İyi ile kötünün bahçesinde geceyarısı.

The Sea, The Sea’yi 10 yıldan sonra, ikinci kez bitirdim. Yine çok etkileyici ama daha evvel buralarda bir yerlerde belirttiğim üzere, o seferki okuyuşumda nasıl sağ kaldığıma şaşmadım değil.

Çoktandır yazmak istediğim bir konu vardı: İyi, kötü, vesaire.. Iris Murdoch gazıyla yazdığım düşünülebilir, hem belki gerçekten de öyledir.

Öncelikle bir disclaimer atalım ahkamlarımıza başlamadan evvel: bu söyleyeceklerim tabii ki benim nacizane düşüncelerimdir, ne sandıydınız ya?

İyi ile kötü diye şeyler var. Doğru ile yanlış olan şeyler de. (Bu gidişattan da tahmin edebileceğiniz üzere) bunlar (iyi:doğru ; kötü:yanlış) aynı şeyler değil. Fizikte simetri diye önemli bir kavram var: bir değerin/anlamın, belli bir değişim operatörü altında aynı kalması şeklinde tanımlanıyor. Detaya girmeyeceğim. Doğru ile yanlışı çoğunlukla böyle ayırt ediyorum — bir eylem/edim/olgu/nasıl adlandırırsanız, zamandan, mekandan, kişiden ve diğer etkenlerden ne kadar bağımsızsa o kadar doğru benim için. Mutlak doğru var mı? Yine benim tanımıma uyacak olursak herhalde bu sadece ideal bir küre olurdu 8). Gene fizikten anolojiye devam edecek olursak, yüksek simetriye sahip nesneler düşük simetriye sahip benzerlerine göre çok daha fazla özellik ihtiva ederler, onları kapsarlar ama daha fazlasını da sunarlar. Genel olarak erişmesi daha zordur (“Doğru olan şeyler genellikle yapması daha zor olan şeylerdir.”). Bir örnek vermek gerekirse, yanlış bir nesneden gelebilecek doğru bir eylem onu doğru bir nesne yapmasa da, doğru bir nesneden gelebilecek yanlış bir eylem onun doğruluğunu yitirmesine sebep olacaktır (Doğru/yanlış ile iyi/kötü arasında sanırım buradan çıkarak bir bağlantı kurulabilir).

Hazır lafını etmişken, gelelim iyi ile kötü kavramlarına. Bakın, insanların yüzlerce yıl üzerinde tartışageldikleri bu kavramları nasıl da çatır çatır çözümleyip huzura kavuşturuyorum karmaşık bünyeleri! -Hatırlatayım: Gene benim için- iyi ile kötü, bencillikle (~empati yoksunluğuyla) ve onun dereceleriyle ayırt edilir. Bencilin karşıtı nedir? Verici mi?.. Sadece bencil olmak kötü olmaya yeter-şart mı? Evet ama daha kötüsü de var, bile bile, farkında olarak bencil olmak. Burada duralım aslında, hangisinin daha kötü olduğunu düşünmek istedim: farkında olarak bencillik yapmak mı daha kötü, yoksa farkında olmadan, doğal olarak bencil olmak mı? Az evvel söylediklerimi geri alıyorum, düşününce farkında olmadan bencilliğin olabilecek en kötü şey olduğuna karar verdim. Çok, çok basit bir sebeple:

– Kötülük yaptığının farkında olmayan bir insanı hakkıyla cezalandıramazsınız, farkına vardıramazsınız.

Ne kadar korkunç bir çıkarım, değil mi? Kabul ediyorum. Aslında bu da -her şey gibi- göreceli. Eğer bencilliğinin farkında değilse, ve bir şekilde yaptığının kötü bir şey olduğunun farkına varınca yapmayı bırakıyor ve dahası pişman oluyorsa, bu durum yaptığının kötü bir şey olduğunun farkına vardığı halde pişman olmayıp o andan sonra bilinçli olarak yapmaya devam ettiği duruma yeğ olmakta. O zaman durum değişiyor gibi, çünkü artık bile bile yapmanın ağırlığı var. Ama, şu laf karışıklığı yapıp, oradan kafa karışıklığını amaçlayan bilmeceler gibi (“3 kişi bir lokantaya giderek yemek yiyorlar. Yemek yedikten sonra garsonu çağırıp hesabı istiyorlar. Garson hesabın 30 lira olduğunu söylüyor. 3 kişi 10’ar Lira vererek 30 lira hesabı ödüyorlar. Tam masadan kalkarken garson tekrar geliyor ve bir yanlışlık olduğunu, hesabın toplam 25 lira olduğunu söylüyor ve 5 liralarını geri veriyor. Bu 5 lirayı nasıl paylaşacaklarını düşünüyorlar ve 3 kişi bu 5 liranın 1’er lirasını geri alıyor 5 liradan geri kalan 2 lirayı da garsona başiş olarak veriyorlar. Daha sonra lokantadan çıktıktan sonra kafalarına takılıyor ve hesap yapıyorlar. Kişi başı 10 lira verip 1 lirasını geri aldık yani kişi başı 9 lira verdik 3 kişi 9 liradan 27 lira yapar 2 lira da garsona başiş verdiğimize göre toplam 29 lira yapar peki 1 lira nereye kayboldu”) ben de bir ihtimali atladım parmak çabukluğu ile: bencillik yapan kişi uyarılsa bile yaptığındaki kötülüğü -samimi olarak- göremiyor. İşte en kötüsü bu. Yani, özetle, altın gümüş ve bronz madalyaları açıklayacak olursak, işte en kötüler:

Altın – Yaptığı bencilliği uyarılsa bile kötülük olarak algılamayanlar
Gümüş – Yaptığı bencilliğin kötülük olduğunu bile bile yapmaya devam edenler
Bronz – Yaptığı bencilliğin kötülük olduğunu uyarılınca anlayıp yapmayı bırakanlar.
Mansiyon (ve aynı zamanda altın yine, çünkü potansiyel kurtuluş olsa da, efektif olarak eşdeğer) – Yaptığı bencilliğin kötülük olduğunu bilmeyenler ve asla uyarılmayanlar.

Burada doğa, bencillerden (nam-ı diğer, kötülerden) yana. Çünkü daha evvelki yanlışın doğruluk yapmasının onu doğru yapmayacağı ve fakat doğrunun kötülük yapması halinde kötü olacağı köprüsünden yola çıkarak, kötülüğe kötülükle karşılık vermek, -eğer önceden iyiyseniz bile- sizi de kötü yapacaktır (ayrıca, asla kısasa kısas yapamazsınız ne yazık ki. Neden?

1. Kötülük yaptığı sırada kötülük yaptığının farkında değilse, bir nevi masum bir insanı cezalandırıyor olacaksınız (George Orwel, pazarı dağıtan fil üzerine);

2. Kötülük yaptığı sırada kötülük yaptığının farkında ise ve bu yaptığından ötürü üzüntü duyuyor fakat kendini yapmak zorunda hissediyorsa (mesela sevdiği bir şeyin “iyiliği” için daha az sevdiği bir başka şeye o daha az sevdiği bir başka şeyin istemediği bir edimde bulunmak) zaten bunun acısını çekiyordur ve dahası, siz ne yapacaksınız karşılık olarak? Onun sevdiği şeye mi zarar vereceksiniz? Buna hakkımız yok ki (güzelim);

3. Kötülük yaptığı sırada kötülük yaptığının farkında ise ve bunu da üzüntü duymadan yapıyorsa (diyelim ki şu filmlerde göregeldiğimiz Doğu Avrupa mafyaları), zaten değer verdiği bir şey yok, gene ceza opsiyonlarınızda hayli sınırlısınız. Adam kaçırıp fidye istiyorlar diyelim, ne yapabilirsiniz buna karşı? Hapse mi atacaksınız? Kaçırdıkları adam eğer iyi bir insansa (müşfik aile babası, fakirlerin dostu) o insanla bu sizin mafya adamınızın değeri bir olmaz ki. Hem zaten, insanların hapsedilmesinin arkasındaki mantık toplumdan izolasyona sağlanması değil (öyle olsa idam edilirlerdi), yaptığı hatayı anlayıp, pişman olması ve topluma kazandırılması (asmayıp beslemek). Ama öyle olmuyor, hapise girip de düzelen kaç kötü insan tanıyorsunuz? (Bu cümleden a: hapse giren insanlar kötüdür ve/ya b: hapse giren insan düzelmez anlamlarını çıkartanlara ayrıca teessüf ederim.)

Adil ceza yok yani, kısaca). Peki ne yapabiliriz? Yanlarına mı kalacak yaptıkları kötülükler? Bu noktada devreye, tahmin edeceğiniz üzere, ilahi adalet girmekte. Havale ediyoruz (ben öyle yapıyorum en azından). Hemen soralım: diyelim ki mahşer/ahret günleri ve haftaları geldi çattı, bana da fikrim soruldu: “bu senin canını sıkan kötü insanları bir anda yok mu edelim, yoksa cehenneme atıp, orada işkence mi edelim?” benim cevabım belli ama orada öyle söylenmez tabii pat diye, “trick question” diye bir şey var. E güzelim ne oldum ben şimdi bu “güzel” dileklerimle? (Soru: “iyileri koruyan bir süper kahraman mı olmayı seçerdiniz, yoksa kötüleri cezalandıran bir süper kahraman olmayı mı?..”) Peki ilahi adalete inanmayanlar ne yapmalı? Bence karamsar olmalılar, ben öyle olurdum, ama gördüğünüz üzere, inansak bile o konuda pek ümit verici açılımlar olamıyor (ben elimi kirletmeyeyim, ilahi adalet benim yerime eziyet etsin.. peki onlar yaptıklarından pişman olunca ne olacak? işkence altında itiraf gibi bir şey olmayacak mı? buna da ilahi çözüm -bana soracak olursanız, ki çok bilirim bu konuları, 15 kitabım var konu üzerine, 3’ü doktora tezi- olarak, empati aşısı (şurup şeklinde de alınabilir) yapıp, yaptıklarını gözden geçirmesi olacak ama işte o zaman da o insan o insan olmayı bırakmış, başka bir insan olmuş bir insan olmakta). Futurama’da, Bender’s Big Score’un hemen başında var bu muhabbetler. Prof. Farnsworth, programı iptal eden Fox’taki sorumluların kovulduğunu söyler, herkes sevinir; ardından fena halde dövüldüklerini ekler; en son da bir kısmının darpa dayanamayıp öldüğünü ve tozlarından pudra yapıldığını..

Kötüleri hiç mi savunmayacağım? Savunacağım tabii ki, bizzat denedim, herkes kötü olamıyormuş. Kaba bir insan olamam mesela. Garson yemeği 2 saat rötarla getirse bile ters bir şey söylemem, aldığım alet çok bozuk çıksa, ben de onu değiştirmeye gitsem ezilir büzülürüm, sadece rengi kutusunda yazandan farklı çıktı diye çalışanları küfürle ezen bir zorbaya korkudan nasıl koştura koştura hizmet edeceklerini bilmeyen servis elemanlarına acırım ben. İstesem de yapamam. Sınırlarım var mı? Vardır elbet ama bilmiyorum, şimdiye kadar başıma gelen şeylerde aşılmadılar. Kötü olmayı deneyin, diğer insanları ezmeye çalışın, karıncaları bile bile ezin (literally), kolay değil, kötülerin hakkını teslim etmek lazım. Ben kimseyi dolandıramam, soyamam, kaçıramam, kimseye tacizde bulunamam. Yapana saygı duymuyorum ama iyi olduğumu düşünmem, kötülük yapmadığım için değil, kötülük yapamıyorum zaten, yani benim için bir seçenek değil iyilik ya da kötülük. Seçim olmaktan çıkınca da argümanı devam ettirmenin bir anlamı kalmıyor.

İyilik ve kötülük kendimiz dışındaki şeylere yönelttiğimiz edimler sonucu tanımlanan olgular. Bu yüzden bencillik hayli başarılı bir kıstas olmakta. Eğer başka bir insana rahatsızlık veriyorsanız, kötülük yapıyorsunuz. Niye başka bir insana rahatsızlık verirsiniz? Kendi istediğiniz bir şey için (yaptınız çünkü yapmak istediniz). Bu noktada da, biliyorum, hemen diyeceksiniz ki, A kişisinin B kişisine yaptığı şey B’yi rahatsız etmezken, C’ye aynı şeyi yapınca C rahatsız oldu, n’aber? N’aber’i yok, cevabım net ve basit: A kişisi C kişisine kötülük yaptı, B kişisine değil (dikkatlice okumuyorsunuz galiba yazıyı – İyilik ve kötülük kendimiz dışındaki şeylere yönelttiğimiz edimler sonucu tanımlanan olgular. — peki bencillik nerede kaldı o zaman? Bencillik diğer kişilerden bağımsız olarak var olan bir şey olmalı, değil mi? Evet, haklısınız. Düşünüyorum… (epey düşündüm ve tıkandım)… —–

Gelelim güzel haberlere ve bu yazının fütüroloji kısmına: Efendim, hayalim ve inancım odur ki, bu dünyanın bir simülasyondan ibaret olduğunun bir şekilde ayırdına varıp, nimetlerinden faydalanmaya başlayınca veyahut da bizzat kendimiz sanal dünyalarda yaşayabilmemizi sağlayacak teknolojiye erişince bu dertler bitecek. (Şu anda (an=zaman)) kullanmakta olduğunuz mesajlaşma programını (Jabber, Facebook, MSN, vs..) düşünün.. Tanımadığınız biri sizi sürekli taciz ediyor (hoşunuza gitmiyor, demek ki bu kişi kötü (ama bencil mi?). Ne yapıyorsunuz? “Do not feed the troll!” kanunu uyarınca, kendisini blokluyorsunuz ve oluyor da bitiyor maşallah. Bana gelince, bundan 40 yıl sonra, sadece “şu-şu-şu filmleri/müzikleri/kitapları/zopikleri okumuş, şu blogtaki şu entry’yi yazmış, şunu şunu yapmış” insanları gördüğüm (visible) bir dünyada yaşıyor olacağım, çok mu hijyenik geldi? o zaman şöyle yapalım, bu dünyadaki herkesi dahil edelim, ben insanları tanıdıkça çıkartayım dünyamdan (- Eller yukarı Emre, sökül paraları! – Sen yoksun ki (karşıdaki kişi -benim için- yok olur. Onu kara listeme eklerim, tanıdıklarım da isterlerse çıkartırlar böyle de faşizan bir cennette yaşarız kimseye yük olmadan). Ya da gazetede haber: “Alkollü sürücü / babası zengin olup milyorluk arabasıyla aşırı hız yapan oğlan kaza yaptı”, güle güle o insan benim dünyamdan.)).

Kötülük ve kötüler şu anki dünyamızda avantajdalar. Prestij sahibiler öncelikle. İstedikleri oluyor, istediklerini yapabiliyorlar. Etraflarındaki insanlar bir gün onlar gibi olmak istedikleri için / ya da yakınlarında olmanın nimetlerinden faydalanabildikleri için, onlara hizmet ediyorlar. Ama olası zayıf noktaları da bu gibi. Etraflarındaki insanlar da büyük ihtimalle kendileri gibi benciller ve belli bir sadakatlari yok. Arkadan vurabilirler ya da kolaylıkla çekip gidebilirler. Onlardan kurban olarak faydalanamazsınız çünkü ihanet ve terk etme ihtimalini arttırır, o yüzden kurbanlarınız sizin gibi olmayan insanlar olmalı, tebaanızın dışında ve bu da garip bir şekilde kötüleri kurbanlarına bağımlı yapıyor. Şimdi çözüm geliyor, kurtuluş geliyor: Size kötülük yapan insanları, başkalarına kötülük yaptığını düşündüğünüz insanları yoksayabildiğinizi (ignore) düşünün, kötü insanların toplumun dışına itildiğini ve bunun tümüyle bireysel bir hareket olduğunu (yani ben istemiyorum kendisiyle görüşmeyi ama sen istiyorsan görüş kardeşim ya da (“z” ile mutlaka)herkez bana visibl ben sana). imagine there is no heaven, above is only sky.. sen sağ ben selamet.

Haydi bakalım. Insert coin to continue..

Hamiş: Matrix değil çok merak ediyorsanız, yani belki o da vardır ama hakikaten çok az… Stanislaw Lem, Gelecekbilim Kongresi. 10 kere, 1000 kere. Yaz tatiline filan gidiyorsanız, ideal kitap. Gitmiyorsanız da ideal, sizi kandırmak için öyle demiştim, her halikarda okunabilirliği çok yüksek, üstüne üstlük komik.

Hamiş 2: Çok merak ediyorsunuz diye söyleyeyim dedim: “Nasıl biliyorsan, sen kendine öyle yap arkadaşım, bana karışma, ben sana karışmıyorum zaten, kimseye de karışma.” hayat felsefem (bir nevi live and let live revisited yayınları).

death in film/müzik

Dün akşamın bir vakti, geceye doğru, öyle demleniyordum harddisk’in filmler reyonunda.. Önce Juno‘ya takıldım biraz, oradan Closer, sonra Lars and the Real Girl, Half Nelson, Garden State, Four Weddings and a Funeral geldi sırayla… Garden State’in hemen başlarında, işte işe gelip de, benzin pompasını da beraberinde götürdüğünü anladığı sahnede bir müzik çalar, tanıdık geldi, noktayı koyamadım, imdb’yi açtım, şarkılara bakarken Zero 7 – In the waiting line’ı gördüm. Bera 2001’de geldiğinde getirmişti yanında albümü (Simple Things) taze taze dumanı üstünde.. Dinlemiştim ben de güzelce yeri geldiğinde o günden beri. Neyse. O sırada elimin altında (harddisk’te) mevcut olmadığından, youtube’den açayım dedim ilgili şarkıyı, bakayım o muymuş hakikaten de o esnada çalan şarkı. Şarkının bir konser versiyonunu buldum, iyi peki, haydi bakalım ve bir anda orada ölüverdim (“Ben mıhlanıp kaldığım yerde Allahın dediği olur.” – Emekli Binbaşı Ali Kocaer / Zetübiyer). Normalde konserlere uzuuuun bir süredir gitmeyen bir insanım (bkz 5 Mayıs 2006 tarihli şu girişin son paragrafı) hele de Zero 7 gibi sırtını elektroniğe dayayan bir grubun konserine gitmek isteyebileceğimi rüyamda düşünsem uyanınca abes bulurdum. Ama işte o konser kaydını izlerken kıpırdayamadım, öylece kaldım. Çok mu farklı bir yorum icra ediyorlar konserde albümdeki kayda kıyasla? Hayır. Ama işte ambiyans denen şey geliyor orada öyle kaplıyor her yeri. Yani eğer sistemi hackleyip, cennete gidecek olursam (bir haftadır matrix seyrediyorum öyle yaya yaya günlere, ağırdan, tekrar tekrarlardan), orada çalacak bir grup daha oldu. Anlatmakla olmuyor, yaşamak (ve akabinde benim gibi ölmek) lazım. Sophie Barker, ladies and gentlemen…

Hamiş: Benzin pompalı şarkı Coldplay – Don’t Panic imiş bu arada, minör detay.

Status update ya da

  • Neko Case “People Got A Lotta Nerve”e klip çekmiş. Kaplanın kızları yemesi dışında çok hipisel olmuş, olmamış. Komşuluk teklifim/isteğim/dileğim hala geçerli. (Klibin çıktığından Georgina sayesinde haberim oldu)
  • Bu aralar Camera Obscura – My Maudlin Career dinliyorum severek. öyle 60’lar gibi ama 2009 tarihli. Bir de Bat for Lashes’dan Fur and Gold’u — hele de Horse and I ne muazzam bir şarkıdır öyle. (Bu gruplardan Georgina sayesinde haberim oldu)
  • 80’ler listemi epey geliştirdim andığım günden beri. Yakında revize edilmiş (ne korkunç bir zorlamadır bu “revize dilmek” edimi! Yani benzetmek gibi olmasın ama “iğdiş edilmek” gibi geliyor kulağa (evet, o benim freudyenliğim)..) halini buraya bir yere asarım.. (Dün Georgina’dan 80lerin hitlerini içeren muazzam uzunlukta bir liste aldım, oradan bakıp bakıp “aaa bunu da atlamışız” demekle geçti akşamımız..)
  • Crying at Airports sanırım -bence- gelmiş geçmiş en iyi şarkı ismi. İlk göz ağrılarımdan Whale’in bir türlü bulamadığım da sonra unutup, sonra hatırlayıp yıllar sonra kavuştuğum 98 tarihli ikinci ve son albümlerinden bir şarkının ismi. Şarkı da albüm de iyi değil ama bu şarkının ismi (crying at airports), ama bu albümün ismi (all disco dance must end in broken bones) ve ama kapağı… nasılnasılnasıl ümit vaat ediyor, ah!
  • Hep böyle müzik şarkı gittim ama başka şeyler de var. (“Boğazını temizler” — ki bu da apayrı bir güzelliktir / Boğazımı temizliyorum, yani demek istiyorum ki, bir giriş yapacağım. Ne zaman giriş yapsam boğazımı temizlerim yani ben, yeni bir sayfa gibi. Ha çıkışlarda ne mi yapıyorum, nasıl mı veriyorum konuşmamın bittiği mesajını? Tabii ki arkaya 3 salto ve takiben bir parende ya da her nasıl yazılıyorsa (Salto nedir, parende nedir, hangisidir, ondan da emin değilim ya… (arkaya 3 salto atıp, mütekaip(?) bir parende yapar/atar/ovalara yayılır)) geçen gün kişisel isa Wiki’mdeki arzu sepetimde keşfettiğim (hem de taa 19 Şubat’ta girmişim ilgili list item’ı (bir de A-Team vardı)) Two Lovers‘ı izledik, acaip iyiydi, hatta o kadar iyiydi ki (yani beni duvardan duvara halı.. kısmını boşveriyorum), niye Joaquin Phoenix ile Gwyneth Paltrow gibi isimleri oynatmışlar, çok merak ettim. Vinessa Shaw müthişti. Kim bu kim bu nereden diye diye filmin sonunu getirdim. Hillary Swank’ın gençliği gibi, film boyunca parladı durdu, filmin sonunda baktım, bilmiyormuşum, ilk ciddi görüşümmüş kendisini..
  • Film deyince, bir de -yine geçen gün- canım çekti, favori filmlerimden Station Agent‘ı taktım (nereye? nereye ne takıyorsun sen? harddisk’i bağlayıp, çift tıklatıyorsun ancak!), onu seyrederken birkaç gündür aşerdiğim Air – You make it easy’yi de aradan çıkartayım dedim, onu da simultane (kadıköy simul taner) başlattım — öyle bir yere denk getirmişim ki, filme özellikle seçseler bu kadar senkronize olurmuş (merak edenler için: Peter Dinklage rayların üzerinde yürürken, küçük kız bunun peşine takılıyor, o ona merhaba deyince kız kaçıyor, sonra fade to akşam, kapı çalınıyor, Patricia Clarkson elinde bir şişe şarapla gelmiş, işte tam oradaki fade to akşam kısmında başlatın) — sahneyle başlıyor, sahneyle bitiyor şarkı da (alakasız ama, filmi bu seyredişimde fark ettim : müziklerini Stephen Trask (efsanevi Hedwig and the Angry Inch) ayarlamış. Film tabii her zamanki gibi çok çok güzeldi, sonunu getirmesem de..
  • (Bir şeyler daha yazacaktım sanki.. Hah!) Iris Murdoch’tan “The Sea, The Sea” (for the 2nd time) okumalarım yine devam ediyor, onu ilk okuduğumda nasıl sağ kalmışım, hem şaşıyor, hem de tebrik ediyorum kendimi (Jaws: The Revenge: This time it gets personal).
  • “Two Lovers”ı yazarken değindiğim listemdeki diğer birkaç film (çoğunu başarıyla temizledim) : The Reader, Rec, bir de Primer.
  • Çok geç oldu burada, yatıyorum ben şimdi balkabağına dönüşmeden bu giriş. (ThisTornadoLovesYouThisTornadoLovesYouThisTornadoLovesYou — WhatWillMakeYouBelieveMe?)