Hayali arkadaşım y yo.

Bir sene iki ay kadar önce, bir konferans için sel sonrası gittiğim şirin bir Fransız kasabası Nancy’de bir arkadaş edinmiş idim. Kısa sürede çok iyi arkadaş olduk, sizin de başınıza gelmiştir belki, bazen öyle şeyler olur.

Şimdi, gene “Up in the air”e gelecek olursak ki, siz de ben de biliriz que ‘teşbihte hata olmaz’: akademik yaşam da biraz öyle. Konferanslarda bir araya geldiğiniz uluslararası bir hayli gevşek ağınız vardır; diğer arkadaşlarınızla ortak konferanslarda buluşmak üzere anlaşırsınız; günün birinde bir başka kente, bir başka konferans için gelindiğinde, o ülkede, o kentin civarında yaşayan arkadaşlarınıza haber eylersiniz orta bir yerlerde buluşmak için.

İşte şimdi geç oldu, 3 gündür burada (Bilbao) düzenlediğimiz bir konferans vesilesiyle pestilim çıkıyor, gece 2’de yatayor, sabah altı buçukta kalkayorum, gün boyunca da koşturuyorum – pek mutlu bir yorgunluk da değil bu arada, sunumun verildiği de alındığı da ortamları oldum olası sevemedim.

Neyse, diyordum ki bir önceki paragrafa devam edecek olsaydım, uzun lafın kısası arkadaşlar, kısa keseceğim artık şimdi bu girişi. İşbu konferans vesilesiyle Liliana ile yine bir araya geldik, uzun uzun, kısa kısa aklımıza gelen her konuda konuştuk. Konuştuğumuz konulardan biri de arkadaşlığımız oldu, zira düşünecek olursanız hayli ilginç – benzer şekilde pek benzemeyen şeyleri düşünüyoruz ve bu birbirimizle akıcı bir şekilde iletişim kurmamızı ve bu iletişimden bizatihi keyif almamızı sağlasa da, aslında birbirimiz hakkında somut denebilecek verilere pek sahip değiliz ve bu nedenle de, benim tanıdığım Liliana, gerçekte olan Liliana’nın belki yüzde otuzu civarında bir eşdeğerliğe sahip (and vice versa). Daha çok gerçek Liliana’nın bir temsilcisi/sembolü/delegesi konumunda ve fakat yine de, benim için varolan hali yüksek oranda benim ona yüklediğim anlamlara tekabül etmekte. Yani aslında yüzdeye vurulduğunda, kendisinin bir temsilcisi değil, aslında kendisinin bendeki yorumlanışının temsilcisi (and vice versa, yani ben de onun için öylesi bir şeyim, kaldı ki daha çok ben konuştuğum için (kendimi bile sıkacak kadar çok konuşuyorum zamanın darlığına istinaden), belki benim ondaki algılanışım (perception diyelim) aslıma onun durumundakinden daha yakın.

Kusura bakmayın, ne kadar anlatmaya çalışsam da size, olmuyor, yarın belki biraz daha denerim ama sonuçta bu yüzden Liliana ile farklı bir arkadaşlığımız var. Vaz geçtim yarın further açımlama yapmaktan, o yüzden şunu da yazıp yatayım: misal aynı şehirde yaşıyor olsak, ya da aynı şehirde yaşarkene tanışıp, iyi arkadaşlar olup sonrasında farklı şehirlere gitmiş olsak böyle olamazdık. İşte bu, tamamıyla akademik hayatın getirdiği ekstra bir ilişki tipi. HitNet arkadaşlarımla mesela, öteden beri play/pause yapabilme yeteneğimiz vardır, ama bu girişte anlattığım şey öyle değil. İlginç bir olgu, sürekli varolan bir şey, biraz kasış olsa da şöyle bir tanımlama yapmaya çalışacağım (tanımlamalar insanı Sururi, ne demiş Google? “sınıflandırma yapamıyorsam yok sayarım, yok ederim, exterminate exterminate exterminate (Dalekler ve Gürer)): iki kişinin çok iyi bildikleri bir parçada sürekli olarak düet yapmaları gibi – birbirlerinden uzaklaşsalar da şarkıya devam ediyorlar kendi başlarınayken de, sonra tekrar bir araya geldiklerinde şarkı güçleniyor, uzaklaştıklarında hafifliyor ama hiç bitmiyor, kopmuyor. Süreklilik hep var, ama süreklilik içerikte değil, şarkı söylüyor oluşlarında, düşünüş tarzlarında.

Çok konuştum, anlatmayı da beceremedim ama olsun.

ihanet.

(vaktiniz ve imkanınız varsa, Stevie Nicks / Tom Petty’den “Stop draggin’ my heart” şarkısı eşliğinde okumanızı tavsiye ederim. –bir de serin ve kuru bir yerde saklamanızı: ben çocukken Schweppes vardı, şimdiki gibiydi az çok ama kapağından çıkan harflerle bir hayvan adı yazdığınızda o hayvanı size hediye ederlerdi. İşte o Schweppes’leri şu kola buzdolapları olur ya, belinize kadar gelir, dikdörtgen prizma, tepesinden açıan iki kapağı olur, işte o buzdolaplarında tutarlardı, o buzdolaplarını da suyla doldururlardı soğutmaya az elektrik gitsin diye. O yüzden, kapalı yerde su içinde bekliyor olmalarından dolayı yani, hep kötü kokardı o şişeler, bir de etiketleri de kayardı, çıkardı.)

Bu sabah evimizin oradan (Algorta) üniversiteye doğrudan giden hat tekrar çalışmaya başladı (yaz tatili ile birlikte üniversiteye giden hatlar da kesintiye uğruyor). Yol, yaklaşık bir 20 dakika sürüyor. İşte bu sabah otobüse binince Harold Pinter’ın ‘The Betrayal’ına başladım, işe varınca çalıştım, iş bitince otobüsle gelirken devam ettim okumaya kaldığım yerden, otobüsten indikten bir 5 dakika sonra da kitabı bitirmiştim.
Harold Pinter, birkaç sene evvel (2005’te imiş) Nobel’i almış olduğundan ve İngiliz oluşundan başka hakkında pek bilgimin olmadığı bir yazardı (az evvel Nobel’i aldığı tarihe bakarken 2008 yılında (78 yaşında) ölmüş olduğunu da öğrendim). İşin -bence- ilginç yanı, “The Betrayal”ından haberimin Seinfeld’in aynı adlı ‘saygı’ bölümü (S09E08) vesilesiyle oluşu. Tersine kronoloji denilen bir teknikle yazıldığından ve iyi kotarıldığından, tadı daha güzel oluyor (tersine kronolojinin başyapıt örneği herhalde Memento’dur, Kurt Vonnegut’un “Slaughterhouse Five”ında da ilginç bir örnek varmış ama ben hatırlayamadım ilgili pasajı. Yine Wiki‘de, ondan hemen sonra da Iain M. Banks’in en parçalayıcı Culture kitabı olan “Use of Weapons”ın tekniğine yer veriliyor hoş bir tesadüf ve Emir’i -bir kez daha- aklıma getiriş olarak.
Kitapta ilginç bulduğum şey, karakterlerin ikisinin (Robert ve Jerry’nin), ki figüran garsonu saymazsanız 3 kişilik bir oyun oluşundan bu çoğunluğa delalet, konuşmada ve algıda hayli özürlü oluşlarıydı. Diyaloglar genelde Brezilya dizilerininkini aratmayacak nitelikteydi, uydurma örneği:

– Buradan sonra ne yapacaksın?
– Bana mı dedin?
– Evet sana.
– Ne dedin?
– Dedim ki, buradan sonra ne yapacaksın?
– Şimdi mi?
– Yok, sonra.
– Bilmem ki. Sen ne yapacaksın?
– Bilmem, bir şey bulurum elbet.

Şimdi, bir ihtimal abarttığımı düşünenler için, bizzat kitaptan alıntılıyorum:

– Cheers. She’s just putting Ned to bed. I should think he’ll be off in a minute.
– Off where?
– Dreamland.
– Ah. Yes, how is your sleep these days?
– What?
– Do you still have bad nights? With Ned, I mean?
– Oh, I see. Well, no. No, it’s getting better. But you know what they say?
– What?
– They say boys are worse than girls.
– Worse?
– Babies. They say boy babies cry more than girl babies.
– Do they?
– You didn’t find that to be the case?
– Uh… yes, I think we did. Did you?
– Well, I suppose… boys are more anxious.
– Boy babies?
– Yes.

Bu tür “durgun” diyaloglar özellikle İtalyan restaurantında geçen sahnede doruk yapıyor.

Şimdi, sonuçta karakterlerini durgun yapabilen yetenekli yazarlar olduğu gibi, kendi durgun olduğundan karakterleri de durgun olan yazarlar da var. Sonuçta ben de biliyorum, hem adam sonradan Nobel de almış, Kitabın kapağının resmini ararken, bir sitede, şu deyişe rasladım: “Pinter’s bare, banal language undercuts the potential melodrama of the story, and gives us a stark look at the way we lie to one another, particularly those closest to us.” – ikinci kısım (“stark look bla bla…”) biraz laylay olsa da, ilk kısmın hakkını vermek lazım.

Kitap, bir aşk üçgenini konu ediniyor. Emma, kocası Robert’i, Robert’in en yakın arkadaşı Jerry ile aldatıyor. Aldatma (ya da “ihanet”) aslında bende “bir gecelik aşk” türünden bir şeyler çağrıştırıyor, onun yerine, yüce jüri de kabul ederse, kayıtlara bundan böyle “ilişkisi olmak” (having an affair) teriminin kullanılmasını öneriyorum. Fakat işte çeşitli zamanlarda (ve genellikle geriye doğru) ilerledikçe, ilişkilerin diğer boyutlarını da görüyoruz.

Kitap iyiydi (sururi ölçeğinde 5 üzerinden 3’lük bir iyilik, ki benim ölçeğimi bilenler (ben&gü), bunun iyi bir şey olduğunu söyleyecektir) ama daha iyi bir özelliği, bana bu konuda yapılmış her daim favorim eserlerimden olan Doris Lessing’in “Pek sevimli olmayan bir hikayesi” ile, Claude Sautet’nin “Ayazda Bir Yürek”ini(*) hatırlattı.

Bu vesileyle, bayramınızı da kutlarım – yarın bayram münsabeti ile üniversiteye biraz geç gidip, maaile kahvaltı sefası yapacağım, sonra da üniversiteye gidip iki gün sonraki konferansın olası son dakika hazırlıkları ve geçen hafta bitirmiş olmam gereken programcığı halletme teşebbüslerinde bulunacağım.

kurgu mu bilimden çıkar, bilim mi kurgudan?

Bu günlerde kitap olarak Robert Charles Wilson‘ın Spin‘ini okumaktayım. Kötü olmasa da, çok iyi de değil. Konusuna gelince, hani Arthur C. Clarke’nin “The Nine Billion Names of God“ı var ya, işte sonunda yıldızların birer birer söndüğü, bu kitap da öyle başlıyor, yıldızlar birer birer gidiyor yani (ama her şeyin sonu gelmiyor); sonra gerek M. Banks’in “The Algebraist“, gerekse çömezi Alastair Reynolds’ın “House of Suns“ında zamanın daha yavaş işlediği bölgeler var ya, işte bunda da dünya o hale geliyor; bir de, hani yine Arthur C. Clarke’nin “Randezvous with Rama“sı var ya, işte onun benzeri bir şekilde, dünyalıları (en azından benim okuduğum yere kadar) pek de iplemeyen bizlerden ileri seviyede olduğu bariz insan olmayan amcalar var (potansiyel olarak). Bu büyük ölçekli gelişimlere çocukluktan süregelen (sürüklenen) saf anlatıcı’nın akıllı kıza aşkını ve kızın çok kafa ve çok zeki ağabeyini ekleyin, anlatıcı oğlana da biraz eziklik verin, işte öyle bir şey.

(Tekrarlamak isterim ki (que), kitap kötü değil. Sadece ben fazla artist olmuşum (artiz curtis)). Ya bunu, ya da Gene Wolf’un The Book of the New Sun serisini okuyacaktım, o biraz kötücül geldi, o nedenle bunu okuyayım dedim, bu arada arkadaş (Spin) 2006’da “en iyi kitap” kategorisinde Hugo ödülünü almış. Sonra iki kitap daha gelmiş ardıl olarak.

(Ya ben sanırım bilim-kurgu’dan bir süreliğine baydım arkadaşlar. Okuyacak bir şeyler bulmalı…)

Bir de: bariz ama yine de bana ilginç gelen bir gözlem — bilim-kurgu’da din her zaman için kötü ve baskıcı oluyor (Dune diyeceksiniz, ben de “aaa, hakikaten” diyeceğim ama orgi morgi bir yana Araplar yaw…. Tanrının 9 milyor adı’nda da aslında dinin iyi (doğru) bir şey olduğundan söz edilebilir. Tabii bir de Heinlein’ın “JOB: A comedy of Justice“ı ile gene Arthur C. Clarke’nin şu üç müneccime yol gösteren Bethelem’in hikayesini anlattığı “The Star” var, Gaiman’ın (sic!) “American Gods“‘ı var, tamam tamam, geri almıyorum ama susuyorum) .

yaş 70 king bitmiş…

okuma alışkanlığımı orta okulda s.king adlı arkadaşın kitaplarıyla kazandım, severek okurum, sonları pek kotaramaz, kara kulesini severim, it favorilerimdendir vesaire vesaire… birkaç sene evvel Everything’s Eventual adlı hikaye toplamasını okumuştum son olarak, iyi hikayeler vardı ama tabii ki bir Hearts in Atlantis‘in yakınına bile uğramıyordu. Bir heves, Ovieda’ya giderken Nina’cığıma Just After Sunset‘i de yüklemiştim, yolda ilk hikayeden (‘Willa’) başladım, son derece zayıf bir hikayeydi ama girişte bahsetmişti işte ‘öyküden kopmuş idim ama toparlandım’ filan deyu, devam ettim o yüzden ama ikinci hikaye olan ‘The Gingerbread Girl’ de patlak çıkınca okumayı bıraktım. Dönüş yolunda son hikaye olan ‘A Very Tight Place’e başladım, o da bitti akabinde.

Diyeceğim o ki, ne can sıkıntısı ne öfke o kadar ama üzüntü ve muz kabuğu… şuradaki karikatür ne yazık ki hep…

King 63 yaşındaymış bu arada. Yolda Gaiman’ın ‘The Graveyard Book’u da bitti, hayli güzel bir kitap, kurgu diye ucundan tutturulmuş hikayecikler / enstantaneler yumağı olsa da güzeldi, HP gibiydi ama akla birkaç kere Jonathan Strange & Mr. Norrel’ı da getirmedi değil. Gaiman da 50 yaşında bu arada. Yaşlı yaşlı yaşlı…


Resmi aparttığım blog girişi:

Neil Gaiman. Stephen King?

 

bir gelincik sinsi sinsi kanar… (akademik gafmatik)

Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde
Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar
Bir gelincik açılır ansızın
Bir gelincik sinsi sinsi kanar

Bedri Rahmi Eyüboğlu / Çakıl‘dan detay

Salıdan beri, bir programlama okulu için (Mieres 2011) Bilbao’ya 300km mesafedeki, Asturias‘ın başkenti Oviedo‘dayım. Asturias, bildiğiniz şarkının Asturias’ı: burada kilise çanları bile o melodiye çalıyor. Güzel, küçük, derli toplu bir kasaba (her yere yürüyerek ulaşabildiğiniz kasabaları ayrı bir seviyorum – hatta galiba ben yalnızca o yerleri seviyorum).

Katılmakta olduğum yaz okulu nispeten az katılıma sahip (konuşmacı/öğrenci oranı 1’e epey yakın seyrediyor). Bordeaux’daki konferans (EMF2011) çok kalabalıktı ve yaş ortalaması epey yüksekti, hem çok sıkılmış, hem de çok bunalmıştım, burada gençler(!) çoğunlukta, iyi vakit geçiriyorlar, ben de ucundan az biraz (ama yine de az) faydalanıyorum. Burada bir sunucuda kullandığımız algoritmalar hakkında bir çalışma seansı (tutorial) ile, yeni geliştirmekte olduğumuz bir program hakkında da sunum yapmakla yükümlüydüm. Tutorial bugündü, seminer de ya cts, ya da pazar olacak. Sunumlara dinleyici olarak da / konuşmacı olarak da katılmayı sevmiyorum (konuşmacı olmayı daha çok sevmiyorum, böyle de pis bir insanım), ama yine de ortamın rahat oluşundan bir şekilde kotaracağımı düşünüyordum (öyle olmadı, gayet kötü bir performans sergiledim, bir de utanmadan bilinç altımın devreye girip, bunun bir nebze sorumlusu olarak danışmanımın bugün gelip seansıma girmesinin bende oluşturduğu streste olduğunu öne sürmesine de izin verdim).

Beni, ellerin deyimiyle “awkward” durumlarda bulursanız, hemen bir yerlerden patlamış mısır temin edip, izlemeye koyulun: zira ortamın bendeki etkisiyle kısa bir süre içinde ödülünüzü alırsınız. Ben ve konferans gaflarım. Japonya’dayken Allah’ın her günü bir önceki günden de beter bir şekilde potlar kırdım. İki (3) örnek vereceğim:

* Birinci gün, hayranı olduğum Dr. Villars’la tesadüf eseri (o kişinin o olduğunu bilmeden) tanışıp da onun o kişi olduğunu öğrenince, sizce ne demiş olabilirim? “Çalışmalarınızın hayranıyım…” mı? Hayır, cevap veriyorum: “Sizin sıkı bir hayranınızım, sakalınıza ne oldu?” (ve karşıdan gelen cevap: “Ne sakalı? Ömrümde hiç sakal bırakmadım..”) [keza, benzer minvalde, daha evvelden hiçbir iletişimde bulunmadığım Vedat Türkali’yle yolda karşılaşınca, kendisine ilk yönelttiğim soru olan “Neden Barış Pirhasan ‘Pirhasan’ soyadını kullanıyor?” ile adamcağızı dakika 1’de afallatmayı başarmam da tarihin altın sayfaları arasında kayda geçmiştir vaktiyle].

* Temel organizatör olan Dr. Xu ile 5. dakikada gerçekleşen sohbetimiz (ön bilgi: ilk 3 dakikanın onu yazışmalarımızdan erkek olarak düşünmüş olmamın verdiği karışıklık ve ön potlarla geçmiş olması ve bu yeni bilginin getirdiği afallamayla, niyeyse, hitapta cinsiyet bilgisinin içerilmesinin zorunlu olduğuna dair sanrım)
– Peki, size nasıl hitap edebilirim: ‘Miss Xu’ mu, yoksa ‘Mrs. Xu’ mu?
– Dr. Xu olarak hitap edebilirsiniz.
– (İnsanın kafasını duvarlara vururken çıkan sesler)

* (Oranın en saygıdeğer, onur konuğu olan yaşlı bir bilim amcasının ismini ortan tanıdığımız olan başka bir amca ile karıştırılması sonucunda)
– Merhaba, ben Emre, Marcel’le çalışıyorum..
– Sen kimsin, Marcel kim?
– (Ah, hemen hatırlayamadı tabii, yaşlılık işte, normal, hepimiz bir gün böyle olmayacak mıyız) [Şefkat ve anlayışla] Marcel, Marcel (parmağıyla Marcel’i gösterir, ısrarla gösterir), bakın orada duruyor. Marcel, M-A-R-C-E-L..
– Ben bilmiyorum, bilmiyorum (can havliyle uzaklaşır).

Bordeaux’da da tavanı iyi kalpli bir insanın kalbini bütün hodbinliğimle kırarak yaptım, madem başladık, onu da anlatayım: Bordeaux’dadaki katılımcı listesini incelerken, önce İTÜ’den, sonra ODTÜ’den tanıdığım bir hocanın adını da listede gördüm. Fakat izleyen günlerde, onu göremeyince “4 senedir görmediğimden herhalde tanıyamadım” diye düşünmeye başladım (halbuki sonradan öğrendim ki, kayıt olmasına rağmen, konferansa gelmemişti). İşte bu sebeple, hata payı toleransımı iyice arttırıp, “bu kişi olabilir mi?” diye etrafta dolaşmaya başladım – en kötü ihtimalle benim sunumuma gelir, o vesileyle görüşürüz diye düşünüyordum. Konuşmamın olduğu seansta hazırlıkları yaparken izleyiciler arasından birisinin bana ‘tanışıklık dolu’ (İngilizce’den zorlama çeviri değil, bizzat kendim uğraşıp uydurdum) bakışlar attığını görünce, tebessümde bulunup, yanına gittim, o da geri tebessüm eyleyince, “tamam,” dedim, “hocamı nihayet buldum”. Yanına vardığımda -doğal olarak- Türkçe:
– Merhaba X Hocam, nasılsınız?
dedim, o da bana
– Hi, I’m fine, and you? (Barış ve Hande’nin de “kokulu adlar” başlıklı güzide girişimin yorumlarında haklı olarak tespit ettikleri üzere “karşındakinin ne dediğini tam olarak kavrama imkanın yoksa, ne demiş olabileceğine / demekte olduğuna yatırım yap” gambiti)
dedi. Artık o anda nasıl bir şey olduysa, lafı çevirip, İngilizce rayına oturttum. İlk üç yoklama hal-hatırından sonra, ikimiz de, diğerini ortak tanıdık vesilesiyle bildiğimizi anladık, gayet de hoş sohbet oldu orada ayak üstü. Onun konuşması benden bir önceydi. Gerek konuşurken, gerekse sunumunu izlerken, ne kadar da iyi bir insan olduğunu, öğrencilerinin ne kadar da şanslı olduğunu ve daha pek çok iyi kalpli şeyi düşünüyordum, gerçekten de kendisi dünyanın en nazik insanlarından biridir (az tanıyor olsam da, işte bazı insanlarda bu tür şeyleri hemen anlarsınız). Onun konuşması bitti, o yerine dönerken, ben de “sahneye” doğru ilerliyordum, kütle merkezimizde de oturum başkanı (tesadüfe bakın ki, aynı zamanda Turan’ın danışmanı olmakta), benim adımı söylemeye uğraşıyor… Nihayet “Eğyaski” (Emre Taşcı’nın New York semalarında okunuşu) şeklinde yazılabilecek bir ses çıkarıp bana “doğru söyledim mi?” bakışı attı, ben de yüzümü -komik snop bir şekilde (öyle)- buruşturup, “not bad…” dedim. Bunu der demez de, hani filmlerde odak numarası vardır ya, oğlan güzel bir kıza dalgın dalgın bakar, o sırada kamera odak değiştirir, arkada duran bir başka kızı net bir şekilde görmeye başlarız, kız da oğlanın kendine baktığını sanır, işte aynen o şekilde – bir anda, bu paragraf boyunca iyiliğinden bahsedip durduğum, o hocayı bana bakar ve dediğimi ona demiş olduğumu sanar bir şekilde buldum. Bozulmaktan çok kalbi kırılmış bir halde “thank you.” dedi ve yerine oturdu. (Böyle şeyler sadece filmlerde olmuyor, gidip de ona “aslında ben size dememiştim, işte böyle böyle olmuştu da, ona demiştim” de diyemiyorsunuz (özrü kabahatinden bin beter sendromu). Tek tesellim, ilerleyen saatlerde tekrar konuşma fırsatı bulup (o yanlış anlama hiç olmamış gibi), havadan sudan bahsetmek vesilesiyle, bir nebze de olsa durumu düzeltmiş olmamdır.

$izoSuru’lardan birinde bahsetmiş olduğum, danışmanımın dersinde başımdan geçen bir olay vardı: şu Ubuntu’nun hafıza kartımda bulduğu Choke filmi için filmden bir ekran görüntüsünü hayli büyükçe bir ikon haline getirip beni yerin dibine geçirdiği ve akabinde Amarok’un hocamın her benim bilgisayarıma bakışında bir sonraki şarkı olarak “The New Pornographers” (A Canadian Indie Rock Band) dan bir şarkıyı seçip, ele güne duyurduğu anlara dair. Burada bir ara bilgi, sonra devam ederiz. VLC film oynatıcısı, iki altyazıyı aynı anda gösterebiliyor: srt uzantılı iki altyazıyı özel bir şekilde birleştiriyorsunuz, bu birleşik formatın uzantısı “ass” (ilginizi çektiyse, “2SRT2ASS” (a site that merges two “srt” formatted subtitles into a contained subtitles form known as the “SubStation Alpha” (ssa or ass) format) sitesinden bu işlemi yapabilirsiniz). Ek olarak, Firefox’da, JumpStart adlı eklentiyi kullanıyorum – bu eklentinin yaptığı açılış sayfası olarak en çok ziyaret edilen sitelerle, en son gezilen ve bookmark’a en son eklenen siteleri listelemesi. Bu isminin bir defadan fazla anılmasına lazım olmayan siteyi de az kullandığımdan ötürü unutup durduğumdan (halbuki öyle bir isim nasıl unutulabilir ki!) bookmark’a eklemiştim yakın zamanda. Ve tekrar bugünkü seansa dönelim. Çöldeki kutup ayılarının kadim dostu Sururi, sunucuda bir örnek yapmak üzere büyük ekranda Firefox’unu açar, o sırada araya başka bir şey girer, onu anlatırken de ekran küçük S.’nin JumpStart takviyeli açılış sayfasını görüntülemektedir. Paranoya yapıyorum tabii ki, kim fark etmiştir ki! Heh! Kuruntu benimkisi… (Kutup ayıları aktivitelerinin yoğunluğu karşısında bu sene de kış uykusuna yatamadı, sıklıkla birrer sigara tellendirdikleri kulağımıza gelen söylentiler arasında). (müzik grubuna ve altyazı formatına niye ingilizce tanım yapıp, üstüne wiki linkleri verdiğimi az çok tahmin ediyorsunuzdur herhalde)

Yeter mi? Yetmez, ama sanırım daha fazla anlatmak istemiyorum (kaldığım otelin (Ovida Centro Intergeneracional – “Internacional” değil de “Intergeneracional” oluşuna dikkatinizi çekerim)- ki gerçekten süper bir otel bu arada – ilginç bir proje uygulaması var: sosyal sorumluluk bilinciyle, bir kısmını yaşlılarla gençlere ayırmış, birbirlerine destek olsunlar diye, benim kaldığım oda da yaşlılar için ayarlanmış bir oda, her köşede alarm düğmesi var, olur da yaşlı kişi yardıma ihtiyaç duyarsa diye) Banyoda, duşun yanına elektronik aksam koymayalım deyu, yukarı yapmışlar mekanizmayı, havalandırmanın hemen altından bir zincir uzuyor. Ben de, yıkanırken gayr-i ihtiyari bir şekilde zinciri çekerek “havalandırmayı çalıştırdım”, üzerinde kırmızı bir ışık yanmaya başladı, biraz(cık) paranoya yaptım çünkü odanın diğer yerlerindeki düğmelerin de “gizemini” henüz tam olarak kavrayabilmiş değil idim. Bir yandan bir an önce başımdaki köpükleri akıtmaya çalışıyorum, diğer yandan da her an içeri dalacak öncü süvarı birliğini korkuyla bekliyorum. Neyse ki önce telefonla arama inceliğini gösterdiler (3.de yetişip açabildim, içimden bir ses 4. kez çalmasını beklemeyeceklerini söylüyor).

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun o çok sevdiğim dizeleriyle bir girişe başlayıp, böylesi bir gelişme ve sonuca ulaşmak da benim gaf mekanizmamın doğrudan bir ürünü olsa gerek. Öbür (asıl) yazacağım şeyleri burada yazmaktan vazgeçtim, buyrun sizi 3. bir girişe alalım…