Bir bölümü içerisinde tekmil, cinayetten başlayıp katilin kim olduğunun bulunduğu (‘whodunit’) dedektif/polisiye dizilerini severiz biz. Gizem iyiyse, bir sezona yayılanlarını da seyrederiz. Ah bir de cosy olursa tabii, tadından yenmez (“yeter-şart”: yerde kanlar içerisinde ceset yatarken karakterlerden birinin hamburger/sandviç bir şeyler yer durumdayken inceleme yapması). Eskilerden Castle/Psych, son yıllardan Bad Monkey, Only Murders In The Building, daha da yenilerden Death Valley ile High Potential... Only Murders in the Building’de başta Selena Gomez “genç” idi, 3. sezonda artık o da kaderini kabul etti ama yine de Steve Martin ve Martin Short’un yaşlılığı dizinin katarlarından (bu noktada aklıma geldikçe beni kopartan bir detay: mevcut 5. sezondaki yaşlılar tanışma sitesinin adı: “Last Gasp”).


Helen Mirren & Celia Imre yine gene hep yan yana! Thursday Murder Club (2025)
Yaşlılar dizilerde olsun, filmlerde olsun, epey hayatımıza girdiler – “geriatrik romantik komedi” 8P Öpüşüyorlar bir de buruşuk dudaklarla, daha neler! 8)) Vaktiyle bahsetmiştim diye hatırlıyorum, When Harry Met Sally 2 : When Harry Met Sharon. İşte çok fena Marigold Hotel olsun (ya çok komik bir skeç/spoof vardı Maggie Smith, Judi Dench ve Joan Plowright’lı, işte Judi’nin pençesine alamadığı rolleri kapabiliriz belki minvalinde — 1 sn. buldum, “Tea with the Dames” (bağlantıyı youtube yerine tiktok’tan apartınca kaç yaş gençleşmiş oluyoruz? 8)), neyse ne diyorduk Helen Mirren’li herhangi bir film olsun, yaşlılar her yerde. Eskiden beş yılda bir filan Calendar Girls gibi bir film çıkardı, neşelenirdik, bayramda anneannemizi/babaannemizi ziyarete giden çocuklar gibi takılırdık yeterdi. Mamma Mia 2’nin sonunda, hani yazılar geçerken Cher “Super Trouper”ı söylüyor ya, Kent Şekerleri reklamı gibi: gençler ninelerini dedelerini huzur evinde ziyarete gelmişler, ki en sonunda huzur evinde geçeni de çektiler zaten, enter Richard Osman Ağa’nın Thursday Murder Club’ı. Ben Kingsley yaw! GANDHI Ben Kingsley! Bir ara da mafya komedi filmleri furyası varken Robert De Niro bir röportajında (Analyze This için) demişti ki: “eskiden aylarca role çalışır, günde 18 saat rolü yaşar, öyle canlandırırdım, şimdi sadece sete geliyorum, Billy Crystal’e bağırıyorum, yetiyor” (gibi bir şey).
Neyse, güzel şeylere geçelim: canımız ciğerimiz Michel Schur The Good Place’den sonra bu sefer yine insanın içini ısıtan “A man on the inside”la bizi can evimizden vurdu. Evet, huzur evinde geçiyor ama öyle değil işte. Onun ikinci sezonunda karakterlerimiz şükran gününde “pecan pie” yiyorlar. “Pecan”ı biz Hollanda’da fındık-fıstık arasında görüp, öyle tanımıştık, teknik olarak ceviz, Angaralı ağzımla söylersem sündürülmüş ceviz. Daha gevrek olduğunu da diyebilirim ama o sanırım kavurma yöntemi ile alakalı. Bu noktada ikinci bağlantımız olan turtaya geçiş yapalım:
“Turta” ortaokulda İngilizce öğrenirken sıklıkla karşılaştığımız ama pek de aşina olmadığımız (en azından benim) bir kavramdı. Biz kek-börekçi milletiz (etli turta, quiche — oyy oyyy bunları zaten anlamam daha da uzun sürdü…). O zamanlar turta deyince aklıma “Eti Cin” gelirdi ki, pek sevmem. Sonra Hollanda’da, oranın meşhur elmalı turtalarıyla tanıştık, bayıla bayıla yedik; ardından Samira’dan da tarifi alıp, başka birkaç tarifle de birleştirince, ben de turta yapmaya başlamış oldum böylelikle. Bu yıla kadar gayet sıkı bir şekilde elmalı turta yapageldim ama bu yaz çok, çok, çok güzel bir vesileyle (enter: Bade & Umut muhteşem zatları 8) farklı türlere de yöneldim (şeftalili ve erikli turtalar).




Erikli, Şeftalili, Elmalı Turtalar…
(Bu arada, canınız çektiyse, tarif isterseniz, bkz. Elmalı turtalarım ve ben…)
Neyse, neyse, ne diyorduk? Ah, işte A Man on the Inside’ın bu 2. sezonunun bir bölümünde arkadaşın pecan pie sevdiğinden dem vurulur. Bilemedik tabii ne menem bir şeydir bu pecan pie, ama aklımızın bir köşesine not ettik.
Birkaç hafta sonra, burada bir Noel Pazarı (“Christmas Markt”) kuruldu. Sonuçta burası Almanya değil, Hristiyan hiç değil, sıcak çikolatanın bile olmadığı (menüden görüp isterseniz garip bir şey veriyorlar — Starbucks dahil, Çin’de hiç denemeyin // bahsetmiş miydim: bir kere de gayet Amerikanvari bir kafede sipariş verdik, sulu bir şey geldi, tabii ki tatlı da değildi, şeker rica ettim, ve tabii ki şeker de yoktu (onun yerine vanilya aromasından iki shot bastı sağolsun “barista”) bir yerde beklentilerimizi çok da yüksek tutmadan gittik (hatta iki kere gittik: cumartesi gittiğimizde yoğun kalabalıktan bilet satışını / ziyaretçi girişini durdurmuşlardı, biz de buranın yerel halkı olarak çarşamba bir daha gittik, yine kalabalıktı ama o kadar değil). Pazarı Şanghay’ın en turistik merkezi Bund’un dibine kurmuşlardı ve çok ilginç bir şekilde Çinliden çok yabancı vardı (pek alışık değiliz, biz zaten “taşrada” (Baoshan) oturuyoruz sanırsam zira konsoloslukta da “hiç yabancı görmüyoruz, üniversitede dahi pek İngilizce bilmiyorlar” dediğimizde dediğimiz arkadaş tek kaşını kaldırmıştı, meğerse merkezde biliyorlarmış çünkü yabancılar var (Bund’un oradaki ana caddemiz olan Nanjing Caddesi’nde yürürken yanınıza gelip “Waççyobeg” derlerse korkmayın, hırsızlığa karşı uyarmıyorlar (“Watch your bag” değil yani dedikleri), taklit çanta ve saat satmaya çalışıyor oldukları anlamına geliyor (“Watch or bag”) ki, buna da şükür.
Resim koyayım ya ışıl ışıl pazardan… (Nergis Hanım’dan ne eksiğimiz var, onun blog girişleri boydan boya resim! 8)


Neler neler yemedik ki! Gerçek pattes kızartması (“gerçek olmayanı nasıl oluyor?” diye merak ederseniz: ya tatlı pattesten yapıyorlar, ya da garip bir şekilde nişastaya bulayıp kızartılmış oluyor); churro; sıcak çikolata; sonra bir de baktık ki “Dutch Pies” yazan bir yer! Pecan pie da satıyorlardı, haydi deneyelim dedik beklentimizi çok da yüksek tutmadan. Nefisti! Dilimin yanında verdikleri “%10 indirim kuponu” vesilesiyle adını-sanını-yerini-yurdunu da kaydetmiş olduk.
Pazara çarşamba gitmiştik, iki gün sonra cuma akşamı aktivitesi olarak burayı bulmaya yollandık. Çok zorlanmadık, metrodan indikten sonra merkezi bir muhitte bir 20 dakika yürüyüşün ardından (bu arada, havalar ılıman, tamam, kazak-mont, ama montun önü açılıyor biraz yürüdükten sonra, hatta bazen tümüyle çıktığı bile oluyor 8) bir alışveriş merkezinin altında (yani normalde hayatta karşılaşmayacağımız, bulamayacağımız bir yerde) bulduk kendisini, yani Dutch Pies’ı. Üstelik gayet iyi İngilizce konuşan bir hanım yardımcı oldu bize.

Hemen siparişi verdik: pecan pie, elmalı turta (“Grandma’s Apple Pie” diye geçiyor, hayli gelenekseldi hakikaten – bu arada fark ettiyseniz özentiliğimi/artistliğimi elmalı pie olarak devam ettirmiyorum, yemiş Türkçe olunca pie da turtaya dönüşüyor haliyle 8), bir de Nergis Hanım sevinsin diye üç katlı çikolatalı pasta (şimdi Allah için: buraya geldikten sonra birkaç yanlış denemeden sonra nihayet eli yüzü düzgün, bizim damak tadımıza uygun pastalar yapan Quando Pastacısı’nı bulmuştuk, yani pasta sorunsalımız pek yoktu ama burada da görünce burada da deneyelim bir dedik).

Artık o turtaları / pastaları nasıl yediysek, hüplettiysek sağolsun, bize bakan hanım elinde bir dilimle daha geldi “bunu keserken yanlışlıkla kenarını kırdım, bu haliyle satamam, siz yer misiniz acaba?” dedi (tabii doğrudan “10 gündür bir şey yememişsiniz anlaşılan, bu da bizden olsun, sevaptır” deyip bizi incitmemek için böyle yan yollardan yanaşıyor, anladık ama çaktırmadık 8), dedik “vir vir, getir getir”, böylelikle 4. dilimimizi de silip süpürmüş olduk.

Yolluk olarak diyeceğim ama değil tabii, ertesi gün yemek üzere iki dilim daha (pecan & elma) turta alıp gayet mutlu mesut bir şekilde evimize döndük. (bu akşam yine gidiyoruz! 8)
Mutlu sonlara bayılırım dostum! Tatlı sonlar daha da nefis!
A man on the inside’la başladık, onunla bitirelim, sonuçta o vesile oldu buradaki turta maceramıza: The Good Place’in ardından Ted Danson işte Michel Schur’la “A man on the inside”la devam etti, Kristen Bell ise -Gilmore Girls’de Lane’in ilk yavuklusu rolüyle tanımış olduğumuz hefül hefül Adam Brody ile- “Nobody Wants This”i çekti. İki dizi de Netflix’in olduğundan hatta, gala babında şöyle bir hoşluk da çıkmıştı:
2. sezonun son bölümünde de çok hoş bir referans (zarf?) atıyorlar Kristin Bell’e: ekranda Veronica Mars’ı izlemekteyken “başka hangi dizilerde oynamış ki acaba?” diye sorar bir karakter diğerine…
Bugün perşembe. Dün akşam aylar süren çok yoğun çalışmaların ardından nihayet iki buçuk aydır erişime kapalı canımız ciğerimiz sunucumuz (çok ama çok fena hacklenmişti, ama ona da şükrettik, daha da fena hacklenebilirdi nitekim…) yoğun IT kontrolünden 5 pekiyi ile (?) geçip tekrar halka arz edildi, onun mutluluğunu yaşamaktayız bütün grupça (hani böyle uzay mekiği (“gemisi” yazmıştım, garip geldi, “mekiği” yazdım, şimdi daha da garip geldi — mekik yaw!) yörüngeye mi giriyor, uzay istasyonu ile mi kenetleniyor, kontrol merkezinde herkes neşeyle kutluyor, birbirine sarılıyor ya, onun gibi bir sevinç yaşadık biz de kendi çapımızda — logonun yanına bir nazar boncuğu mu kondursam acaba? 8)