Yalnız gezince fotoğraf çekmek epey hüzünlü bir işe biniyor. Bunun farkına eskiden tam olarak varmamıştım, hatta şöyle anlatayım:
Bir zamanlar Hasan Safkan adında, motosikletiyle Afrika’yı, oradan da Portekiz’i ve başka yerleri gezmiş iyi kalpli bir adamcağız vardı. Gezi notlarını çok güzel bir tasarımla sunduğu “Kuzey Afrika’dan Portekiz’e, ordan eve…” kitabında toplamıştı. Özel basım koşullarından ötürü fiyatı görece yüksek olan kitabı çok istesem de edinememiştim (95?) lakin oradan bir fotoğrafı beni derinden vurmuştu:

Bütün resimlerinde tek yol arkadaşı motosikleti de vardı çünkü Hasan Safkan yalnız bir turistti. Yıllar sonra, o sıralar ilgilendiğim ama çok uzun bir zamandır burun kıvırdığım, gezi notları da yayınlayan bir yazara yazdığım mektupta serzenişte bulunmuştum “niye her gittiğin yerde çekilen fotoğrafında sen de varsın, Hasan Safkan’ın mesela, hiç böyle bir ihtiyacı olmamıştı…” diye (mealinde).

İnsan, bir resim çektiği zaman, onu bir şekilde kendisine, orada bulunmasına mal etmek istiyor, hele de internette aynı açıdan çekilmiş halihazırda onlarca fotoğraf varken, bir fark katmak istiyor. Hande’ye bu düşünceyi gözeterekten gibicesine “Dimbles*“ı hediye etmiştik. Bense bu Prag gezimde öğle molalarında yaptığım kaçamak şehir merkezi gezilerinde bir iki resim çektim çekmesine ama gelin görün ki, tatsız resimlerdi bunlar, internetten arasam daha da iyileri bulunabilecek resimlerdi. Kimseden de beni çekmesini istemedim, işte o burun kıvırdığım yazarda eleştirdiğim şeyi kendime hiç konduramam (bir de turistler arası dayanışma vardır: siz onların resmini çekersiniz, karşılık olarak onlar da sizinkini). Arkadaşların resimlerini çekmek keyiflidir, şehir arka planda takılır.
Niye yazıyordum ki ben bunları? Prag’da, kaldığım pansiyonun bir 300 metre ötesinde mimar Adolf Loos‘un Müller Evi vardı, bizim mimarlara nazire olsun diye resmini çekeyim istedim, kendimi de koyayım dedim, sonrasında photoshop’la havaya kaldırdığım ellerimin arasına üzerinde “süslemek cinayettir!” yazılı bir pankart konduruverecektim (bütün bu mimar muhabbetlerini tabii ki Bengü’den öğrenmiş idim). İşte o (şu) iki resmi, fotoğraf makinesinin otomatik zamanlayıcısı ile çektim: önce bir trabzanın üzerinde dengede tutup, ayarı yaptım (ayar = ev tamamıyla görünüyor mu ve ben nerede durursam düzgün çıkarım), sonra bastım düğmeye, bir yandan da sayıyorum (10’a kadar).
Resimlerden de göreceğiniz üzere, iki kere yaptım bu işi. İşte o zaman, o “sokaktaki manyak” performanslarımın getirdiği coşkunun hemen ardından aklıma getirdim yalnız turisti ve dahi Charlotte Chuck’ı ve yalnız başlarına resim çekmek durumunda kalan bütün sevdiğim insanları (2).

Gezmek, bir yerleri görmek güzel bir şey sanırım (kendime rağmen). Ama arkadaşları görmek daha da güzel bir şey. Şimdi bunu böyle yazdım ya, içimdeki öteki ben (top sakallı olan) hemen birtakım lafları yetiştirdi bana; bilirsiniz, bilmezsiniz, alınmışsınızdır, alınmamışsınızdır, ama öyle ama böyle, bu Türkiye ziyaretimizde Hande, Ekin ve Selma’dan başka kimseyle buluşmadım. Buluşamadım yazmak işi kolaylaştırsa da, doğru değil. İnsan içinde kötülük olmadan sevdiği biriyle buluşmayabilir mi? Koyu gri bir issue bu. Hemen isim de vereyim, madem başladım: en başta canım fkk’m Doğan, Zeynep, Onur, Betül, Löker, sonra tabii ki Seyfettin. Seinfeld’in son (2) bölümünde içlerinden birinin (Elaine) bir arkadaşını araması gerekmektedir ama her seferinde bir şey olur, en sonunda “ayıp etmiş olmak” sınırından geçerler. İşte en sonda, bunlar hapse atılmışken ve sadece bir adet telefon hakları varken, Elaine arkadaşını şimdi arayacağını söyler, ne de olsa, hapiste verilen o bir arama hakkı arama aleminin kralıdır. Ben de belki buradan ama o sebepten ama bu sebepten yaptığım donkey kong’luğu açık açık kabul edersem, bu günah çıkartma kabininden biraz daha hafiflemiş çıkabilirim diye düşündüm (bu tür metodların en etkileyicisi, Ümit Kıvanç’ın güzel kitabı “Yalnız Olmuyor”da vardır bu arada).
Şimdi aradım, bulamadım ama önceden de yazmıştım: tabii ki marifet değil ama bir gün geldi ve ben Doğan’la buluşmaktan çekinir oldum. Blogun genel seyrine uygun olarak, hemen dizilerden bir örnek vereceğim, Community, S02E16 – “Intermediate Documentary Filmmaking”: Troy, LeVar Burton’ın sıkı bir hayranıdır. O kadar hayranıdır ki, üç dilek hakkını şu şekilde kullanmak istemektedir:
“If I’m gonna get bequeathed upon… I’d like it to be a drum kit, or a signed photo of LeVar Burton. Those would be my top two wishes. My third wish would be a million wishes. But I’d just use them all on a million signed photos of actor LeVar Burton.”
(Türkçe çevirisini vermeden, böyle İngilizce’sini patada salladıktan sonra kendime kızıyorum, o yüzden: “Eğer dileklerim gerçekleştirilecek olsaydı… Bunun bir davul seti, ya da LeVar Burton’ın imzalı bir resmi olmasını isterdim. Bunlar ilk iki dileğim olurdu. Üçüncü dileğim bir milyon dilek hakkı olurdu. Ama onların hepsini de aktör LeVar Burton’ın bir milyon imzalı fotoğrafı için kullanırdım.”)
Çünkü, “you can’t disappoint a picture” (“Bir resmi hayalkırıklığına uğratamazsın”).
Bu şiddette olmasa da ve bu kadar tek taraflı olmasa da, bu doğrultuda bir şeylerdi beni Doğan’la buluşmaktan alıkoyan (ki ne kadar ayıp iki arkadaş arasında, biliyorum, biliyorum). Sonra, işte bir de Doğan’la biz bambaşka zamanlarımızın tanığıydık, şimdi -teşbihte hata olmaz- iki kel, göbekli, evli ve çocuklu adam olarak neyden bahsedecektik Allah aşkına? Onun Proust’u, benim Murakami ne derece geyik malzemesi olabilirdi ki. Yazınca daha iyi olmuyor ama zaten yapacağımı yaptım. Filmlerde olur ya, klişe tabirle “geçmiş için bugün ve yarın feda edilir”, ne kadar da yanlış bir şeydir ve her filmin sonunda karakter yaptığı şeyi anlar ve film mutlu sona bağlanır, yok öyle yağma.
Biz HitNet’çilerin göğsümüzü gere gere övündüğümüz şu “Pause tuşuna basılmış arkadaşlıklar” mevhumu vardır ya [1,2,3], o galiba o arkadaşlar sizle pause ederken kendi aralarında şarkıya devam ettiklerinde işler bozuluyor, buzlar bir yanda çözülmüşken diğer yanda daha bir sertleşiyor, bir araya gelindiğinde herkes farklı yansımalar görüyor, siz onların farklı yansımalarına alışamıyorsunuz, hayat devam ediyormuş meğer!, onun farkına varıyorsunuz, bir garip oluyorsunuz.
Neyse ki, şükür ki, habis olan sadece benim. İçimi bu farkında olmanın kurtları yerken, vicdan azabı ve kendimi suçlamakla uğraşırken sözgelimi Löker’den sıcak kucak dolu bir mesaj, Seyfettin’in öyle bir şey olmamışçasına, alınmamışçasına mesajları (ki Seyfettin’in durumunda pause tuşu yok ama yeniliğin getirdiği farklılık vardı) bir anda Brezilya’ya çeviriyor meydanı. Ne mutlu bir şey insanın iyi insanlarla çevrili olması. Nasıl başladım, nasıl bitirdim ama çok teşekkür ederim iyiliğiniz için. Telefonla konuşmaktan ödüm patlıyor zaten (dün bir arkadaşım hatrımı sormak için aradı, “telefonla konuşmaktan hoşlanmıyorum, o yüzden kapıyorum, e-posta ya da SMS gönderirim” diyebileceğimin az altı bir samimiyetimiz olduğundan konuşmak durumunda kaldım (sanırsınız ki lütufta bulunuyorum), konuşma bittiğinde bütün enerjim tükenmişti. Buluşmalarda ise buluşana kadar offlayıp pufluyorum ama buluşma gerçekleştiğinde ve sonrasında mutlu olmuş olduğumu fark ediyorum ama ah o buluşana kadarki stres (neyin stresi? ne olacak, neyden korkuyorsun be adam!).
Garip bir şey oluyorum (oldum), hoşuma gitmiyor ama farkındayım. Bilgisayar toplumu, sanal temaslar, biliyorum bunları, biliyorum da garip geliyor hala. Arasam bulurum psikolojik bir tanım, bulmak istemiyorum.
(Mutlu bitirelim)

İyi kalpli insanlar, HitNet Zirvesi, ’98+, Fotoğraflar: Löker
(buradaki insanların bir kısmı artık görüşmüyorlar)