Türkiye – iki şey.

Türkiye’de beklediğimden çok daha iyi vakit geçirdik. Hemen her şey güzel geçince, insanın (ben insanın) farkına vardığı, hatırladığı, düşündüğü hemen her kısmı değil de, onun kapsamadığı o birkaç şey oluyor.

FKK. FKK ile niyeyse hep yalnız görüşecekmişim gibi düşünüyordum, yani eşler, çocuklar olmadan, niyeyse. Niyeyse bu niyeyseyi bir türlü çözemedim. FKK ile tanıştığımızda hakikaten gençtik, dünyalar bizimdi. Ya çok trajik kokuyor böyle yazıya dökünce ama galiba böyle “aile ziyareti” yapmayı kabul edemedim içimde bir yerlerde. Yoksa dünya(lar) bir yana, FKK bir yana, her daim. Ahh! FKK. Huysuzluk ediyorum yoksa ben benim hala, o o… Gerçi eskiden de biraz böyleydi; buluşur buluşmaz konuşamazdım onunla, açılmam zaman alırdı, belki de durum aynıdır sadece gavurun tabiri ile kolossal boyutlara ulaşmışımdır. Bir sonraki gidişimde, ailecek, inşallah.

Blade Runner (Enteller uyurlarken neyin rüyasını görürler)

Dün gece, uykuya dalmadan evvel, o sırada yanımda olan ve şu sırada adını vermek istemediğim bir hanımın “Ben çok acıktım, sucuk yesek mi?” şeklinde sorusuyla kendimden geçmişim.

Rüyamda ilkin kendimi sucuk keserken gördüm, bayağı da iyi kesiyordum, sucuk da öyle dağılmıyordu, buzu da güzel çözülmüştü, neyse, asıl bahsedeceğim rüya kısmının bu olmayışından ötürü, geçelim şimdi bunları.

Televizyonda/bilgisayarda bir film izliyordum. Hugh Laurie oynuyordu, Şekspiryen (Shakespearian, istesem yazabilirim yani) bir dönemde geçiyordu (tabii Şekspiryen Dönem denmez aslında, Elizabetyen demek lazım, I presume (humbly)). Adı da Venedik’te Ölüm idi ama o halimle bile Venedik’te Ölüm’ün 20. yüzyılda geçtiğini biliyordum, yaşlı bir erkeğin genç bir erkeğe duyduğu ilgi etrafında yazıldığını biliyordum, yani bu Venedik’te Ölüm’ün, o Venedik’te Ölüm olmadığının farkındayım (ve dahi gördüğümün Venedik Taciri olmadığını da, teşekkür ederim, hıh!). Karakterin adı Lazio/Lazlo, onun gibi bir şeydi.

Bu yapıtı izlerken çok beğendim ve etkilendim rüyamda, o kadar ki, “artık seyretmeyeyim, kitabını okurum, spoil olmasın, burada keseyim” deyip, akabinde kapattım. Zaten sonrasında Ece kulağımın dibinde bağırıp üstümde zıplamaya başlayınca da uyandım.

Rüyamdan çok etkilenmiştim, bir kontrol edeyim dedim, ilkin Lazio, ardından da Lazlo’yu arattım Wiki’de, Viktor Laszlo dışında bildiğim / ilgilendiğim bir şey bulamadım. Sonra Venedik’te Ölüm hakkındaki girişe bakayım dedim. Konusu hakkında yukarıda yazdığım bir cümleden başka bir bilgiye sahip değilim, yazarını dahi hatırlamıyordum, “Thomas Mann” olduğunu görünce hatırladım. Yani “Yazarı kimdir?” deyu sorup 4 seçenek verseydiniz, sanırım Mann olduğunu bilirdim.

Ne kadar uzadı yine bu giriş. Punch-line’ı girelim de bitirelim. Efendim, kitaptaki baş karakterlerden diğerinin adı Tadzio imiş ve bunu benim önceden bilmeme imkan yoktu, ah bilinçaltı ah bilinçaltı! Yani Hugh Laurie’yi de gördüm ya aynı konsept içinde, direkt House’a yeni bölüm, Amber’ı çıkarın (lütfen bu arada, ciddiyim, son bölümlerde gözle görülür bir toparlanma oldu, bir de Amber olmasaymış kanat takıp uçacakmışsınız), beni alın.

Ya bu kadar mı çiğ/yavan ve bir o kadar da dantellektüel göndermeler olur:
* Venedik’te Ölüm
* Venedik Taciri döneminde geçiyor
* Bilinçaltı sömürgeni dizinin başrol karakteri başrol oynuyor.

Yok, yok ben kitabını okuyayım bari, koydum sıraya. Geçen gün Benjamin Button’ın Hikayesini okudum da (Gutenberg’den indirebilirsiniz – 75 yıl geçtiği için telife dahil değil artık) filmini sever oldum.


S. Freud : Hoşgeldiniz Sayın Sururi, bana dün gece gördüğünüz rüyanızı anlatır mısınız?
S. Sururi : A, tabii, Venedik’te Ölüm’ün bir prodüksiyonunu izliyordum..
S. Freud : Bu kadar bilgi yeter, daha fazla konuşmanıza gerek yok. Şimdi çıkın buradan, sizi küçük düzyazar…

Haber maber matitas..

Siz sevgili okurlarımızdan gelen yoğun istek üzerine, 15-23 Nisan tarihleri arasında İstanbul’da, 24 Nisan – 4 Mayıs arasında da Ankara’da sevenlerimizle olacağız.. Seneye bu zamanlarda da İspanya’da (Bilbao) olma ihtimalimiz -resmen olmasa da, prensipte- mevcuttur, aman nazar değmesin, haydi hayırlısı.

Tot ziens!
The Panda Go Panda Family.

biz naturalis leiden mart 2009

patolojik disorder

ve düğünlerden ve merasimlerden ve toplanılmışsa şayet herhangi bir kişiyle arama 3 kişinin girdiği kalabalıklardan, tanımadığım insanlardan oluşan kalabalıklardan, telefon konuşmalarından, hele de telefon konuşmalarından, evime (=ground state) istediğim anda kalkıp dönemeyeceğim mesafelerden.. bir yerlere gitmek zorunda olmaktan.

maddiyatla ilgili her türlü şeyden, anlaşmalardan, yükümlülüklerden, zorunluluklardan, kariyer timsahlarından, hırslı insanlardan.

evet, abarttım biraz yahu. asayiş berkemal, çoktandır şu telefon meselesini yazayım diyordum, o vesileyle hızımı alamadım (bir de sonsuz sonsuz rahatsız edici negatif empati insanları var).

ördek, kul ahmet’in ceketi, hollandalılar ve kuzular.

Sabah 6’da Ece uyandı, ben de uyandım, içeri gittik, dün kütüphaneden aldığımız Cinderella’nın DVD’sini (kütüphaneden aldığımız diğer iki film her daim gönlümün zirvesinde olan “True Romance” ile bir türlü seyretmenin nasip olmadığı “This is Spinal Tap” olduğundan, takdir edersiniz ki en uygunu Cinderalla idi) taktık (ilginç bir şekilde, Hollanda’da da Cinderella, Cinderella olarak değil de, “Assepoester” (Ash-pussy / Kül-kedisi) olarak tanınmakta). Ben de, artık gün resmi olarak başladığından (yani Ece’nin tekrar uykuya dalması mümkün görünmediğinden), perdeleri açayım dedim. Açamadım. Evimizin önündeki kanalın hemen yol tarafında önce hiçbir şeye, ardından kirpiye benzettiğim bir şey vardı (bir arabanın altında kalmış bir ördekti). Önce biraz bekledim, kiliseye gitmekte olan bir iyi Samarit (gözlerinin hastasıyım, oxymoronların ustasıyım) tarafından kaldırtılır dedim (bilmiyorum sonuçta buranın uygulamalarını, belki acil çöp hattı vardır, arıyorsundur geliyorlardır, alıyorlardır, gidiyorlardır ya da yıkıyorlardır, çıkıyorlardır) ama takdir edersiniz ki daha kiliseye 3 saatten fazla vardı. Haydi bakalım dedim, (Kul Ahmet erken kalkar, “Haydi ya nasip!” derdi, kimseler anlamazdı “Ya nasip” ne demekti, mahalleye dert oldu, Kul Ahmet’in ceketi), iş başa düştü, bahçeden takımların arasından beyhude kürek aradım, onun yerine çıka çıka tırmık ve küçük çapa buldum, birer çöp poşeti geçirdim üstlerine, çıktım, dışarıda sanatımı icra ettim kadersiz ördek üzerinde (6 feet under yeni bölümleriyle bu kanalda). Çok uğraştırıcı bir şey, hoş bir şey de değil, üzücü her şeyden önce. Nihayet işimi tamamladım, ördeği son yolculuğuna uğurladım (hayır, gömmedim, onun yerine çöp torbasının ağzını kapayıp, konteynırdan aşağı yolladım). Bunları niye yazdım, işte aile babası, sorumluluk filan olmuşum, onun ayırdına vardım, paylaşayım istedim (bu masal da burada bitmiş, o günden sonra Kul Ahmet olmuş Ahmet Bey, ceket olmuş, Ahmet Bey’in ceketi, meğerse tüm keramet, ceketteymiş be Ahmet, Barış’a sorar isen sen bu yolda devam et (enter kızlar korosu)).

Gelelim günün ikinci kıssasına. Buraya yazdım mı daha evvelden hatırlamıyorum ama değinmek istediğim bir konuydu (ebeveyn oluş ile ilgili). Ece’nin doğumundan itibaren, azalan bir sıklıkla da olsa hayatımıza pek çok “ilk”ler eklenmekte. Bunların en sonuncusu -ve bana göre en ilginçlerinden biri- çocuklarımız vesilesiyle edindiğimiz arkadaşlar. Ece’nin okuldan Nadja adında dünyalar tatlısı bir arkadaşı vardı, önce anneler arkadaş oldu, işte babalar da çeşitli kereler aynı ortamı paylaştıklarından ve hanımlar da zaten birbirini tanıdıklarından merhaba merhaba modunda tanış oldular. İşte bugün hesapta Nadja’lara yemeğe gidecektik the Tascis olaraktan ama Nadja’nın annesi hasta olmuş, planda değişiklik yapmak zorunda kaldık. Şimdi ben böyle yazınca zannettiniz ki “bugünkü buluşma iptal oldu”, ama bir yandan da ben “şimdi ben böyle yazınca” dedim diye, bir şeylerden işkillenmiyor da değilsiniz (sizi gidi sevgili can-ciğer-kuzu-sarması okur (bu da sevgili Löker’in deyişiyle Perihan Mağdenlemelerimden biri oldu. dört. 8)). Neyse. Sonuçta, Nadja, kardeşi ve babası bize ziyarete geldiler (onların teklifiydi ama böyle yazınca da sanki emrivaki yapmışlar gibi oldu ama halbuki değil, sevinerek kabul ettik (biraz da şaşırdığımızı itiraf etmeliyim)). Yanlarında hesapta bize yapacakları yemeklerden yaptıkları kadarını getirmişler, biz de bir şeyler yaptık planda değişiklik olunca, çocuklar da önce bahçede güzelce oynadılar, ardından bir çocuk parkına gittik. Bize (as in Türkler) bu yaşadığımız şey enteresan geldi, paylaşayım istedim, güzel bir şey sonuçta, Hollanda insanının (hemen de genelleştiririm işte böyle) samimiyetini ve lafı dolandırmadan, etiketlere pek de aldırmadan, manaya önem verişine dair güzel bir tecrübe idi.