Dead man walking.

SeNe 1999, EMre sururi in NGC 1637, kucuk prens ziyaretinde.Bundan yıllar önce (yıllar dediysem, 10+ yıl, şaka değil yani), girdiğim bir laylaylayın ertesinde, pek çok şeyi yadsıyıp, artık insan ne kadar sünger çekebiliyorsa o kadar çekip, artık o yaşlarda ne kadar münzevi olunabiliyorsa, o kadar münzevi bir hayatı yaşamaya başlamıştım. Doğu Almanya’nın değil de, SSCB’nin yıkılışını andırır bir şey olmuştu benim cephemde: hani Gorbaçov olmasaydı da eninde sonunda dağılacaktı (1), sonra da suyu çıktı iyiden iyiye, ortaya çıkan şey öncekinin o kadar anti bir şeyi haline geldi ki (tabii ki Putin değil, Yeltsin yıllarından bahsediyorum), öncekinin azameti de payını aldı bundan, yıprandı bitti gitti, hiç olmamış gibi bile değil de, bir şaka gibi oldu (2). Tıpkı eskiden insanların uçtuğu bilgisinin, büyülerin, ejderlerin zamanımızda aldığı hal gibi.

Bundan yıllar önce, işte öylesi bir zamanda, bir hikaye yazmıştım o anki halet-i ruhiyemi anlatan. Bu hikayemin adı “Bir Ölünün Güncesinden” idi ve şimdi sonundaki twisti açıklayıp spoiler edecek olsam da, bir ölünün güncesini anlatıyordu. Şakayı (latifeyi) bir yana bırakacak olursak, gerçekten de ölmüş olduğunun ne kendisinin ne de çevresindekilerin farkına vardığı bir fizik profesörü hakkında idi hikaye. Hikayeyi okuyan biri, doğal olarak oradaki aforizmaları sistemin çürümüşlüğü, kokmuşluğu ile ilişkilendiriyordu, anlatıcı da onun bu şekilde düşünmesine zemin hazırlıyordu sürekli olarak sistemden şikayet ettikçe. Hikayenin benim açımdan sembolleri ise farklı idi: orada, benim yaşadığım değişim ve aslında artık eski ben olmasam da, beni tanıyanların bunu fark edemeyişlerinden dolayı eskiyi devam ettirmeye çalışmalarıyla daha da karmaşıklaşan yaşamımı anlatmaktaydım (böyle yazınca fıkra açıklamaktan bile beter oldu, özür dilerim. Merak eden varsa http://www.emresururi.com/page.php?page=docs adresinden gerek bu hikayeye, gerekse diğer birkaç seçtiğim hikayeye ulaşabilir).

Geçen aylardan birinde, Charlie Kaufmann’ın Synechdoche, New York‘unu izledim. Filmi izleyip, hayran kaldıktan sonra, oraya buraya baktım kim neler demiş, neler görmüş diye de, link linki açtı, Cotard’ın Sendromu (Cotard’s Syndrome) diye adlandırılagelen, nam-ı diğer “Yürüyen Ceset Sendromu”ndan (Walking Corpse Syndrome) haberim olageldi. E bu kadar girişten sonra, bariz olan açıklamayı yapmayayım müsadenizle ama ne kadar tanıdık ve bir o kadar da sıradışı!

Eğer bir insan, aklını yitirdiğinden şüphe duyabiliyorsa (standart misalim, Solaris), pekala hayatını yitirmiş olabileceğinden de şüphe edebilir, etmelidir. Sadece kendisinin gerçek, diğer her şeyin algısının üretimi olduğunu düşünen insanlar nasıl varsa, diğer her şeyin gerçek fakat kendisinin sahte olduğunu da düşünen birileri çıkmalıdır. Sadece Descartes yetmez (Ze Weld is geen enough.). Ama bu başka bir hikayenin (“Dünyanın En Güzel Şems’i”) konusu. Adım Emre, soyadım Sururi, yıllarca beni böyle bildiniz, Emre Sururi’den reklamları izlediniz.


[Resmi aparttığım kaymak: AOÇ Dondurmaları Tesisi, K. Maraş]

o sırada, paralel evrende…

Öncelikle iyi bir haber vererek başlayayım: şimdiye kadar yaptığınız bütün seçimler en doğru seçimdi! (bunu yazışımın akabinde işte bu (a.k.a işbu) parantezi açıp, “aynı zamanda en yanlış seçimdi!” de diyebilirim tabii ki ama şimdi tadınızı kaçırmanın ne anlamı var?).

Doğa bize, pek çok şeyin yanı sıra, genelde en ucuza satılan şeyi alacağını söyler (enerjiyi para birimi olarak seçtiğimizde. Aslında bu da çok doğru değil, enerjinin de (iç/internal denileni) mesela pekala entropiyle çekiştiği durumlar olmakta ama o zamanlarda da bu ikisini içeren bir sistem özelliği tanımlayıp, buna da bilmemne enerjisi deyip, yüzsüzce işin içinden sıyrılabilmekteyiz). Eğer bir sistemin bir A başlangıç noktasındaki hali ile bir B noktasındaki halini biliyorsanız ve kim bilir neden ama, aradaki yolu/güzergahı merak ediyorsanız, oturur olası bütün yolları hesaplarsınız (integral denilen şey bu dünyadaki en güçlü leke çıkarıcı deterjandan bile daha güçlü bir şeydir, inanamazsınız) en düşük enerji hangi yolda harcanıyorsa, dersiniz ki, tamam buldum, işte budur. İstatistiki olarak da en olası yolun sonsuz büyüklükte bir sistemde seçileceğini ispatlayabilirsiniz, ki bildiğiniz üzere istatistik ne kadar yalancı bir kardeşimiz olsa da, bilimseldir (100 sisteme sorduk, yalan, bize verilen anketleri haftasonu arkadaşlarla toplanıp doldurduk, anketör parasıyla da kolonyayla portakal suyu aldık).

Tabii bu anlattığım, şu en temel soruyu cevaplamaktan çok aciz: bu kadar zırvayı ne için yazmaktayım, yine nasıl bir alaka kurmaya çalışıp, yüzüme gözüme bulaştırma çabasındayım? Ehem, anlatayım:

Öncelikle kader meselesini hemencecik, şıpın işi çözümleyeyim de, sonradan ayağımıza dolanmasın: Efendim, size biri, yapacağınız her şeyin önceden bir yerde yazılı olduğunu söylediğinde pek inandırıcı gelmeyebilir, bir kere gözlem yaptığınız anda çoğu kez sistemi etkilersiniz — Ursula LeGuin’in -ki sevmemekteyim bir süredir kendisini / yaşlandığından beridir – vardı böyle bir hikayesi diye yazdım, sonra gittim internetten bizatihi aradım böyle bir hikayesini vefakat bulamadım, belki de uydurmaktayımdır o yüzden: işte kahinler bir krala diyorlar ki şu ayın şu günü öleceksin, o da önlem olarak kendini bir kuleye kapatıyor ama hikayenin sonunda da asıyor kendini (adet yerini bulsun diye 8P). Buna panzehir olarak, bilenin bildiğini kendine saklamasını vermekteyim: evet, sizin bu yazıyı okuduktan sonra ve dahi hayatınızın geri kalan kısmında neler yapacağınızı -misal- biliyorum diyeyim, bu şeyi bildiğimi de söylemeyeyim, bu sizi nasıl etkileyecek? Hımm?

Gelelim, diğer şeye: o kadar seçimleri yapıp bu noktaya geldiniz ya, işte o seçimleri farklı farklı yapsaydınız da, bundan daha iyi ya da daha kötü (define kötü – hadeleyn!) olmayacaktı, daha farklı olacaktı (evet, geçen hafta mesela, o son kullanım tarihi geçmiş mantarları yememekle aslında iyi etmediniz, uzun vadede bir şey değişmeyecekti) evet saçma oldu şimdi bu örneği verince. Ama, ama Metin Üstündağ’ın çok sevdiğim bir karikatürü vardı, bir kadınla bir erkek yıllar sonra karşılaşıyorlar, ikisinin de elinde migros poşetleri, kadın şaşırıyor — sen beni zengin bir kızla evlenmek için bırakmamış mıydın, e hani ne oldu, bak senin de elinde migros poşeti… adam düşünüyor (düşünce balonu) seninle evlensem ne fark edecekti, yine aynı hayatlar, yine ellerimizde migros poşeti (bunu da bulamadığıma göre bugün uydurma potansiyelim hayli yüksek, ben diyeyim 5, siz deyin…)… Yani, demek istediğim, ne kadar uzağa düşecektin be gülüm? Evrenin kralı mı olacaktın o seçimleri başka türlü yapsaydın, yoksa diyelim 60 yıl erken mi göçecektin buralardan? Altı üstü dörtte üçü mavi bir gezegenin yüzeyindesin işte, bu cakan, bu pişmanlığın kime, neye? Ben gördüm bütün paralel evrenleri de, dikey evrenleri de hepsinde de aynı adamsın, üç aşağı beş yukarı, daha ne konuşuyorsun?

Yani çok da üzülmeyin onu öyle diyeydim, bunu böyle yapaydım, hayatın tekrarı yok diye diye, başka yerlerde tekrar ediliyor olsa da, hayat aynı hayat.

Anneler elma yedirmek istedikleri zaman “elma yer misin?” diye sormazlar, “3 dilim mi yersin, 4 dilim mi?” diye sorarlar, siz de seçim yaptığınızı sanırsınız. Seçim yaptığınızı sandığınız anda da özgür olduğunuzu, potansiyelinizin daim olduğunu, her şeyin değiş(tiril)ebileceğini düşünürsünüz. Anne-elma örneğinde, yine de avantajdayız: seçimi/soruyu reddedebilme lüksüne sahibizdir (bir ihtimal) ama hayatta soruları biz birbirimize soruyoruz, seçimleri de birbirimize yapıyoruz ya da yapmıyoruz, dünya kazan biz sazan, kendi yağımızda pişip gidiyoruz. Halen anlayamadığım fakat hayli akıllı olduğunu bildiğim/-a inandığım bir adam, vaktiyle “Eğer biri bir konu hakkında konuşamıyorsa, o vakit susmalıdır” demiş, ben de 1-2-X-U de-ar L-Witt-gen-stein! diyorum (eser Wire’ın, benim kullandığım kuple de Elastica’nın coverından arak).

house dur.

Biz aşağıda imzası bulunmayan insanların bir kısmı olarak, bu blog girişinde beyan ederiz ki, birazdan izlemeye koyulacağımız House, M.D. dizisinin 7. sezonunun 3. bölümünün de bundan önceki iki bölümü gibi patlak çıkması halinde torrent veya başka paylaşım metodlarıyla reklamlardan arındırılmış bölümlerini bilgisayarımıza indirmekten vazgeçip, kendisine “buraya kadarmış, haydi eyvallah!” bile çekmeyip, izlemeyi bırakacağız(dır). İnanmayan varsa gitsin iki mi, bir mi artık hatırlamıyorum sene öncesinde aynı akıbete uğramış How I Met Your Mother dizisine sorsun.

Öyle işte House efendi, birazdan göreceğiz artık, el mi yaman bey mi yaman! Hıh! Bu kadar da olmaz ki artık canım, tadında bırakmak diye bir şey var eğer artık olmuyor, olamıyorsa. Nerede bu devlet, nerede bu Bryan Singer!