmin sonunda Tarık Akan ona yetişiyor, “istersen tekrar eski muhitimize yerleşiriz, sen terzi kızı bilmemkim, ben de kamyon şöförü bilmemkim olurum, parada gözüm yok” diyor. Sarılıyorlar, el ele tutuşuyorlar ve film de böylelikle mutlu son’la bitiyor, ruh hastası bir kadın ile para delisi bir adam böylelikle birbirlerini bulmuş oluyorlar.

Peki niye yazdım ben bunu böyle? Çünkü öyle böyle değildi. Artık hem kendimden, hem de Hülya Koçyiğit’ten daha da fazla korkuyorum… Bırrrr….

when harry met sally 2 : when harry met sharon

ya da kısa kısa filmler filan.

Bunu hesapta yılın listesi filmler: 2011’i yazdığımda yazacaktım, ama yine yazarım, blog benim değil mi (yılın filmi Synecdoche, NY bu arada). Yılın en güzelliği Greenberg’de tanıyıp çok ama çok (ama hakikaten çok, lise aşkı gibi, yaz aşkı gibi, ilk aşk gibi, öyle uzaktan en saf duygularla ve imkansız olduğunu ne kadar iyi bilseniz de, yine de sormak zorunda hissettiğiniz bir “ya çıkarsa” milli piyango bileti)… öyle işte, GRETA GERWIG, ladies and gentlemen! Greenberg, tıpkı The Squid and the Whale gibiydi, potansiyeli o kadar yüksek olmasa daha çok sevebileceğimiz filmlerdendi ama teori/pratik diyalektiğine kurban veriyorsunuz sonuçta filmi ama yine de Greta Gerwig. Ayrıca bir yan not olarak da (as a side note), Kate Winslet ile Chloe Sevigny’nin çocuğu gibi.


(Sağdaki)

İkinci güzelimizi toplamda 15, bilemedin(iz) 20 dakika görmüşlüğüm vardır herhalde epi topu, o da ağır makyaj altında (hatta başka makyajlar altında gördüğümde pek de olamadım sayın seyirciler), öyle kısa ama güzel bir seyirlikti özet olarak. Pek seyretmediğim bir dizi olan Cold Case’in n. tekrarlarından birinin sonlarına yetiştiğim bir bölümünde karşılaştım bir akşam üstü: Sarah Jones, ilgili bölüm: The Revolution, S02E14.


(Sağdaki (benim sağım) * gelinliksiz olan)

Üçü az evvel gördük, Castle, S02E24’ün yan arkadaşı rolünde, Allison McAtee imiş.

(ikisi de aynı ama ben soldakini, Pushing Daisies’te alayım mümkünse — aa, ama orada da Chuck var, severim Chuck’ı da)

Ortak nokta, dizi/film ayrı bir şey, başka dizi/film ayrı bir şey, film hilesi + karakter/rol. Filmde seyredince güzelleşiyorlar (taş yerinde ağır) ama mesela bugün de şöyle bir şey oldu: afişte çok güzel olan bir ablayı, filmin fragmanında öyle bulamadık velhasıl (photoshop gel bizi kurtar diyorsunuz ama fotoşaplık bir iş değil o benim güzel bulduğum format, hatta belki filmi fotoşaplamışlardır, makarnaya filan koyuyorlarmış netekim): Jessica Chastain, The Debt.


(sağdaki değil)

zaten bugün bu afişi görünce, aklım yine gitti Greta Gerwig’e. Filmden de (The Debt), Helen Mirren ve başlıktaki arkadaşa ulaştım bir başka vesileyle (bu gece- bu gece- biiiir başşşkaaaaa gece). When Harry Met Sharon.

Gürer eskiden blogunda güzelleri (Faye Valentine, Chun Li, vs..) değerlendirirdi not vererek, o güzide sayfaları beyhude aradım alıntılamak için. Zaten inkar edecektir büyük bir ihtimalle de.

Hayali arkadaşım y yo.

Bir sene iki ay kadar önce, bir konferans için sel sonrası gittiğim şirin bir Fransız kasabası Nancy’de bir arkadaş edinmiş idim. Kısa sürede çok iyi arkadaş olduk, sizin de başınıza gelmiştir belki, bazen öyle şeyler olur.

Şimdi, gene “Up in the air”e gelecek olursak ki, siz de ben de biliriz que ‘teşbihte hata olmaz’: akademik yaşam da biraz öyle. Konferanslarda bir araya geldiğiniz uluslararası bir hayli gevşek ağınız vardır; diğer arkadaşlarınızla ortak konferanslarda buluşmak üzere anlaşırsınız; günün birinde bir başka kente, bir başka konferans için gelindiğinde, o ülkede, o kentin civarında yaşayan arkadaşlarınıza haber eylersiniz orta bir yerlerde buluşmak için.

İşte şimdi geç oldu, 3 gündür burada (Bilbao) düzenlediğimiz bir konferans vesilesiyle pestilim çıkıyor, gece 2’de yatayor, sabah altı buçukta kalkayorum, gün boyunca da koşturuyorum – pek mutlu bir yorgunluk da değil bu arada, sunumun verildiği de alındığı da ortamları oldum olası sevemedim.

Neyse, diyordum ki bir önceki paragrafa devam edecek olsaydım, uzun lafın kısası arkadaşlar, kısa keseceğim artık şimdi bu girişi. İşbu konferans vesilesiyle Liliana ile yine bir araya geldik, uzun uzun, kısa kısa aklımıza gelen her konuda konuştuk. Konuştuğumuz konulardan biri de arkadaşlığımız oldu, zira düşünecek olursanız hayli ilginç – benzer şekilde pek benzemeyen şeyleri düşünüyoruz ve bu birbirimizle akıcı bir şekilde iletişim kurmamızı ve bu iletişimden bizatihi keyif almamızı sağlasa da, aslında birbirimiz hakkında somut denebilecek verilere pek sahip değiliz ve bu nedenle de, benim tanıdığım Liliana, gerçekte olan Liliana’nın belki yüzde otuzu civarında bir eşdeğerliğe sahip (and vice versa). Daha çok gerçek Liliana’nın bir temsilcisi/sembolü/delegesi konumunda ve fakat yine de, benim için varolan hali yüksek oranda benim ona yüklediğim anlamlara tekabül etmekte. Yani aslında yüzdeye vurulduğunda, kendisinin bir temsilcisi değil, aslında kendisinin bendeki yorumlanışının temsilcisi (and vice versa, yani ben de onun için öylesi bir şeyim, kaldı ki daha çok ben konuştuğum için (kendimi bile sıkacak kadar çok konuşuyorum zamanın darlığına istinaden), belki benim ondaki algılanışım (perception diyelim) aslıma onun durumundakinden daha yakın.

Kusura bakmayın, ne kadar anlatmaya çalışsam da size, olmuyor, yarın belki biraz daha denerim ama sonuçta bu yüzden Liliana ile farklı bir arkadaşlığımız var. Vaz geçtim yarın further açımlama yapmaktan, o yüzden şunu da yazıp yatayım: misal aynı şehirde yaşıyor olsak, ya da aynı şehirde yaşarkene tanışıp, iyi arkadaşlar olup sonrasında farklı şehirlere gitmiş olsak böyle olamazdık. İşte bu, tamamıyla akademik hayatın getirdiği ekstra bir ilişki tipi. HitNet arkadaşlarımla mesela, öteden beri play/pause yapabilme yeteneğimiz vardır, ama bu girişte anlattığım şey öyle değil. İlginç bir olgu, sürekli varolan bir şey, biraz kasış olsa da şöyle bir tanımlama yapmaya çalışacağım (tanımlamalar insanı Sururi, ne demiş Google? “sınıflandırma yapamıyorsam yok sayarım, yok ederim, exterminate exterminate exterminate (Dalekler ve Gürer)): iki kişinin çok iyi bildikleri bir parçada sürekli olarak düet yapmaları gibi – birbirlerinden uzaklaşsalar da şarkıya devam ediyorlar kendi başlarınayken de, sonra tekrar bir araya geldiklerinde şarkı güçleniyor, uzaklaştıklarında hafifliyor ama hiç bitmiyor, kopmuyor. Süreklilik hep var, ama süreklilik içerikte değil, şarkı söylüyor oluşlarında, düşünüş tarzlarında.

Çok konuştum, anlatmayı da beceremedim ama olsun.