yalnız turist.

Yalnız gezince fotoğraf çekmek epey hüzünlü bir işe biniyor. Bunun farkına eskiden tam olarak varmamıştım, hatta şöyle anlatayım:

Bir zamanlar Hasan Safkan adında, motosikletiyle Afrika’yı, oradan da Portekiz’i ve başka yerleri gezmiş iyi kalpli bir adamcağız vardı. Gezi notlarını çok güzel bir tasarımla sunduğu “Kuzey Afrika’dan Portekiz’e, ordan eve…” kitabında toplamıştı. Özel basım koşullarından ötürü fiyatı görece yüksek olan kitabı çok istesem de edinememiştim (95?) lakin oradan bir fotoğrafı beni derinden vurmuştu:

Bütün resimlerinde tek yol arkadaşı motosikleti de vardı çünkü Hasan Safkan yalnız bir turistti. Yıllar sonra, o sıralar ilgilendiğim ama çok uzun bir zamandır burun kıvırdığım, gezi notları da yayınlayan bir yazara yazdığım mektupta serzenişte bulunmuştum “niye her gittiğin yerde çekilen fotoğrafında sen de varsın, Hasan Safkan’ın mesela, hiç böyle bir ihtiyacı olmamıştı…” diye (mealinde).

İnsan, bir resim çektiği zaman, onu bir şekilde kendisine, orada bulunmasına mal etmek istiyor, hele de internette aynı açıdan çekilmiş halihazırda onlarca fotoğraf varken, bir fark katmak istiyor. Hande’ye bu düşünceyi gözeterekten gibicesine “Dimbles*“ı hediye etmiştik. Bense bu Prag gezimde öğle molalarında yaptığım kaçamak şehir merkezi gezilerinde bir iki resim çektim çekmesine ama gelin görün ki, tatsız resimlerdi bunlar, internetten arasam daha da iyileri bulunabilecek resimlerdi. Kimseden de beni çekmesini istemedim, işte o burun kıvırdığım yazarda eleştirdiğim şeyi kendime hiç konduramam (bir de turistler arası dayanışma vardır: siz onların resmini çekersiniz, karşılık olarak onlar da sizinkini). Arkadaşların resimlerini çekmek keyiflidir, şehir arka planda takılır.

Niye yazıyordum ki ben bunları? Prag’da, kaldığım pansiyonun bir 300 metre ötesinde mimar Adolf Loos‘un Müller Evi vardı, bizim mimarlara nazire olsun diye resmini çekeyim istedim, kendimi de koyayım dedim, sonrasında photoshop’la havaya kaldırdığım ellerimin arasına üzerinde “süslemek cinayettir!” yazılı bir pankart konduruverecektim (bütün bu mimar muhabbetlerini tabii ki Bengü’den öğrenmiş idim). İşte o (şu) iki resmi, fotoğraf makinesinin otomatik zamanlayıcısı ile çektim: önce bir trabzanın üzerinde dengede tutup, ayarı yaptım (ayar = ev tamamıyla görünüyor mu ve ben nerede durursam düzgün çıkarım), sonra bastım düğmeye, bir yandan da sayıyorum (10’a kadar).

 

Resimlerden de göreceğiniz üzere, iki kere yaptım bu işi. İşte o zaman, o “sokaktaki manyak” performanslarımın getirdiği coşkunun hemen ardından aklıma getirdim yalnız turisti ve dahi Charlotte Chuck’ı ve yalnız başlarına resim çekmek durumunda kalan bütün sevdiğim insanları (2).

Gezmek, bir yerleri görmek güzel bir şey sanırım (kendime rağmen). Ama arkadaşları görmek daha da güzel bir şey. Şimdi bunu böyle yazdım ya, içimdeki öteki ben (top sakallı olan) hemen birtakım lafları yetiştirdi bana; bilirsiniz, bilmezsiniz, alınmışsınızdır, alınmamışsınızdır, ama öyle ama böyle, bu Türkiye ziyaretimizde Hande, Ekin ve Selma’dan başka kimseyle buluşmadım. Buluşamadım yazmak işi kolaylaştırsa da, doğru değil. İnsan içinde kötülük olmadan sevdiği biriyle buluşmayabilir mi? Koyu gri bir issue bu. Hemen isim de vereyim, madem başladım: en başta canım fkk’m Doğan, Zeynep, Onur, Betül, Löker, sonra tabii ki Seyfettin. Seinfeld’in son (2) bölümünde içlerinden birinin (Elaine) bir arkadaşını araması gerekmektedir ama her seferinde bir şey olur, en sonunda “ayıp etmiş olmak” sınırından geçerler. İşte en sonda, bunlar hapse atılmışken ve sadece bir adet telefon hakları varken, Elaine arkadaşını şimdi arayacağını söyler, ne de olsa, hapiste verilen o bir arama hakkı arama aleminin kralıdır. Ben de belki buradan ama o sebepten ama bu sebepten yaptığım donkey kong’luğu açık açık kabul edersem, bu günah çıkartma kabininden biraz daha hafiflemiş çıkabilirim diye düşündüm (bu tür metodların en etkileyicisi, Ümit Kıvanç’ın güzel kitabı “Yalnız Olmuyor”da vardır bu arada).

Şimdi aradım, bulamadım ama önceden de yazmıştım: tabii ki marifet değil ama bir gün geldi ve ben Doğan’la buluşmaktan çekinir oldum. Blogun genel seyrine uygun olarak, hemen dizilerden bir örnek vereceğim, Community, S02E16 – “Intermediate Documentary Filmmaking”: Troy, LeVar Burton’ın sıkı bir hayranıdır. O kadar hayranıdır ki, üç dilek hakkını şu şekilde kullanmak istemektedir:

“If I’m gonna get bequeathed upon… I’d like it to be a drum kit, or a signed photo of LeVar Burton. Those would be my top two wishes. My third wish would be a million wishes. But I’d just use them all on a million signed photos of actor LeVar Burton.”

(Türkçe çevirisini vermeden, böyle İngilizce’sini patada salladıktan sonra kendime kızıyorum, o yüzden: “Eğer dileklerim gerçekleştirilecek olsaydı… Bunun bir davul seti, ya da LeVar Burton’ın imzalı bir resmi olmasını isterdim. Bunlar ilk iki dileğim olurdu. Üçüncü dileğim bir milyon dilek hakkı olurdu. Ama onların hepsini de aktör LeVar Burton’ın bir milyon imzalı fotoğrafı için kullanırdım.”)

Çünkü, “you can’t disappoint a picture” (“Bir resmi hayalkırıklığına uğratamazsın”).

Bu şiddette olmasa da ve bu kadar tek taraflı olmasa da, bu doğrultuda bir şeylerdi beni Doğan’la buluşmaktan alıkoyan (ki ne kadar ayıp iki arkadaş arasında, biliyorum, biliyorum). Sonra, işte bir de Doğan’la biz bambaşka zamanlarımızın tanığıydık, şimdi -teşbihte hata olmaz- iki kel, göbekli, evli ve çocuklu adam olarak neyden bahsedecektik Allah aşkına? Onun Proust’u, benim Murakami ne derece geyik malzemesi olabilirdi ki. Yazınca daha iyi olmuyor ama zaten yapacağımı yaptım. Filmlerde olur ya, klişe tabirle “geçmiş için bugün ve yarın feda edilir”, ne kadar da yanlış bir şeydir ve her filmin sonunda karakter yaptığı şeyi anlar ve film mutlu sona bağlanır, yok öyle yağma.

Biz HitNet’çilerin göğsümüzü gere gere övündüğümüz şu “Pause tuşuna basılmış arkadaşlıklar” mevhumu vardır ya [1,2,3], o galiba o arkadaşlar sizle pause ederken kendi aralarında şarkıya devam ettiklerinde işler bozuluyor, buzlar bir yanda çözülmüşken diğer yanda daha bir sertleşiyor, bir araya gelindiğinde herkes farklı yansımalar görüyor, siz onların farklı yansımalarına alışamıyorsunuz, hayat devam ediyormuş meğer!, onun farkına varıyorsunuz, bir garip oluyorsunuz.

Neyse ki, şükür ki, habis olan sadece benim. İçimi bu farkında olmanın kurtları yerken, vicdan azabı ve kendimi suçlamakla uğraşırken sözgelimi Löker’den sıcak kucak dolu bir mesaj, Seyfettin’in öyle bir şey olmamışçasına, alınmamışçasına mesajları (ki Seyfettin’in durumunda pause tuşu yok ama yeniliğin getirdiği farklılık vardı) bir anda Brezilya’ya çeviriyor meydanı. Ne mutlu bir şey insanın iyi insanlarla çevrili olması. Nasıl başladım, nasıl bitirdim ama çok teşekkür ederim iyiliğiniz için. Telefonla konuşmaktan ödüm patlıyor zaten (dün bir arkadaşım hatrımı sormak için aradı, “telefonla konuşmaktan hoşlanmıyorum, o yüzden kapıyorum, e-posta ya da SMS gönderirim” diyebileceğimin az altı bir samimiyetimiz olduğundan konuşmak durumunda kaldım (sanırsınız ki lütufta bulunuyorum), konuşma bittiğinde bütün enerjim tükenmişti. Buluşmalarda ise buluşana kadar offlayıp pufluyorum ama buluşma gerçekleştiğinde ve sonrasında mutlu olmuş olduğumu fark ediyorum ama ah o buluşana kadarki stres (neyin stresi? ne olacak, neyden korkuyorsun be adam!).

Garip bir şey oluyorum (oldum), hoşuma gitmiyor ama farkındayım. Bilgisayar toplumu, sanal temaslar, biliyorum bunları, biliyorum da garip geliyor hala. Arasam bulurum psikolojik bir tanım, bulmak istemiyorum.

(Mutlu bitirelim)


İyi kalpli insanlar, HitNet Zirvesi, ’98+, Fotoğraflar: Löker
(buradaki insanların bir kısmı artık görüşmüyorlar)

Bir de, Alex’i hazır görmüşken fotoğraflarda ve Eki de hazır geçen gün (dün?) “yıllardır görüşülemeyen arkadaştan linkedin mesajı – böyle giderse linkedin’i bile sevicem…” diye tweetlemişken, ben de geçen gün (dün?) Alex’ten Linked.in vesilesiyle haber aldım, yazıştık, yazışacağız, çok güzel oldu. (İdris?)

Sururi ve kaliteli sucuk. ya da kulak göz ve boğaz.

Hint asıllı yazar, Orhan Pamuk’un sevgilisi Kiran Desai’nin The Inheritance of Loss‘unda, para biriktirmek üzere Amerika’da kaçak çalışan bir Hintli karakter vardır. En ucuzundan aldığı pilavı yerken, pirincin Hindistan’ın en pahalı pirinci olduğunu görüp, “şu feleğin işine bak”ımsı bir şeyler düşünür: neticede Hindistan’ın en zenginlerinin yiyebildiği işbu pirince, Amerika’nın en fakirleri bile burun kıvırabilmektedirler.

Pipo içerken, pipoyu içerdim. Bir pipoyu içtikten sonra en az 2 gün dinlendiren, aralarda düzenli olarak bakımını yapan bir insan olamadım hiç. Ha bunun sonucunda kaç pipoyu haşat ettim, dumandan çok kurum çektim orası ayrı ama pipoyu pipo içmek için içtim. Şimdi bana piposever bir arkadaş diyecek ki “ah bir bilsen neler kaçırdın o bakımı yapmamakla, bilmemne tütününü denememiş olmakla, bak ben sana hazırlayayım kendi en seçkin bilmemne ağacından yapılma pipom ve dahi bilmem nereden gelme tütünümle, bir bak, bir daha başka bir şey içemeyeceksin…”, ben de ona diyeceğim ki “pipoyu bırakalı yıllar oldu ama içiyor olsam bile teklifini kabul etmezdim sanırım çünkü: 1. Farkı anlamayacağım, böyle bir hassasiyet ayarım yok; ve 2. Bana samimiyetle iyilik yapıyor olduğuna inansam bile yine de artistlik yapma, sinir olurum (ülen) gibi bir şey. Sonuçta, detaylara girmek gerekirse, o yıllardaki tercihim Captain Black Gold idi ama kaçak tütün piyasası sağolsun, küflü tütünden üzerine en adi viski dökülmüş ucuz tütünlere kadar geniş bir yelpazede patlaklık skalamı geliştirmişliğim vardır. Bu dediğim uç örnekleri tüket(e)memiş olsam da, yine de çıtayı hayli aşağılara çekmiş bir durumda idim.

Ekin anlatmıştı: onların bir arkadaşı gazoz konusunda uzman olduğunu söyleyip dururmuş, en sevdiği gazoz da -diyelim ki- Sprite olsun (bir aralar ben de kolanın kutudan mı ya da (tabii ki yeni açılmış) şişeden mi konduğunu anlayabildiğimi düşünürdüm mesela), işte bir gün bunlar da bıkmışlar, “haydi,” demişler, “seni bir test edelim: bak bu bardaklardan birindeki sprite, diğerindeki 7up” (ki onların örneğinde ikisi de birbirine yakın tatlar içeren ve şimdi hatırlayamadığım markalardı). Kızcağız bir ondan bir bundan birer yudum almış, düşünmüş taşınmış ve birini gösterip, “sprite işte bu” deyince ona müjdeli haberi vermişler: ikisi de aslında uludağ imiş.

Hep şükrederim: kendimi bildim bileli, hiç de öyle rafine bir zevkim olmadı, pek çok zevkim olsa da. Çay tiryakisi olmama rağmen (günde en az 1.5 litre çay içmekteyim), gerek Lipton (Hollanda’da), gerekse Twinnings (İspanya’da) uzunca bir zamandır her işime koşuyorlar. Hollanda’da yarı-artistik birkaç çay dükkanı vardı Simon Levelt diye, oradan oraya özgü “Delftse Blauw” alırdık, Earl Grey alırdık, bir de bir keresinde beyaz çay almıştım Gökhan’ın tavsiyesiyle ama İspanyalılar çay diye bir şeyi bilmediklerinden, buradaki hepi topu iki adet çay dükkanına girdiğinizde -hele de The Tea Shop’a- aman Allahım! sanırsınız ki İngiltere’den bizzat kral ve kraliçe gelmişler, tezgahtar önlüklerini üstlerine geçirmişler, lütufta bulunuyorlar. Bizim Türkiye’de bir “kaçak çay”ımız vardı, bir de Çay-Kur’un Rize çayı (sonradan bir de tomurcuk’un earl grey’i çıkmış idi), alemin kralından çok çay keyfi yapardık, kime bu artistlik be bezirgan? (Bezirganın ne demek olduğunu bu cümleyi okurkene bilen var mıdır bu arada? Ben değil (“not me” özentiliği – kimin amerikan ingriş özentiliği ve iki baş parmağı var? 8P) ).

Geçen hafta misafirliklerine gittiğim iki profesör de çay tiryakisi idiler. Her biri abartacak olursam benim maaşıma denk çeşit çeşit poşetlerde çeşit çeşit çaylar vardı, her çay pakedinin üzerinde Hindistan’ın hangi bölgesinden geldiği, kaçıncı flush (artık her ne demekse) olduğu ve annesinin kızlık soyadı bilgileri yer alıyordu. STGFOP filan neymiş, ilk onlardan öğrendim (aman hemen gidip bakın wiki‘den, siz de eksik kalmayın, ben satoriye ulaştım sanki öğrenince!). O kadar rafine, o kadar süper çayları içtim de ne oldu? Hiç. Akşam pansiyona döndüğümde keyifle salladım Twinnings Earl Grey’leri, üç mum yaktım, seyrine baktım.

Müzik deseniz, onda da durum çok farklı değil, gururla kulaklarımın 64kbps olduğunu söylerim. Öyle işte, anlamıyorum, bana yetiyor. hi-fi’ci arkadaşların yanında gaza geldim mi, gelmedim ama farkı biraz anlar gibi oldum ama o kadar. Görüntü deseniz, 600×300 küsür(ish), 15″ laptop’ın monitorü hiç sorun çıkarmıyor. Bir süredir (televizyon aldığımızdan beridir 8) televizyona gönderip (32″) oradan izlesek de, 720p olayına girmiyorum. Bir keresinde, (22 dakikalık standard) bir dizinin (Modern Family) standard çözünürlükte (175MB yapacak şekilde olan) bir bölümünü bulamamıştım da, mecburen 500 küsür MB’lık yüksek çözünürlükteki halini indirmek durumunda kalmıştım. Bengü’yle bakmış bakmış bakmıştık, bir fark görememiştik (“o derece”). E ben bunu sonuçta birtakım arkadaşlar (OBM) gibi projektörle seyretmeyeceğim arkadaşım, hem öyle olsa ne olacak? Ya, bir keresinde Raising Hope’un 1 GB boyunda bir versiyonunu gördüm — kim ne yapar o diziyi o çözünürlükte? Yapımcısı Greg Garcia görse, bilse hüznünden ağlardı herhalde, açık söylüyorum… Fotoğrafta da öyle: Barış geçen yılbaşı Ece’nin bir resmini çekmişti, geçen gün bakarken fark ettik, resmin arka planında (ve epey arkada) kitaplık da çıkmış – 1:1 oranında bakınca, 1 santimden az kalınlığa sahip kitabın sırtını okuyabiliyorsunuz, ya bu kadar da olmaz ki arkadaşım…

Youtube’den müzik dinleyebiliyorum, herhangi bir süpermarketten çay ve tabloların röprodüksiyonlarından (internet baskısı) da keyif alabiliyorum. Buyum ben!(*)

Aslında bütün bunları yazmaya iten, dürten asıl olay, uçağın kataloğunda gördüğüm şu ürün oldu:

Bu bir kurşun kalem ve 395 dolar! Tamam, kronik mülkiyet düşmanlığım vardır, her zaman oldu, ama bu onu bile aşıyor… Bu kalemi alanları bir şey yapmalı…. ama nasıl bir şey, öyle böyle değil! Bunu yazarken, bir de şu kilosu 1000 dolardan başlayan çikolatalar geldi aklıma, baktım internetten, işte Noka, Knipschildt, Delafee filan. Ayıp şeyler yazacaktım, yazmadım. Sokrates’la konuşuyorduk geçen gün, “Soki,” dedim, “bizim Devlete böyle kalemlerle çikolataları alan zenginleri yakalayıp getirelim, önlerine bir pahalısını, bir de normalini koyalım, pahalısını bulamazlarsa da eşek Kudüs’ten gelinceye kadar kalın damarlı odun sopayla dövelim…” Sokrates güldü, “hakkın var Emre,” dedi, “yalnız, Ekinlerin yaptığı gibi yapıp, bütün seçenekleri normal mallardan toparlayalım…” çok güldük hakikaten o gün… Orijinaliyle kopyasını ayırt edemeyen adama kopyasını vermek mübah olmalı. Roald Dahl’ın galiba böyle bir hikayesi vardı, sonradan görme adam hayat tarzını değiştirmek için çok bilmiş uşak tutuyor, uşak da ona pahalı şaraplar aldırıyor, sonunda da ahçıyla evleniyordu (bilenler hatırladı, bilmeyenlere de spoiler olmadı).

—————————————————————————
(*)Yalan adam hamişi: Eh, bir yere kadar zira kokkola yoksa pepsi içmem, puroların kötüsünü içebilsem de (ki gençliğim güzel marmara’nın puro karşılığı olan “Marmara” ile geçti) içmem, burun kıvırırım (sentetik tütüne sarılmışları es geçerim mesela ama kuruluğa o kadar fit olmam, neticede onların direkt çarpacağını bilirim mesela).

Yaylalar…

Bildiğiniz üzere, şayet yurtdışında en az 3 yıldır çalışıyorsanız, belli bir ücret (5112 Euro) karşılığında, 21 günlük bir eğitimin ardından askerlik vazifenizi yapmış sayılıyorsunuz. Sayılıyordunuz. Yeni yasa ile 21 günlük eğitim kaldırıldı, ödenmesi gereken tutarsa 10000 Euro’ya çıkartıldı. Çıkarılacak. Zira, salı akşamı meclisten geçirilen yasa tasarısı, yürürlüğe girmek üzere Cumhurbaşkanı’nın onayını bekliyor.

Akademisyen olmanın getirdiği bir faktör de, askerliğin siz üniversitede okuduğunuz müddetçe erteleniyor olması idi (yine de bir yaş sınırı vardı: 30’unuzdan sonra daha fazla erteleyemiyordunuz). O sıralar bu imtiyaz hayli cazip gelse de, doktoradan sonra büyük ihtimalle evli ve çocuklu oluyor, dahası doktora dereceniz, kısa dönem er olmanızın da önünü kapayan bir olguya dönüşüyor.

İşte ben de, doktoradan sonra yurtdışında araştırmacı olarak çalışmaya başlayınca, dövizle askerlikten faydalanmaya karar vermiştim. 2 yıl Hollanda, ondan sonrasında da 2 yıl İspanya’da (buradaki ikinci yılımı dün doldurdum bu arada) çalışmışlığım olduğundan, konsoloslukla da görüşmelerde bulunuyordum (yurtdışındaki çalışmalarımı iki ülkeye bölmüş olmam ve Hollanda’da (iç meselelerde) bürokrasinin olmayışı işlerimi biraz zorlaştırdıysa da, en nihayet bu temmuz ayında Hollanda’dan gerekli belgeler geldi. Başvuruyu tamamlamak için şahsen Madrid’e gitmem gerekiyordu ama Ağustos’ta burada her yer tatildi ve gitmem ve hazırlamam gereken konferanslar vardı (aka “Salı sallanır”), Eylül’de Türkiye ziyaretimiz oldu (aka “Çarşamba çarşafa dolanır”), Ekim’de üniversitedeki çalışmalar yoğunlaştı (aka “Perşembe ???”), Kasım’da gidecektim Madrid’e ama Prag işi vardı. Prag’tan dönünce Aralık ayında mutlakaydı ama.

Ben Prag’dayken, salı günü (22 Kasım) yasa tasarısından haberim oldu. Başbakan, detaylarıyla tasarıyı anlattıktan sonra o gün TBMM başkanlığına teslim edeceğini bildiriyordu. Önce tabii çok kötü oldum – 5000 Euro az buz bir rakam değilken, bir anda 10000 Euro sözkonusu olmuş idi. Sonra, çok şükür hemen her zaman yapabildiğim üzere, sağlığımızın ve birlikteliğimizin yerinde olduğunun bir kez daha ayırdına varıp, “sağlık problemi değilse, problem değildir” şeklindeki mottoma bağladım (yapabilecek pek bir şey olmayınca, daha fazla düşünmenin de bir faydası olmuyor — entelce söylemek gerekirse, Wittgenstein’dan tüm sevenler için geliyor: “insan konuşamayacağı şey hakkında susmalıdır.”). Surat asıldı tabii ama dediğim gibi… Hayırlısı olsun dedik, konuyu kapattık.

Prag’dan cumartesi günü döndüm, pazar günü de, tasarının halen görüşülmediğini öğrendim. Pazartesi günü konsoloslukla yazıştım, onlardan da olumlu cevap alınca, o gece Madrid’e yola çıktım (Bilbao – Madrid ~== İstanbul – Ankara). Sabah 6.30’da Madrid’de otobüsten indim, konsolosluk 10.00’da açılıyordu. Beni o kadar iyi karşıladılar, sağolsunlar o kadar yardım ettiler ki, yıllardır konsolosluklardan feleğin çemberinden geçer gibi geçen ben şaşkınlıktan kalakaldım (tabii Rotterdam’da 4 günde 1000 adet benim gibi son dakika dövizle askerlik başvurusu yapan kişinin olması da farklı coğrafyaların yoğunluğunu gözler önüne seren bir kriter).

çok yazdım, ciddi gibi yazmış oldum, olmadı. Sonuçta, sonuç olarak, sonuç tarafından (M. Luther King) diyeceğim odur ki, tekrar sağolsunlar, Madrid’deki arkadaşların ilgisi, yardımı ve çabasıyla o gün başvurumu neticelendirebildim. Buraya (Bilbao’ya) salı gecesi döndüm, çarşamba doktora, perşembe check-up’a, cuma önce check-up’ın sonuçlarını almaya, ardından tekrardan doktora gittim, sağlıklı olduğumu onaylattım, akşam 4 gibi kuryeyle sağlık yoklama formumu da konsolosluğa gönderdim, artık hayırlı haberi bekliyorum (hayırlı haber: eski hesaptan (5000 küsür euro) ödeme yapıp, 21 günlük eğitimden de muaf olmak. Gerçi 21 günlük eğitim işin ikincil bir boyutuydu, beni asıl korkutan o fazladan 5000 euroya takılmaktı… Haberler geldikçe haberdar ederim tabii. Şu bir haftanın, bankalar olsun, doktor olsun daha bir sürü detayı vardı ama dediğim gibi, mesajın yazbenisi pek olmadı. Hayırlısı artık.

Neslihan en Brian

As you might (or might not) know, I have an honorary sister for quite a long time. Even though her name is Neslihan, I used to call her Ece but after my daughter was born and was also named Ece, things got a little bit complicated and we had to switch back to the real name basis again.

She’s been my lil’ sister and I’ve been trying to stand up to being a big brother for her which basicaly means her knowing that I’ll be “there” (if not by her side) if and when she needs me and that she can count on me. Actually, this is quite a dramatic depiction of my brotherly duties since she has proven -over and over- that she is much better in the business of taking care of one’s self than yours truly. And she’s not alone, being in the company of dearest and kindest, the one and only de heer Brian B., a.k.a. Briantje! (and yes, he’s the reason I’m composing this entry in English 8)

Our meeting came through the HiTNet. It was ’97 (or was it ’98?) when a message flew in to the “HT.Duzyazi” forum and we immediately thought it was coming from a “fake”, as we used to call the made-up accounts those days (and yes, we were being paranoid but then again,everyone had at least one fake back in those days). I remember Sui checking her “credentials of existence” by referring to the OSYM’s website where you could get the results of the university qualifying exam along other things, by simply entering the name and the year of birth (later, they discovered this huge loophole and bricked it down). Anyway, it took us some time (and a couple of meetings (“summit” (“zirve”) in HiTNeT terminology) to finally accept her existence. Then, as the years went by, we became confiders.

Getting overwhelmed at the Nintje Museum


Then one day…
Yeah, then one day, she went to the Netherlands, to pursuit her academical career as a prospective Ph.D. The transition was not a bed of roses, and she suffered as she left things behind. But, as I’ve told, my little sister is a though one and she survived and managed to build a life from scratch. During these years of reconstruction, we fell somewhat apart, with different things to do piles both on her and my sides, asking for constant attendance (and unfortunately, it is easier to fall apart when you are countries apart).

and “then”, a wonderful thing happened! I was accepted for a postdoc position in the Netherlands and we would be only two hours of train ride away from each other (which might be something wrt the Dutch standards but a clear nothing at all!  in Turkish family standards)! In her first visit, she introduced me to the wonderful Dutch sweet Gevulde Speculaas, and in the next visit to the wonderful sweet Dutch, the “damat” Brian.



The fact that it was Brian’s first visit to Delft when he came to see us was really surprising!

Brian is one of the kindest, funniest and geek-cultured guys you can ever hope to meet. He immediately enchanted all three of us, the Tascis. We talked about movies, books, visited here and there together and it has always been such a delicate treat, spending the time with my sister and Briantje.

After two years, we moved to Spain and departing away from them was the worst part of the whole deal. They came to our visit shortly after but we just can’t get enough of them, and after that visit, they also moved outside the country to California, USA, and now it’s an ocean apart.



Family Reunion in Spain


You know, this thing, when just the fact of being with good people makes you feel good (and this should be the definition of family, IMHO), Neslihan and Brian are the source of such a thing. We have long before lost the distinction when they were two different beings: since they complement each other so perfectly, being the perfect couple within themselves, theirs has become a symbol of good things and joy. As you can guess, and as I know, they also have troubles of their own, concerns for the future among other things (some of which are not very unlike the things we went through with Bengu in our involving/informing the parents and afterwards stage), but just as a reminder: if -almost- all of one’s troubles are due to the world outside, then it’s actually a good thing: you can shut the door and keep them out! For how long? Should we really care? (Really?..)


Fantastic Couple in Bilbao (or is it San Sebastian?)

Once again, I’ve come to observe the futility and the inescapable failure of trying to write about the ones that are dear to you. This was supposed to be an ode to my dear dear lil’ sis and Brian, but unfortunately, the warmth of the heart occuring whenever I think of them can’t be reflected unto the blank page of the editor. My comfort being that they know what I wanted to say but then hey, this is also what defines the family.


The Voorthuizen Getaway

We will be cherishing the day we spent at Voorthuizen, playing the Settlers of Catan & Bohnanza, going to some exploring, chatting, cooking together, having fun. It’s always having fun with you guys, keep the chins up! (+ Dikke dikke kusjes!)

Dearest Dears

diğer şeyler…

diğer şeyler bir yana, bir insana yapılabilecek / başına gelebilecek en kötü şeylerden biri, onu bir gece uyurken ortaçağa götürüp bırakmak ve kendinden, varlığından, bütün o hayat bilgisinden şüphe ettirmek olacaktır.

Öyle çok uzun uzadıya yazmak istemiyorum ama var tabii sinemada filan bunun uygulamaları (zamanda yolculuğun işin içine girmesine bile gerek kalmadan hatta), ilk aklıma gelen, The Lady Vanishes, ondan hemen sonra da Flightplan.

İnsanın bildiklerinden şüphe etmesi zaten yeterince can sıkıcı bir şeyken, üstüne bir de şüphe ettirilmesi tam manasıyla eşek şakası (“Paranoyak olman izlenmediğin anlamına gelmez” varyasyonu, satrançta oyun sonu taktikleri, Joseph Heller).

12 Maymun şu alıntıyla başlar:
“… 5 BILLION PEOPLE WILL DIE FROM A DEADLY VIRUS IN 1997…
 … THE SURVIVORS WILL ABANDON THE SURFACE OF THE PLANET …
 … ONCE AGAIN THE ANIMALS WILL RULE THE WORLD … “

– Excerpts from interview with clinically diagnosed paranoid schizophrenic,
  April 12, 1990 – Baltimore County Hospital.

yani özetle, 1990 yılında, akıl hastenesindeki paranoid şizofren bir hasta, 1997 yılında, 5 milyar insanın öleceğini söylüyor.

çok uzun bir süre için, çok güzel bir şekilde, o alıntıyı yanlış okudum: 1997 yılında, akıl hastanesindeki paranoid şizofren bir hastanın, 1990 yılında, 5 milyar insanın öleceğini söylediği şeklinde… her ne kadar ilk başta tabii ki alıntının orijinal hali bu girişin içeriğine uygun görünse de, biraz düşününce, esas ikinci halde insanın bildiklerinin darmadağın olmuş olduğu görülecektir (dedi İsviçreli bilim adamları).

Hamiş: Dün yolda David Bowie dinliyordum, Life on Mars, Gene Genie, I’m afraid of the Americans. Sonra aklıma Life on Mars (dizi) geldi, sonra da Emir – acaba Emir seyretmiş midir, diye düşündüm, biraz önce de, bu girişteki alıntı kısmını yazarken Emir beni Skype’tan buldu, konuştuk oh ne güzel oldu.