Hayali arkadaşım y yo.

Bir sene iki ay kadar önce, bir konferans için sel sonrası gittiğim şirin bir Fransız kasabası Nancy’de bir arkadaş edinmiş idim. Kısa sürede çok iyi arkadaş olduk, sizin de başınıza gelmiştir belki, bazen öyle şeyler olur.

Şimdi, gene “Up in the air”e gelecek olursak ki, siz de ben de biliriz que ‘teşbihte hata olmaz’: akademik yaşam da biraz öyle. Konferanslarda bir araya geldiğiniz uluslararası bir hayli gevşek ağınız vardır; diğer arkadaşlarınızla ortak konferanslarda buluşmak üzere anlaşırsınız; günün birinde bir başka kente, bir başka konferans için gelindiğinde, o ülkede, o kentin civarında yaşayan arkadaşlarınıza haber eylersiniz orta bir yerlerde buluşmak için.

İşte şimdi geç oldu, 3 gündür burada (Bilbao) düzenlediğimiz bir konferans vesilesiyle pestilim çıkıyor, gece 2’de yatayor, sabah altı buçukta kalkayorum, gün boyunca da koşturuyorum – pek mutlu bir yorgunluk da değil bu arada, sunumun verildiği de alındığı da ortamları oldum olası sevemedim.

Neyse, diyordum ki bir önceki paragrafa devam edecek olsaydım, uzun lafın kısası arkadaşlar, kısa keseceğim artık şimdi bu girişi. İşbu konferans vesilesiyle Liliana ile yine bir araya geldik, uzun uzun, kısa kısa aklımıza gelen her konuda konuştuk. Konuştuğumuz konulardan biri de arkadaşlığımız oldu, zira düşünecek olursanız hayli ilginç – benzer şekilde pek benzemeyen şeyleri düşünüyoruz ve bu birbirimizle akıcı bir şekilde iletişim kurmamızı ve bu iletişimden bizatihi keyif almamızı sağlasa da, aslında birbirimiz hakkında somut denebilecek verilere pek sahip değiliz ve bu nedenle de, benim tanıdığım Liliana, gerçekte olan Liliana’nın belki yüzde otuzu civarında bir eşdeğerliğe sahip (and vice versa). Daha çok gerçek Liliana’nın bir temsilcisi/sembolü/delegesi konumunda ve fakat yine de, benim için varolan hali yüksek oranda benim ona yüklediğim anlamlara tekabül etmekte. Yani aslında yüzdeye vurulduğunda, kendisinin bir temsilcisi değil, aslında kendisinin bendeki yorumlanışının temsilcisi (and vice versa, yani ben de onun için öylesi bir şeyim, kaldı ki daha çok ben konuştuğum için (kendimi bile sıkacak kadar çok konuşuyorum zamanın darlığına istinaden), belki benim ondaki algılanışım (perception diyelim) aslıma onun durumundakinden daha yakın.

Kusura bakmayın, ne kadar anlatmaya çalışsam da size, olmuyor, yarın belki biraz daha denerim ama sonuçta bu yüzden Liliana ile farklı bir arkadaşlığımız var. Vaz geçtim yarın further açımlama yapmaktan, o yüzden şunu da yazıp yatayım: misal aynı şehirde yaşıyor olsak, ya da aynı şehirde yaşarkene tanışıp, iyi arkadaşlar olup sonrasında farklı şehirlere gitmiş olsak böyle olamazdık. İşte bu, tamamıyla akademik hayatın getirdiği ekstra bir ilişki tipi. HitNet arkadaşlarımla mesela, öteden beri play/pause yapabilme yeteneğimiz vardır, ama bu girişte anlattığım şey öyle değil. İlginç bir olgu, sürekli varolan bir şey, biraz kasış olsa da şöyle bir tanımlama yapmaya çalışacağım (tanımlamalar insanı Sururi, ne demiş Google? “sınıflandırma yapamıyorsam yok sayarım, yok ederim, exterminate exterminate exterminate (Dalekler ve Gürer)): iki kişinin çok iyi bildikleri bir parçada sürekli olarak düet yapmaları gibi – birbirlerinden uzaklaşsalar da şarkıya devam ediyorlar kendi başlarınayken de, sonra tekrar bir araya geldiklerinde şarkı güçleniyor, uzaklaştıklarında hafifliyor ama hiç bitmiyor, kopmuyor. Süreklilik hep var, ama süreklilik içerikte değil, şarkı söylüyor oluşlarında, düşünüş tarzlarında.

Çok konuştum, anlatmayı da beceremedim ama olsun.

bir gelincik sinsi sinsi kanar… (akademik gafmatik)

Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde
Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar
Bir gelincik açılır ansızın
Bir gelincik sinsi sinsi kanar

Bedri Rahmi Eyüboğlu / Çakıl‘dan detay

Salıdan beri, bir programlama okulu için (Mieres 2011) Bilbao’ya 300km mesafedeki, Asturias‘ın başkenti Oviedo‘dayım. Asturias, bildiğiniz şarkının Asturias’ı: burada kilise çanları bile o melodiye çalıyor. Güzel, küçük, derli toplu bir kasaba (her yere yürüyerek ulaşabildiğiniz kasabaları ayrı bir seviyorum – hatta galiba ben yalnızca o yerleri seviyorum).

Katılmakta olduğum yaz okulu nispeten az katılıma sahip (konuşmacı/öğrenci oranı 1’e epey yakın seyrediyor). Bordeaux’daki konferans (EMF2011) çok kalabalıktı ve yaş ortalaması epey yüksekti, hem çok sıkılmış, hem de çok bunalmıştım, burada gençler(!) çoğunlukta, iyi vakit geçiriyorlar, ben de ucundan az biraz (ama yine de az) faydalanıyorum. Burada bir sunucuda kullandığımız algoritmalar hakkında bir çalışma seansı (tutorial) ile, yeni geliştirmekte olduğumuz bir program hakkında da sunum yapmakla yükümlüydüm. Tutorial bugündü, seminer de ya cts, ya da pazar olacak. Sunumlara dinleyici olarak da / konuşmacı olarak da katılmayı sevmiyorum (konuşmacı olmayı daha çok sevmiyorum, böyle de pis bir insanım), ama yine de ortamın rahat oluşundan bir şekilde kotaracağımı düşünüyordum (öyle olmadı, gayet kötü bir performans sergiledim, bir de utanmadan bilinç altımın devreye girip, bunun bir nebze sorumlusu olarak danışmanımın bugün gelip seansıma girmesinin bende oluşturduğu streste olduğunu öne sürmesine de izin verdim).

Beni, ellerin deyimiyle “awkward” durumlarda bulursanız, hemen bir yerlerden patlamış mısır temin edip, izlemeye koyulun: zira ortamın bendeki etkisiyle kısa bir süre içinde ödülünüzü alırsınız. Ben ve konferans gaflarım. Japonya’dayken Allah’ın her günü bir önceki günden de beter bir şekilde potlar kırdım. İki (3) örnek vereceğim:

* Birinci gün, hayranı olduğum Dr. Villars’la tesadüf eseri (o kişinin o olduğunu bilmeden) tanışıp da onun o kişi olduğunu öğrenince, sizce ne demiş olabilirim? “Çalışmalarınızın hayranıyım…” mı? Hayır, cevap veriyorum: “Sizin sıkı bir hayranınızım, sakalınıza ne oldu?” (ve karşıdan gelen cevap: “Ne sakalı? Ömrümde hiç sakal bırakmadım..”) [keza, benzer minvalde, daha evvelden hiçbir iletişimde bulunmadığım Vedat Türkali’yle yolda karşılaşınca, kendisine ilk yönelttiğim soru olan “Neden Barış Pirhasan ‘Pirhasan’ soyadını kullanıyor?” ile adamcağızı dakika 1’de afallatmayı başarmam da tarihin altın sayfaları arasında kayda geçmiştir vaktiyle].

* Temel organizatör olan Dr. Xu ile 5. dakikada gerçekleşen sohbetimiz (ön bilgi: ilk 3 dakikanın onu yazışmalarımızdan erkek olarak düşünmüş olmamın verdiği karışıklık ve ön potlarla geçmiş olması ve bu yeni bilginin getirdiği afallamayla, niyeyse, hitapta cinsiyet bilgisinin içerilmesinin zorunlu olduğuna dair sanrım)
– Peki, size nasıl hitap edebilirim: ‘Miss Xu’ mu, yoksa ‘Mrs. Xu’ mu?
– Dr. Xu olarak hitap edebilirsiniz.
– (İnsanın kafasını duvarlara vururken çıkan sesler)

* (Oranın en saygıdeğer, onur konuğu olan yaşlı bir bilim amcasının ismini ortan tanıdığımız olan başka bir amca ile karıştırılması sonucunda)
– Merhaba, ben Emre, Marcel’le çalışıyorum..
– Sen kimsin, Marcel kim?
– (Ah, hemen hatırlayamadı tabii, yaşlılık işte, normal, hepimiz bir gün böyle olmayacak mıyız) [Şefkat ve anlayışla] Marcel, Marcel (parmağıyla Marcel’i gösterir, ısrarla gösterir), bakın orada duruyor. Marcel, M-A-R-C-E-L..
– Ben bilmiyorum, bilmiyorum (can havliyle uzaklaşır).

Bordeaux’da da tavanı iyi kalpli bir insanın kalbini bütün hodbinliğimle kırarak yaptım, madem başladık, onu da anlatayım: Bordeaux’dadaki katılımcı listesini incelerken, önce İTÜ’den, sonra ODTÜ’den tanıdığım bir hocanın adını da listede gördüm. Fakat izleyen günlerde, onu göremeyince “4 senedir görmediğimden herhalde tanıyamadım” diye düşünmeye başladım (halbuki sonradan öğrendim ki, kayıt olmasına rağmen, konferansa gelmemişti). İşte bu sebeple, hata payı toleransımı iyice arttırıp, “bu kişi olabilir mi?” diye etrafta dolaşmaya başladım – en kötü ihtimalle benim sunumuma gelir, o vesileyle görüşürüz diye düşünüyordum. Konuşmamın olduğu seansta hazırlıkları yaparken izleyiciler arasından birisinin bana ‘tanışıklık dolu’ (İngilizce’den zorlama çeviri değil, bizzat kendim uğraşıp uydurdum) bakışlar attığını görünce, tebessümde bulunup, yanına gittim, o da geri tebessüm eyleyince, “tamam,” dedim, “hocamı nihayet buldum”. Yanına vardığımda -doğal olarak- Türkçe:
– Merhaba X Hocam, nasılsınız?
dedim, o da bana
– Hi, I’m fine, and you? (Barış ve Hande’nin de “kokulu adlar” başlıklı güzide girişimin yorumlarında haklı olarak tespit ettikleri üzere “karşındakinin ne dediğini tam olarak kavrama imkanın yoksa, ne demiş olabileceğine / demekte olduğuna yatırım yap” gambiti)
dedi. Artık o anda nasıl bir şey olduysa, lafı çevirip, İngilizce rayına oturttum. İlk üç yoklama hal-hatırından sonra, ikimiz de, diğerini ortak tanıdık vesilesiyle bildiğimizi anladık, gayet de hoş sohbet oldu orada ayak üstü. Onun konuşması benden bir önceydi. Gerek konuşurken, gerekse sunumunu izlerken, ne kadar da iyi bir insan olduğunu, öğrencilerinin ne kadar da şanslı olduğunu ve daha pek çok iyi kalpli şeyi düşünüyordum, gerçekten de kendisi dünyanın en nazik insanlarından biridir (az tanıyor olsam da, işte bazı insanlarda bu tür şeyleri hemen anlarsınız). Onun konuşması bitti, o yerine dönerken, ben de “sahneye” doğru ilerliyordum, kütle merkezimizde de oturum başkanı (tesadüfe bakın ki, aynı zamanda Turan’ın danışmanı olmakta), benim adımı söylemeye uğraşıyor… Nihayet “Eğyaski” (Emre Taşcı’nın New York semalarında okunuşu) şeklinde yazılabilecek bir ses çıkarıp bana “doğru söyledim mi?” bakışı attı, ben de yüzümü -komik snop bir şekilde (öyle)- buruşturup, “not bad…” dedim. Bunu der demez de, hani filmlerde odak numarası vardır ya, oğlan güzel bir kıza dalgın dalgın bakar, o sırada kamera odak değiştirir, arkada duran bir başka kızı net bir şekilde görmeye başlarız, kız da oğlanın kendine baktığını sanır, işte aynen o şekilde – bir anda, bu paragraf boyunca iyiliğinden bahsedip durduğum, o hocayı bana bakar ve dediğimi ona demiş olduğumu sanar bir şekilde buldum. Bozulmaktan çok kalbi kırılmış bir halde “thank you.” dedi ve yerine oturdu. (Böyle şeyler sadece filmlerde olmuyor, gidip de ona “aslında ben size dememiştim, işte böyle böyle olmuştu da, ona demiştim” de diyemiyorsunuz (özrü kabahatinden bin beter sendromu). Tek tesellim, ilerleyen saatlerde tekrar konuşma fırsatı bulup (o yanlış anlama hiç olmamış gibi), havadan sudan bahsetmek vesilesiyle, bir nebze de olsa durumu düzeltmiş olmamdır.

$izoSuru’lardan birinde bahsetmiş olduğum, danışmanımın dersinde başımdan geçen bir olay vardı: şu Ubuntu’nun hafıza kartımda bulduğu Choke filmi için filmden bir ekran görüntüsünü hayli büyükçe bir ikon haline getirip beni yerin dibine geçirdiği ve akabinde Amarok’un hocamın her benim bilgisayarıma bakışında bir sonraki şarkı olarak “The New Pornographers” (A Canadian Indie Rock Band) dan bir şarkıyı seçip, ele güne duyurduğu anlara dair. Burada bir ara bilgi, sonra devam ederiz. VLC film oynatıcısı, iki altyazıyı aynı anda gösterebiliyor: srt uzantılı iki altyazıyı özel bir şekilde birleştiriyorsunuz, bu birleşik formatın uzantısı “ass” (ilginizi çektiyse, “2SRT2ASS” (a site that merges two “srt” formatted subtitles into a contained subtitles form known as the “SubStation Alpha” (ssa or ass) format) sitesinden bu işlemi yapabilirsiniz). Ek olarak, Firefox’da, JumpStart adlı eklentiyi kullanıyorum – bu eklentinin yaptığı açılış sayfası olarak en çok ziyaret edilen sitelerle, en son gezilen ve bookmark’a en son eklenen siteleri listelemesi. Bu isminin bir defadan fazla anılmasına lazım olmayan siteyi de az kullandığımdan ötürü unutup durduğumdan (halbuki öyle bir isim nasıl unutulabilir ki!) bookmark’a eklemiştim yakın zamanda. Ve tekrar bugünkü seansa dönelim. Çöldeki kutup ayılarının kadim dostu Sururi, sunucuda bir örnek yapmak üzere büyük ekranda Firefox’unu açar, o sırada araya başka bir şey girer, onu anlatırken de ekran küçük S.’nin JumpStart takviyeli açılış sayfasını görüntülemektedir. Paranoya yapıyorum tabii ki, kim fark etmiştir ki! Heh! Kuruntu benimkisi… (Kutup ayıları aktivitelerinin yoğunluğu karşısında bu sene de kış uykusuna yatamadı, sıklıkla birrer sigara tellendirdikleri kulağımıza gelen söylentiler arasında). (müzik grubuna ve altyazı formatına niye ingilizce tanım yapıp, üstüne wiki linkleri verdiğimi az çok tahmin ediyorsunuzdur herhalde)

Yeter mi? Yetmez, ama sanırım daha fazla anlatmak istemiyorum (kaldığım otelin (Ovida Centro Intergeneracional – “Internacional” değil de “Intergeneracional” oluşuna dikkatinizi çekerim)- ki gerçekten süper bir otel bu arada – ilginç bir proje uygulaması var: sosyal sorumluluk bilinciyle, bir kısmını yaşlılarla gençlere ayırmış, birbirlerine destek olsunlar diye, benim kaldığım oda da yaşlılar için ayarlanmış bir oda, her köşede alarm düğmesi var, olur da yaşlı kişi yardıma ihtiyaç duyarsa diye) Banyoda, duşun yanına elektronik aksam koymayalım deyu, yukarı yapmışlar mekanizmayı, havalandırmanın hemen altından bir zincir uzuyor. Ben de, yıkanırken gayr-i ihtiyari bir şekilde zinciri çekerek “havalandırmayı çalıştırdım”, üzerinde kırmızı bir ışık yanmaya başladı, biraz(cık) paranoya yaptım çünkü odanın diğer yerlerindeki düğmelerin de “gizemini” henüz tam olarak kavrayabilmiş değil idim. Bir yandan bir an önce başımdaki köpükleri akıtmaya çalışıyorum, diğer yandan da her an içeri dalacak öncü süvarı birliğini korkuyla bekliyorum. Neyse ki önce telefonla arama inceliğini gösterdiler (3.de yetişip açabildim, içimden bir ses 4. kez çalmasını beklemeyeceklerini söylüyor).

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun o çok sevdiğim dizeleriyle bir girişe başlayıp, böylesi bir gelişme ve sonuca ulaşmak da benim gaf mekanizmamın doğrudan bir ürünü olsa gerek. Öbür (asıl) yazacağım şeyleri burada yazmaktan vazgeçtim, buyrun sizi 3. bir girişe alalım…

Bir lisan üç insan

Defterlere düşülen notlardan… (Tabii ki söylemem gereksiz ama sonuçta “kopyala-yapıştır-bunları biliyormusun? 30 kişiye gönder” potansiyeli yüksek olduğundan, belirtmek isterim ki, içerdikleri genelleme bir kenara konarak, aslında bu ülkelerin belirli şehirlerinde/bölgelerinde yapılan gözlemler olduklarını, iki ülkenin de, bölgesel anlamda çok farklılıklar içerdiklerinden, bu detayların çok da ciddiye alınmamaları gerektiğini, vs, vs…)

  • NL: Bankalar birliği var, hangi bankanın bankamatiğinden para çektiğiniz fark etmiyor. Bankamatik kartı çok yaygın olarak kullanılıyor (nakitten daha yaygın bir şekilde), “ideal” adlı bir sistem vasıtasıyla, atm kartları ile kredi kartı emülasyonu yapmadan da internet alış-verişlerinde kullanılabiliyor. Kredi kartı pek -hiç- yaygın değil, başvuruda bulunursanız da, başvurduğunuz bankadan bağımsız olarak, başvurunuz tek bir merkezde değerlendiriliyor.
  • NL: Burada yaşayan yoğun Türk nüfusu sayesinde (Almanya’dan sonra Avrupa’da ikinci sırada), pek çok Türk gıda maddesini bulabiliyorsunuz. Özellikle sucuk (Koç marka idi) Ankara’dayken Kayseri’den hususi olarak getirttiğim sucuklarla yarışır düzeydeydi.
  • NL: Hollandalılar yanaktan üç kere öpüşür, çok güzel bir detaydır. Erkekler erkekleri pek -hiç- bu şekilde öpmezler.
  • NL: Başlıca tatlılar appletaart ve sinterklaas zamanı ortaya çıkan pepernoten.
  • NL: Hemen her Hollandalı 5 yaşından itibaren (bazen daha da erken) etkin şekilde İngilizce bilmektedir.
  • ESP: İspanya’da genel kabul edilen Kastelyan İspanyolca’sından başka resmi olarak 4(5?) dil daha var. Baskça hariç diğerleri az biraz birbirine benzese de (ve kimse altı üstü dialekt olduklarını kabul etmese de), Baskça bambaşka bir dil, yok öyle bir şey (Susanna Clarke – Jonathan Strange & Mr. Norrel’dan alıntılamak gerekirse:

    (…) She spoke Basque, which is a language which rarely makes any impression upon the brains of any other race, so that a man may hear it as often and as long as he likes, but never afterwards be able to recall a single syllable of it. (…)
    [52. Bölüm, “The old lady of Cannaregio”nun sonundaki dipnot]

  • (NL/ESP) Hollandaca’da da, İspanyolca’da da (ve Almanca’da da) “yarın” ve “sabah” aynı kelime ile karşılanıyor (Hollandaca’da “morgen”, İspanyolca’da “mañana”). Hollanda’da “bu işi yarın bitiririm” dediğinizde, ertesi sabah 8’i kast ediyor olursunuz, İspanya’da, yarın akşama (ve hatta daha ertesi güne) kadar olan bir zamanı.
  • (ESP) “Evet” ve “eğer” aşağı yukarı aynı kelime ile karşılanıyor: Si ve. Benzer şekilde “Niçin” ve “Çünkü” de (“¿por qué?” ve “porque”).
  • (NL) Hollanda’da herkes İngilizce konuşabilse de, bu yazıya yansıyan bir şey değil. İlanlar ve açıklamalarda kendi başınasınız. Buna tek istisna dergi kapakları – enteresan bir biçimde pek çok dergi kapağını tamamıyla İngilizce olarak hazırlamakta.
  • (ESP) Çok hakim bir bar kültürü var. Barlarda gündüz kahve varyantlarını ve atıştırmalık tapas (Baskça’da pintxo), akşam ise içki ve yine tapas bulunmakta. Yağmur yağmıyorsa, kimse barın ne içinde ne de dışındaki iskemlelerde oturmaz, onun yerine önündeki sokakta, ayakta sosyalleşirler. İçki fiyatları da, atıştırmalıklar da epey makuldur, evde yiyip/içmekten daha ucuza bile gelebilir (o kadarını bilmiyoz). Pek restaurant yoktur, işte bu barlar vardır. Patates tava bilinmez, böyle bir şey istediğinizde size cips (İspanyolca’sı ile: patatas fritas) verilir.
  • (NL/ESP) Hollanda’da evlilik pek (o kadar da) sık gerçekleşen bir şey değildir, birlikte yaşayan, çocuklu çiftler vardır ve kanunen evli olup olmadıkları önemli değildir (yine de partner olduğunuzu resmi bir kurumda ibraz etmeniz gerekir). İspanya’da herkes (aşırı genelleme oldu) ilk olarak çok uzunca bir süre birlikte yaşarlar, eğer çocuk yapmaya karar verirlerse (ya da taraflardan biri hamile kaldığında) evlenirler.
  •  (NL/ESP) Hollanda Protestan, İspanyollar Katoliktir. Hollanda’nın güneyinde ve diğer pek çok kısmında, İspanya’nın kuzeyinde ve birkaç bölgesinde daha dini pek sallamazlar. Hollanda’da her kilise cemaatinin bağışlarıyla, İspanya’da ise vergi verenlerin bizzat o paradan kilise’nin de desteklenmesini istediğini ibraz ettiği takdirde desteklenir.
  • (NL/ESP) Hollanda’da tuvalet deliği ters taraftadır (klozete oturduğunuzda poponuzun hizasında değil, ayaklarınıza yakın kısımdadır), lavabolar çok küçüktür, pek kullanılmaz, sabun ise hiç kullanılmaz. İspanya’da evlerde genelde 2 tuvalet ve dahi bide bulunur, lavabo boyları da normaldir.
  • (NL/ESP) Hollanda’da pek çok ofiste size yıllık izninizden kısarak, haftada yarım/bir gün az çalışma seçeneği sunulur. İspanya’da ise bütün ülke (marketler, fırınlar, gazeteciler ve büyük/zincir mağazalar haricinde) ağustos’ta tatile çıkar.
  • (ESP) Kitapların fotokopisini çektiremezsiniz.
  • (ESP) Herkesin biri anneden, biri babadan gelmek üzere iki soyadı vardır. Bunlardan babadan gelen birincil kabul edilir, çocuğa bu birincil soyad geçirilir. Evlenilse de soyad değişikliğe uğramaz, beşikten mezara sabit kalır. Hemen her zaman, herkesin iki de adı vardır, bu adlar genelde -bizim kavrayamayacağımız bir şekilde- kısaltılarak tek bir ad olarak çağrılırlar (Jose Maria = Txema (Çema)). Maria erkek için de kadın için de yaygın bir addır (Kadında ilk, erkekte ikinci isim olur), Mª olarak kısaltılır. Ordinalite de (birinci, ikinci, …) bu tür kısaltma ile belirtilir (1ª – primera (casa), 2º – segundo (libro)). Ordinalite de diğer sıfatlar gibi, nesnenin cinsine göre feminen (la) ya da maskulin (el) olur. Rusya ve civarında ve birkaç eski Doğu Bloku ülkesinde, soyadlar cinsiyete göre değişir (Sharapov / Sharapova).
  • (NL) CD’ler ve DVD’ler dükkanlarda bir dolapta saklanır, raflarda boş kaplar bulunur, istediğiniz ürünün kabını götürürsünüz, içini dolaptan çıkarıp koyarlar.
  • (ESP/NL) İspanya’da 5 Ocak’ta üç kralın (müneccimin) gelişi hediyelerin verildiği ve asıl kutlamanın yapıldığı gündür. Yılbaşında iste saatin 12yi çalmaya başlaması ile birlikte her gongda bir üzüm ağza atılır. Hollanda’da asıl olay Sinterklaas’tır (5 Aralık), yeni yıl Noel Baba’dan çok Sinterklaas’ın gelişiyle sembolize edilir, hediyeler o gün verilir. Sinterklaas Hollanda’ya İspanya’dan gemiyle gelse de, İspanya’da kimse varlığından haberdar değildir.
  • (ESP) İspanya hayli lokalize bir yer olduğundan, ölümler yerel gazetelerin yanı sıra, duvarlara/direklere yapıştırılan ölüm ilanlarıyla da duyurulur. Bu ilanlarda merhumun bir fotoğrafı, adı ve yaşının yanı sıra, akrabalarının da bir listesi yer alır, cenaze töreninin yapılacağı mekan ve zaman bilgisi de içerilir.
  • (NL/ESP) Hollanda’da genelde her evin sokak kapısı vardır, her sokak kapısına da bir numara verilir. 100 daireli komplekslerde dahi bu geçerli olduğundan, bir binada kapı numarası bir anda 50 numara birden atlayabilir. Her dairenin kendi sokak kapısı olmasının başlıca nedeni bisiklet yaygınlığıdır. Bu sayede herkes bisikletini genelde girişin hemen akabinde konuşlandırılmış koridora ya da ara bölgeye koyabilir. İspanya’da ise daire numarası sıralı değildir, kat bilgisi esas alınır: 1-Sağ, 4-Orta şeklinde. Eğer bir katta 3 kattan fazla daire varsa, tekrarlara gidilir: 1-Sağ Sağ, 3-Sol Sağ şeklinde ve garip bir biçimde karışıklık yaşanmaz. İsviçre’de ise daire numarası hepten yoktur, mektuplar soyada gelir / posta kutularında soyadlar yer alır.
  • (NL/ESP) Kapıcılık kurumu yoktur, bilinmez öyle şeyler.
  • (ESP) Şehirler arası otobüslerde muavin yoktur, bavullara numara verilmez, gözetilmeden konur/alınır, herkes kendi bavulundan sorumludur.
  • (ESP) Tek kişilik banklar hayli pratik ve yaygındır, bunun dışında, karşılıklı olarak da sıklıkla konurlar.

olmayan ülke’den son havadisler..

Epeyce uzun bir zamandır, Ece, uykudan önce masalı olarak Olmayan Ülke’den bir şeyler istiyor. Hollanda’dayken “Köstebek Avcısı Engin” vardı: Engin, adının aksine, köstebeklerin bir numaralı dostuydu, onlarla beraber kötü pek de iyi kalpli olmayan bir çocuk olan Önder’le (yoksa Nuri miydi — adı ya Önder Somer ya da Nuri Alço’dan aldığımı hayal meyal hatırlıyorum) uğraşırlardı bazen ama genelde serbestçe takılırlardı. Köstebekler sandviçi çok severlerdi: Engin’in onları çağırması için bahçelerine (şu tesadüfe bakın ki, Enginlerin de tıpkı bizim o zamanlarki bahçemiz gibi bir bahçeleri vardı!) bir parça sandviç koyması (bu da Hobbes’tan arak!) yeterliydi. Genelde bir yerlere geç kaldığında köstebekleri yardıma çağırırdı çünkü köstebekler hemen gideceği yere doğrudan bir tünel kazarlardı. K.A. Engin serisine Ece’nin köstebek korkusunu yenmek için başladığımı hatırlıyorum ama şimdi bu şekilde buraya yazınca “bir çocuk ne vesileyle köstebeklerden haberdar olur da korkar ki?” diye düşünmeden edemedim (Cevabı da buldum akabinde: “Köstebeklerin gece gece açtığı çukurları gördükçe..”).

Sonra Timi (kaplan), Pimi (kaplan), Po-çi (çekirge), Zampi (zürafa), xxx (zebra), Femko (fare) ve sümük ile sümük (tespih böceği ile tespih böceği) geldiler (zebranın adını hatırlayamadım, yarın Ece’ye soracağım, o hatırlarsa düzeltirim). İspanya’dan yola çıkıp, binbir badire ile önce Kuzey Kutbu’na, sonra Avusturalya üzerinden Güney Kutbu’na, oradan da Amerika kıtasına gittiler. Bu vesileyle Ece de yolculuklarını aklından hatırlayıp, bir dönem epey bir memleketi komşuluk ilişkileri nezdinde, sıralı olarak söyledi (bugün yaptığım yoklama itibarı ile Fransa, Yeni Zellanda, Madagaskar’ın yerini bir saniyenin altında olmak üzere dünya küresi üzerinde tespit edebiliyor).

Ondan sonrasında Peter Pan’a başladık, bir daha da başka bir şey istemedi. İleride lazım olur diye, buraya Olmayan Ülke’de yaşanan birtakım olayların çetelesini tutmak istedim.

Kaptan Kanca ile Smee, Peter Pan tarafından nihai olarak yenildikten sonra, Peter onlara iki seçenek sundu: ya iyi olup Olmayan Ülke’de kalabilecekler, ya da aya sürgüne gönderileceklerdi. Tayfası iyi olmayı seçip, “sihirli prenseslerle” (istedikleri zaman timsah, istedikleri zaman insan olabilen prenses toplumu) evlendiler ve çifçi korsan oldular. Kanca ile Smee ise ayda yaşamaya başladılar. Ayın yüzeyi (ve büyük ihtimalle kendisi de) çikolatadan yapılmış durumda, kraterlerinin bazılarında beyaz çikolata, bazılarında ise peynir var (Italo Calvino, Kozmokomik Öyküler tabii ki). Kaptan Kanca pek çok kereler kaçmaya çalışsa da, Peter her seferinde onu geri yolladı ve ama bir gün Smee de iyi olup dünyaya (Olmayan Ülke’ye) dönünce, yalnızlığının da etkisiyle, o da iyi oldu ve Olmayan Ülke’ye dönüp orada bir kafe/bar/restaurant açtı. Kısa bir süre sonra da kaderin bir cilvesi ile Oyuncak Hikayesi’ndeki kancaya tapan uzaylılara benzer bir uzaylı olan Nanu’yu uzay korsanlarından kurtarıp onu evlat edindi (Nanu ona “Anne” demekte ısrar ediyor). Nanu’nun bir de görünmeyen uzay gemisi var, arada ona atlayıp başka gezegenleri ziyaret ediyorlar.

Artık evlenmiş ve anne olmuş Wendy pek sık olmasa da Olmayan Ülke’ye hala uğruyor, fakat kızı Jane düzenli olarak bizimkileri (Peter Pan, Tinkerbell, kayıp çocuklar ve kızılderililer ve çiftçi korsanlar ve sihirli prensesler ve deniz kızları) ziyarete geliyor. Nadiren de John ve Michael Dayıları da ziyarette bulunuyorlar.

Wendy, uzun süreli kalışlarından birinde çocuklara okuma yazma öğretti fakat Peter dersleri astı ve herkes öğrenirken o geri kaldı. Böyle olunca da, sonrasında gururuna yediremediğinden gitmedi fakat durumu anlayan Wendy tarafından Londra’da normal bir çocuk gibi okul üniforması giydirilerek bir okula devam etti ve oradaki öğretmeni olan Linda’yla da fena halde kapışsa da, Linda ona okuma yazmayı öğretti (diye hatırlıyorum). Bir vesile ile Linda’yı Olmayan Ülke’ye getirdi ve onu gören Kaptan Kanca ona aşık olup evlenme teklif etti ve muratlarına erdiler.

Bütün bunlar olurken, Olmayan Ülke’ye klasik “sağdan ikinci yıldız” yaklaşımından başka geliş yöntemleri de keşfedildi: Konuşan Aslan‘dakinin (Narnia) benzeri bir dolap, Yılbaşı Gecesi Kabusu’ndakinin benzeri başka dünyalara açılan kapıları barındıran ağaçların olduğu bir orman (bu vesileyle Noel Baba ve Jack Skellington da Peter’in çeşitli maceralarda arkadaşı oldular).

Adaya musallat olan bir de “Şakacı Cin” var – Alaaddin’in cinine benzese de bu pembe ve istenen dilekleri gerçekleştirmek yerine onları eşek şakalarına dönüştürmekten muzdarip. Bu tür bir eşek şakasının sonucunda adanın az açığında dev bir gerçek çilek hasıl oldu — köpekbalıklarının hatur hutur yedikleri ve tam yok olduğu sırada *POF!* diye yerine bir yenisinin ortaya çıktığı sihirli bir ada — Kaptan Kanca tarafından reçel için de bol miktarda faydalanılıyor / bu vesileyle, Smee’nin de ufaktan ahçılık yeteneklerini geliştirdiğini ve bütün ada ahalisi tarafından pek sevilen meşhur “Patlayan Pasta”sından da söz etmek yerinde olur: kazara peri tozunu yiyen Peter’ın da acı verici bir şekilde öğrendiği üzere, peri tozu yemenin bir yan etkisi var: popodan alevli pırtlar çıkması. Peri tozu unla karıştırıldığında, bir süre sonra patlıyor. Smee’ye yaptıkları bir şaka sonucunda, Smee’nin hazırladığı pasta patlamış ve sihirli bir şekilde (peri tozundan bahsediyoruz, illa ki sihirli bir şeyler olacak) o sırada ağzı açık olan herkesin ağzına giren bir pasta. Bu, o kadar sevildi ki, Smee düzenli olarak patlayan pasta yapmakta.

Jack ile Sally evlendiler, iki çocukları oldu: Fiona ile Harry, onlar da zaman zaman Peter Amca’larının yanına kalmaya geliyorlar. Peter da, Halloween Kasabası’nda tanıştığı, istediği veya korktuğu zaman refleksif olarak görünmez olan Shelly’yle evlendi (Shelly’nin görünmezliği, aslında inmaterial bir şey – nesneleri etkileyemiyor, varlığını istese de fark ettiremiyor – eğer korktuğu için istemdışı olarak görünmez olduysa, sakinleşene kadar bu dünya ile etkileşemiyor). Hobbes adında bir kaplanları olduysa da, Hobbes şekil değiştirebilen bir timsah olan xxx (adını hatırlayamadım) ile arkadaşlığı ilerletip vahşi hayata döndü.

Kaplan Nilüfer ve kızıl derili tayfası bildiğiniz gibi, orada pek bir değişiklik olmadı.

Hemen hemen bütün Disney prenseslerinin (ve arkadaşlarının) yolu birden fazla kereler olmak üzere Olmayan Ülke’ye düştü.

Olmayan Ülke’nin en yakın zamanlı ziyaretçileri ezelden favorimiz Barbapapalar oldu, hem de bir sürprizle: 10. Barbapapa, nam-ı diğer Barbablanca tam da Olmayan Ülke’de doğdu (Barbablanca, (Ece’nin haklı isteği ile, oranı eşitlemek üzere) kız ve özel yeteneği büyü, rengi de beyaz).
Kaptan Kanca ile Peter arada sırada eski günlerini özlüyorlar, öyle zamanlarda geçmişi tekrar canlandırıyorlar ama bazen Kaptan Kanca Peter Pan’ı, tayfası da kayıp çocukları canlandırıyorlar (Tinkerbell’den tedarik ettikleri peri tozları ile), Peter Pan ve kayıp çocuklar da Kaptan Kanca ile korsanlarını oynuyorlar.

Böyle bir sürü yazdım gibi oldu ya, aslında bu buzdağının (sihirli çilek adasının) görünen kısmı (mesela şimdi aklıma denizkızlarının kenti ve Tinkerbell’in periler ülkesine peri tozunu yenilemek ve arkadaşları ile görüşmek üzere yaptığı ziyaretler geldi, bunu yazınca da Kaptan Kanca’nın kanca elinin peri Tekna tarafından istediği zaman kancaya, istediği zaman da bildiğimiz ele dönüşebilen bir takma el ile değiştirildiğini hatırladım).

Her akşam, Ece’yle işte böyle bir şeyler inşa ediyoruz. Her akşam, o günün masalı bittikten sonra Ece, ertesi akşam ne olacağını soruyor, bir şeyler söylüyorum, gerekli görürse düzeltiyor, eğer heyecanlı bir şey olacaksa (mesela Barbablanca’nın Kaptan Kanca’nın lokantasında naneli dondurma yaparken büyüsünün şaşması sonucunda ortaya çıkan dondurma canavarının nasıl üstesinden geldikleri) şimdiden sonunu da öğrenmek istiyor (ben de söylüyorum tabii ki – yalaya yalaya yiyip bitiriyorlar). Çoklukla ertesi gün tekrar başlarken, bir gün önceden kararlaştırdığımız konuyu hatırlamıyoruz, Ece bazen hatırlıyor ama ben neredeyse hiç, yeni bir Olmayan Ülke macerasına yelken açıyoruz.

Teknik Not: Orijinal Peter Pan’ı okudunuz mu bilemem ama yakın zamanda okumuş biri olarak, oldukça vahşi ve kanlı olduğu konusunda uyarırım. Tamam, bir Lord of the Flies değil ama yine de, gerçek bir çocuk romanı: büyüklerin çocuklara anlattığı türden değil de, çocukların çocuklara anlattığı türden.

Alakasız not: “Peter” adını sanırım yazı boyunca “Pitır” olarak telaffuz ettiysem de, “Peter” diyorum konuşurken, niye böyle cikslik yaptım bilmiyorum, aslında öyle biri değilimdir (“Pan”a da “Pen” değil, bilakis “Pan” derim).

İyi geceler.

Kısa kısa…

Alkışlarınızla, defterimdeki “Le Blog” başlıklı sayfamdan kısa kısalar (her biri başlı başına bir kültür şelllalesi olabilecek bu pek çok kıssayı, edip fütursuzca, handiyse elinin tersiyle itmektedir):

  • “Çirkin Kız” rolüne çirkin kızların verilmesi ve “yine de” ufak tefek çirkinleştirilmeleri makyaj yoluyla. (güzel bir dünya için naiflik)
  • Konsere gidip konseri sahnenin arkasındaki dev ekranlardan seyretmek. (Better than the real thing şeysi)
  • “Cool olsam beni yine sever miydin?”
  • Merhamet: En fazla olarak, en iyi olan değil, teşvik/teselli edilmesi gereken, hata yapan alkışlanıyor (Down sendromlu balerin, aleti tutukluk yapan flütçü, seyircilerin arasından sahneye fırlayıp, dansçılarla/balerinlerle birlikte dans etmeye çalışan küçük kız çocuğu). (Tabii ki Neil Postman, entertainment)
  • Hamlet: Oyun içinde oyun / Flamenko: Sevdiği öldüğü gün yine de dans etmek zorunda kalan dansçının dansı. (fraktal).
  • Türkan Şoray’ın canlı yayın tutukluğu, Tehlikeli Oyunlar’da Bilge ile Hüsam Albay’ın tanışması, yazarların/felsefecilerin/bilim adamlarının artık prezentabl olmak zorunda oluşları. (Postman, entertainment).
  • Yazının mutlak olmayışı, kalıcılığın bir seçim oluşu. (Postman, yinegene).
  • Bilgisayarlardan ötürü, artık trivial bilginin (ya da bilginin) “o anda, o sırada!” (right here, right now) sunulmak zorunluluğu (yoksa gittin baktın derler adama). Epey de bu yüzden, insanların yeni diyalog tarzının bilgi sunumu (dökümü) haline gelişi.

ve daha pek çok entel-dantel naneler.