Çehov ve Bir Genel Olarak Tiyatoro Sorunsalım

Ne zamandır istiyordum, nihayet, evvelsi gün hayatımın -hatırladığım kadarı ile- ilk Çehov‘una başladım, akabinde dün de bitti (tiyatro oyunları da pek bir kısa oluyor). Geçenlerde saygı duyduğum insan Dan Tobin, Karamazof Kardeşler‘e başlamış ve pek sıkılmalarda olduğunu itiraf etmişti. Genelde Dan Tobin ile okuma zevklerimiz birbirine çok yakın olsalar da, arada demek böyle istisnalar da çıkıyor.

Sonradan aslında ilk elden niyetlendiğim Çehov’un Vişne Bahçesi olduğunu hatırlasam da “artık Çehov okuyayım” vaktim geldiğimde bu küçük gerçek aklımda yoktu. O nedenle ben de, fazla da şüphelenmeden Vanya Dayı‘ya daldım. Şimdi çok yüksek, hatta çok çok yüksek bir ihtimalle birazdan bu eser hakkında yazacaklarımı biliyorsunuzdur ama yine de ben öğrendiğimde çok şaşırdım:

1. Vanya Dayı eseri komedi değil dram.
2. Vanya Dayı öyle çok yaşlı, görmüş geçirmiş bir amca değil, bilakis ahh ahh!

Oyun 4 perde, hiç beğenmedim, çok sıkıcı ve dahası yavandı (evet, özür dilerim, kişisel görüş tabii ki, siz ne sanmıştınız?..).

Efendim, bu günceyi beni tanımadan takip edenleriz olabilir, olmaktadır da nitekim, onlara birazdan kendim hakkında bugüne dek su yüzeyine öyle pek de çıkarılmamış korkunç bir gerçeği sunacağım, geliyor, hazır olunuz:

Emre Sururi tam bir tiyatro düşmanıdır!

Üzgünüm, ama durum böyle. Nedenini kesin olarak bilemesem de, sağlam bir tahminim var (educated guess – breh breh!). Şöyle buyurunuz, şu zaman makinesine bir girelim hele, gırç, gırç… tataaa! Sene 1994. Murathan Mungan‘ın Mahmud ile Yezida, Taziye ve Geyikler Lanetler oyunlarından mürekkep Mezopotamya Üçlemesi işte tam da o yıl, ben lise sondayken ilk defa olarak bir arada sahnelenmişti, hem de aynı kadro üç oyunu da oynamıştı. Kadrodan şimdi bir Erdal Tosun’u hatırlıyorum, bir de Musa Uzunlar’ı. Yapım tek kelimeyle müthişti. 3 oyun arka arkaya oynanıyordu, oyunlar arası 30 dakika kadar bir ara veriliyordu ve toplamda 6 saat civarında tutuyordu. Benim bildiğim o kadroyla hem de Şeker Bayramı’ydı yanlış hatırlamıyorsam 3 kere ardışık olarak oynadı, ben ilk günküne gitmiştim, sonra 3. gün de tekrar gittim.

Mezopotamya Üçlemesi’nden sonra seyrettiğim bütün oyunlar ilkokul piyesi gibi gelmeye başladı. Gene lise sondayken -daha önceden bu güncenin sayfalarında Mustafa ile anmışlığımız vardır- Robert Kolej’de sergilenen amatör oyunlara giderdik. Sonrasında devlet tiyatroları olsun, özel tiyatrolar olsun, bu arkadaşa (tiyatroya) pek çok kereler şans verdim ama ben ona şans vermeye devam ettikçe, o beni daha da hayal kırıklığına uğratır oldu. Perihan Mağden’in 9 Kasım 2002 tarihli, o meşhur tiyatro yazısı (alternatif link: index.php?msg=1892) hislerime tercüman oldu, o yazıdan aldığım cesaretle, fütürsuzca sağda solda tiyatrodan hiç mi hiç haz etmediğimi başım dik göğsüm çıkık dillendirmeye başladım (bu arada, baleden de oldum olası uzaklara kaçarım ama ne yazık ki pek sevgili PM daha bu konuda yazmadığı için, yazdıysa da ben kaçırdığım için şimdilik kısık sesimle kaçamak karalamalarda bulunmak durumundayım ;). Yahu, en sevdiğim adamlardan biri olan Löker‘in bitirme tezi olarak sahneye koyduğu Ionesco‘nun Kral Ölüyor‘una gitmiştik de, onda bile süperdüper bir vefasızlık/kendinibilmezlik/değerbilmezlik/hayhuyşorolopluk edip, suratımı ekşi bir şey yemişçesine büzmüştüm – utanmadan hala daha söylerim, hatta bak hala söylüyorum.. pofff!

Yani, sevgili eyy okuyucu, senin anlayacağın, bu satırların pek bir naçiz yazarı -ki bu kadar kirli şey gösterdikten sonra ayrıyeten belirtmeme sanırım gerek yoktu- bir tiyatro düşmanıdır ama içinde bir yerlerde, şimdiye kadar aslında tiyatro eserlerini beğenmeyişinin sebebi olarak çok erken bir zamanda çok iyi bir yapım izleyip, kıstas seviyesini buna göre ayarlamış olmasına bağlıyordu. Zaten bu yaz okuduğu iki Shakespeare oyununu (A Midsummer Night’s Dream ile Twelfth Night) da -hele de AMsND’i- çok beğenmiş olmasını buna bağlıyordu. Lakin, Çehov’un Vanya Dayı’sı ile Hanya’yı Konya’yı anladı (ah ah ah yok mu bu benim kelime oyunlarım!) Bir tokat gibi yedi yüzüne Çehov’un şamarını, baygınlıklardan baygınlık beğendi.

Lisanstayken bir ara eksiğim olarak gördüğüm edebiyatın Rus yakasına gireyim demiş ve Dostoyevski ile başlamıştım: ondan da ilk olarak -şansa bakın- Karamazof Kardeşleri. KK beni yerden yere çalmıştı. Sartre’dan yeni boşanmış biri olarak, bu saralı amcayla ufuklardan ufuk beğenmiştim demek ki böyle de olabiliyormuş! sayıklamaları arasında. Ondan hemen sonra Suç ve Ceza‘yı okudum ve baygınlık geçirdim. Ama sonrasında gelen Gonçarov‘un Oblomov‘u, bak o iyiydi işte, ve evet, dedikleri doğruydu, Oğuz Atay Amca, burnu kancaydı. Türkçe okutmanımız ve disconnectus erectus familyamızdan arkadaşımız çok sevgili Ömer Tacir’in kulakları çınlasın (sahi, kim bilir ne yapıyordur şimdi. Bir gün adını aratıp da google’da bulursa burayı ve dahi okumalardaysa şimdi bu satırları, selam olsun hocam! En son evlendiğinizi duydum yıllar evvel, o zaman tebrik edememiştim, bu zaman tebrik ediyorum!..), Ruskilerden Gogol‘un Ölü Canlar‘ını hararetle tavsiye etmişti. Şimdi bu noktada biraz duralım: elimizde bir KK’i çok çok beğenmiş, Oblomov’u fena bulmamış ve o sıralar henüz okumamış olduğu Yeraltından Notlarla dipleri keşfe çıkmamış, özetle Rus edebiyatından pek de umduğunu bulamamış bir yavrucağa YAZARININ TAMAMLAYAMADIĞI bir kitabı tavsiye etmek nasıl bir şeydir? Ve evet, sakın Ölü Canlar’ı okumayın, sonunda yarım kalıyor ama aslında bu iyi bir şey, birkaç yüz sayfa daha okumaktan kurtarıyor sizleri (hiç başlamamak her zaman için en iyi çözüm).

5-6 Rus romanı okuduğuma göre, hemen ahkamımızı keselim: Rus romanlarında, Rus romanı olduğunu bilmeden okuduğunuzda bile size kendi menşeini bağıra bağıra söyleyecek anormal bir candanlık var. Tam olarak candanlık diyemeyiz aslında, bir garip nezaket, coşkulu, aşırı duygu dışavurumları var. En karizmatik karakter mesela, bir anda, sevdiği/korktuğu/nefret ettiği bir başka karakterin ayaklarına kapanıp, gözyaşları içerisinde isteğini dile getiredurur mesela hemen her kitapta. Böyle de bir şey. Çehov Dayı da fazlasıyla nasibini almış görünüyordu Vanya Dayı’yla.

Bugün yanımda okuyacak bir şey olmadığından ve de 770’ime halihazırda yüklemiş olduğumdan ötürü, Vişne Bahçesi‘ne başladım ve evet, komedi olan buymuş (Ferhan Şensoy‘un Fişne Pahçesu hakkında adından başka hiçbir şey bilmiyorum bu arada). Aslında Murakami’nin WUBC’ından rasgele parçalar okumaya devam etmek de güzel olurdu ama bilmiyorum işte. Hatta Çehov okumayayım diye, fi tarihinde Salinger’dan görüp de indirdiğim “Epictetus’tan inciler” gibi bir başlığa sahip bir metne de göz gezdireyim dedim, neredeyse kusuyordum, bu sebepten ötürü, Vanya Dayı gibi bir sıkıntı (ama Kafka-sıkıntısı benzeri bir sıkıntı değil de, tavanabakanadam-sıkıntısı gibi bir sıkıntı) ertesinde cesaretimi toplayabildim. Gidişat yinegene hiç de iç açıcı değil malesef. Okumak istemiyorum okumak istemiyorum. Ben iyisi mi Woody Allen’ın Tanrı’sını edineyim bir yerlerden, onu yıllardır (ama çok yıllardır, orta 2’den filan beridir) merak eder dururum. Vardı bizim kütüphanede ama e-‘li versiyonunu bulamazsam o zaman alırım ancak.

Bu yazının özeti:
Sururi: 7 ; Çehov: -3; Tiyatoro: -4 ==> SURURI WINS! (Fatality!)

Beni şaşırtan Maugham, Razor’s Edge & Bill Murray

Geçen girişte de belirttiğim üzere, şu aralar Somerset Maugham’dan The Razor’s Edge‘i okumaktayım. Başlarda kitap tam da ondan beklediğim gibiydi, 1920’lerin snob gençleri, Avrupa aristokrarisi ile Amerikan milyonerleri, The Great Gatsbyvari bir ortam… “Sıkılsam da okuyayım,” diyordum, “ne de olsa bir dönem kitabı..”. Ama kazın ayağı öyle olmadı, kitabın henüz başlarındayken 180 derecelik bir dönüş vuku buldu, şu anda da epey emin adımlarla ilerliyor. Bu arada, anlatım hakikaten harikulade. Maugham, kendisi olarak kitapta. Bir yazar olarak gözlemlediklerini yazıyor, hatasız kul olmaz düsturu ile. Örneğin, daha kitabın ilk paragrafında “kendimden bir şeyler katmayacağım, ne gördüysem, duyduysam onu yazmaya kararlıyım..” dedikten birkaç sayfa sonra bunun imkansızlığını anlıyor ve özür dileyerek, “olanların arasındaki boşlukları kendi hayalgücümle doldurmak zorundayım / karakterler tam olarak bu kelimelerle konuşmadılarsa da, aşağı yukarı şunu anlatmaya çalıştılar” itirafında bulunuyor ama beni asıl vuran aşağıda iki örneğini alıntılayacağım anlatım tekniği oldu.

(…)She hesitated for a moment and then embarked upon the account of her talk with Larry of which I have done my best faithfully to inform the reader.(p.92)

ile:

(…)His intention, after Isabel left Paris, was to go to Greece, but this he abondoned. What he actually did he told me himself many years later, but I will relate it now because it is more convenient to place events as far as I can in chronological order. He stayed on in Paris during the summer and worked without a break till autumn was well advanced. (p.105)

a, bir de bu vardı:

(…)I do not want the reader to think I am making a mystery of whatever it was that happened to Larry during the war that so profoundly affected him, a mystery that I shall disclose at a convenient moment. I don’t think he ever told anybody. He did, however, many years later tell a woman, Suzanne Rouvier, whom Larry and I both knew, about the young airman who had met his death saving his life. She repeated it to me and so I can only relate it at second hand. I have translated it from her French. Larry had apparently struck up a great friendship with another boy in his squadron. Suzanne knew him only by the ironical nickname by which Larry spoke of him. (p. 54)

Şimdi yazınca hatırladım, bir de bu dil meselesi var… Yine kitabın başındaki giriş kısmında, karakterlerinin çoğunun Amerikan olmasından yola çıkarak, bir İngiliz olan kendisinin onları doğru konuşturamayacağı uyarısını yapıyor:

Another reason that has caused me to embark upon this work with apprehension is that the persons I have chiefly to deal with are American. It is very difficult to know people and I don’t think one can ever really know any but one’s own country, men. For men and women are not only themselves; they are also the region in which they were born, the city apartment or the farm in which they learnt to walk, the games they played as children, the old wives’ tales they overheard, the food they ate, the schools they attended, the sports they followed, the poets they read, and the God they believed in. It is all these things that have made them what they are and these are things that you can’t come to know by hearsay, you can only know them if you have lived them. You can only know them if you are them. And because you cannot know persons of a nation foreign to you except from observation, it is difficult to give them credibility in the pages of a book. Even so subtle and careful an observer as Henry James, though he lived in England for forty years, never managed to create an Englishman who was through and through English. For my part, except in a few short stories I have never attempted to deal with any but my own countrymen, and if I have ventured to do otherwise in short stories it is because in them you can treat your characters more summarily. You give the reader broad indications and leave him to fill in the details. It may be asked why, if I turned Paul Gauguin into an Englishman, I could not do the same with the persons of this book. The answer is simple: I couldn’t. They would not then have been the people they are. I do not pretend that they are American as Americans see themselves; they are American seen through an English eye. I have not attempted to reproduce the peculiarities of their speech. The mess English writers make when they try to do this is only equalled by the mess American writers make when they try to reproduce English as spoken in England. Slang is the great pitfall. Henry James in his English stories made constant use of it, but never quite as the English do, so that instead of getting the colloquial effect he was after, it too often gives the English reader an uncomfortable jolt. (p.3)

Ama kitapta, şimdiye kadar olan kısımda, beni en büyülediği yer, fena halde tufaya yatırdığı yerin ta kendisi oldu. Şöyle ki: esas oğlan Larry Paris’te bohem hayatı yaşamaktadır, nişanlısı Isabel ile geleceklerini konuşurlar. Isabel varlıklı bir aileden gelmektedir, rahata alışıktır, her gece balodan baloya gider, akıllı da bir kızdır. Larry’nin otel odasını görünce şoka girer. Burada Larry, kıt kanaat yaşayacakları ama her yeri gezip görecekleri, formaliteden, gösterişten uzak, maceralı bir birliktelik teklifi sunar fakat Isabel kendi yaşam standartlarının altındaki böyle bir hayatı sürdüremeyeceğini belirtir (bu arada, Isabel, olası tahmininizin aksine, son derece akıllı bir kızdır – naçiz blogger’ınız Sururi Beyefendi’nin, bu “akıllı tiki kızlar” kavramıyla ilk karşılaştığımda ufak çapta bir şok dahi yaşamışlığı vardır hatta! 8). Sonra Isabel, Larry’nin o salaş otel odasından ailesiyle kaldığı eve döner:

When Isabel entered the drawing-room she found that some people had dropped in to tea. There were two American women who lived in Paris, exquisitely gowned, with strings of pearls round their necks, diamond bracelets on their wrists and costly rings on their fingers. Though the hair of one was darkly hennaed and that of the other unnaturally golden they were strangely alike. They had the same heavily mascaraed eyelashes, the same brightly painted lips, the same rouged cheeks, the same slim figures, maintained at the cost of extreme mortification, the same clear, sharp features, the same hungry restless eyes; and you could not but be conscious that their lives were a desperate struggle to maintain their fading charms. They talked with inanity in a loud, metallic voice without a moment’s pause, as though afraid that if they were silent for an instant the machine would run down and the artificial construction which was all they were would fall to pieces. There was also a secretary from the American Embassy, suave, silent, for he could not get a word in, and very much the man of the world, and a small dark Rumanian prince, all bows and servility, with little darting black eyes and a clean-shaven swarthy face, who was forever jumping up to hand a teacup, pass a plate of cakes, or light a cigarette and who shamelessly dished out to those present the most flattering, the most gross compliments. He was paying for all the dinners he had received from the objects of his adulation and for all the dinners he hoped to receive.

Mrs. Bradley, seated at the tea table and dressed to please Elliott somewhat more grandly than she thought suitable to the occasion, performed her duties as hostess with her usual civil but rather indifferent composure. What she thought of her brother’s guests I can only imagine. I never knew her more than slightly and she was a woman who kept herself to herself. She was not a stupid woman; in all the years she had lived in foreign capitals she had met innumerable people of all kinds and I think she summed them up shrewdly enough according to the standards of the small Virginian town where she was born and bred. I think she got a certain amount of amusement from observing their antics and I don’t believe she took their airs and graces any more seriously than she took the aches and pains of the characters in a novel which she knew from the beginning (otherwise she wouldn’t have read it) would end happily. Paris, Rome, Peking had had no more effect on her Americanism than Elliott’s devout Catholicism on her robust, but not inconvenient, Presbyterian faith.

Isabel, with her youth, her strapping good looks and her vitality brought a breath of fresh air into that meretricious atmosphere. She swept in like a young earth goddess. The Rumanian prince leapt to his feet to draw forward a chair for her and with ample gesticulation did his shift. The two American ladies, with shrill amiabilities on their lips, looked her up and down, took in the details of her dress and perhaps in their hearts felt a pang of dismay at being thus confronted with her exuberant youth. The American diplomat smiled to himself as he saw how false and haggard she made them look. But Isabel thought they were grand; she liked their rich clothes and expensive pearls and felt a twinge of envy for their sophisticated poise. She wondered if she would ever achieve that supreme elegance. Of course the little Rumanian was quite ridiculous, but he was rather sweet and even if he didn’t mean the charming things he said it was nice to listen to them. The conversation which her entrance had interrupted was resumed and they talked so brightly, with so much conviction that what they were saying was worth saying, that you almost thought they were talking sense. They talked of the parties they had been to and the parties they were going to. They gossiped about the latest scandal. They tore their friends to pieces. They bandied great names from one to the other. They seemed to know everybody. They were in on all the secrets. Almost in a breath they touched upon the latest play, the latest dressmaker, the latest portrait painter, and the latest mistress of the latest premier. One would have thought there was nothing they didn’t know. Isabel listened with ravishment. It all seemed to her wonderfully civilized. This really was life. It gave her a thrilling sense of being in the midst of things. This was real. The setting was perfect. That spacious room with the Savonnerie carpet on the floor, the lovely drawings on the richly panelled walls, the petit-point chairs on which they sat, the priceless pieces of marquetry, commodes and occasional tables, every piece worthy to go into a museum; it must have cost a fortune, that room, but it was worth it. Its beauty, its discretion struck her as never before because she had still so vividly in her mind the shabby little hotel room, with its iron bed and that hard, comfortless chair in which she had sat, that room that Larry saw nothing wrong in. It was bare, cheerless and horrid. It made her shudder to remember it. (p.81)

Takaaa! Belki siz de benim gibi tufaya düşmüşsünüzdür, belki yememişsinizdir, belki de -hatta muhtemelen- doğrudan buraya pas geçmişsinizdir. “Isabel listened with r…” kısmına kadar halbuki ne kadar iyi gidiyordu, değil mi? Maugham kitap boyunca hep ancak oradaysa, ya da sonradan öğrenmişse ve kaynakların ağzından aktarma yaptığından, burada doğal olarak bize talkımı yutturuyor tabiri caizse. Belki o belirttiğim cümle yeni bir paragrafla başlayabilirdi ama sonuç böyle olmazdı. Etkinin vuruculuğu bir anda karşınıza çıkması. Metni es geçip doğrudan buraya zıplayan %90 için tam olarak açıklama yapamıyorum “spoil” etmeyeyim diye ama vaktiniz ve yazıcınız varsa (hatta vaktiniz şu anda olmasa da olur, yazıcınız olsun yeter 8), bir çıktısını alın şu yukarıdaki alıntının da, akşam evinize giderken yolda okursunuz.. 8)

Maugham ve Razor’s Edge hakkında biraz araştırma da yapmıştım ama bu giriş uzadıkça uzuyor. Neyse, özet geçeyim. Maugham, yazdıklarıyla ciddi miktarda paralar kazanmayı becermiş ilk yazarlardanmış. Kaldı ki, eleştirmenler yapıtlarını hiç de öyle coşkuyla karşılamamışlar. Bu da doğal sayılabilir zira çağdaşları Woolf ve Joyce gibi edebiyata ters takla attıran modernistler. Kaldı ki, Maugham da alçak gönüllülükle zayıf olduğunu söylemiş, hatta “benim en büyük kusurum dar kelime haznemdir” demiş ama onu bana en çok sevdiren şey, edebiyatçılar arasında kendisini “ikinci sınıfların en ön sırasına” yerleştirmesi oldu.. Gelelim Razor’s Edge’e. Razor’s Edge’de portresi çizilen Larry’nin gerçek hayatta kim olduğuna (ve olmadığına) dair bir sürü fikir ileri sürülmüş, vs.. ama konumuz bu değil. Kitap yayımlanmasından kısa bir süre sonra filme aktarılmış, ben seyretmedim ama orijinaline pek sadık olmadığından bahsediliyor. Gelelim asıl filmimize: 1984’te Bill Murray’in senaryosunu yazdığı ve başrolü oynadığı yeni bir versiyon çekiliyor. Bu filmi Bill Murray örgütlüyor, Columbia da ancak Ghostbusters teklifiyle geldikten sonra yapımı üstleniyor*. Bir önceki satırdaki *’ı tıkladığınızda karşınıza gelecek olan röportajın (Rolling Stone, 16 Apustos 1984) son sorusu şöyle:

Are you expecting to do more serious parts in the future? Does that depend on whether ‘The Razor’s Edge’ is a success?
Well, to a certain extent, it does depend on whether The Razor’s Edge is a success or a failure, because if directors see it and they say “That guy can act a little,” then I’ll get offered jobs from serious directors. As it is now, I’m in the phone book under K for Komedy.

Ben sizi hemen birkaç ay ve dahi birkaç yıl sonrasına ışınlayayım: film gişede yattı, Bill Murray sinema işine 4 senelik bir ara verip Sorbonne’da filozofi eğitimi aldı ve hep o burukluğuyla komedilerde yer aldı (Halbuki öyle sevinmiştim ki onu Lost in Translation’da bütün haşmetiyle gördüğümde, bu sefer “oskar vermek zorundalar” demiştim, olmadı. Ama belki o kadar umurunda da değildir. Sonuçta Rushmore var, Steve Zissou ile aquatic yaşam var, hakikaten sağlam adamdır şu bizim Bill..) Bir de hastası olduğum bir Royal Tenenbaums faciası itirafı vardır:

As often as not, you don’t know what you’re looking for. You read something and go, “Hey, there’s something here I understand. This I could do.” Working with Wes Anderson–the first script of his I did, Rushmore [1998], was so clear, so I didn’t really pay attention to the next script [The Royal Tenenbaums, 2001]. He said, “You’re [playing] Gwyneth Paltrow’s husband.” I didn’t realize I was a cuckold [both laugh] and locked out of the bathroom for the whole movie. I had, like, three scenes. I read the script two days before we started shooting, and I was just crushed. But by not reading it till then, it was very easy to play an extremely disappointed husband, which is what I was.*

I. Dünya Savaşı’nın sonrasında geçen bu kitap, II. Dünya Savaşı sırasında basılıyor. Benim okumakta olduğum da 1. Amerikan baskısı, şöyle de bir duyuru var:

RE

Umberto Eco, William Shakespeare

Efsane dizilerden Murphy Brown’ın bir bölümünde takım olarak yarışmaya gideceklerdir. Murphy Brown’ın takıldığı barın barmeni bir cep gurusu olarak, bir ismi söyler (şimdi hatırlayamadım, nette de bulamadım), “Nobel’le ilgili bir soru sorarlarsa cevap budur.” der. Hakikaten de yarışmada hiçbir soruyu bilemezler (rakipleri hep onlardan önce cevap verir) ama sunucu “Nobel..” diye başlayınca hemen atlarlar ve hanelerine skoru eklerler.

Bu nereden aklıma geldi? Başlıktan. Ola ki bir yerde Eco ve Shakespeare adlarını yan yana görürseniz, bilin ki, o yazı Gülün Adı ve Romeo ile Juliet‘i kesiştiren gül mevzusu üzerine olacaktır. Bildiğiniz üzere Juliet (Capulet) ile Romeo (Montague) birbirlerine düşman ailelerin çocuklarıdır. Balkon sahnesinde Juliet, isimlerin değil, nesnelerin önemli olduğunu belirtir:

‘Tis but thy name that is my enemy;–
Thou art thyself, though not a Montague.
What’s Montague? It is nor hand, nor foot,
Nor arm, nor face, nor any other part
Belonging to a man. O, be some other name!
What’s in a name? that which we call a rose
By any other name would smell as sweet;
So Romeo would, were he not Romeo call’d,
Retain that dear perfection which he owes
Without that title:–Romeo, doff thy name;
And for that name, which is no part of thee,
Take all myself.

İşte bu mesele biraz daha geliştirilir, aksi yönden yaklaşılır Eco’da, Gülün Adı

Stat rosa pristina nomine, nomine duda tenemus.
(Adıyla bir zamanlar gül olan, salt adlar kalır elimizde)


cümlesiyle noktalanır. (Yeri gelmişken, vaktiyle Defter dergisi’nden bu konu üzerine çıkmış çok güzel bir yazı olan Doğan Özkan’ın “Değerlendirmeler Üzerine Bir Deneme” makalesini Epigraf’a alıntılamıştım – nasıl ‘*-*-*!’ bir kültürsüzlükte yaşıyoruz ki, birkaç ay önce Radikal’in pazar ekinde çıkan bir yazıda (Caner Fidaner, Rengârenk Adlar, 24/12/2006) ilgili yazıya doğal olarak yayınlandığı dergi üzerinden değil de, Epigraf üzerinden referans verilmiş! Sadece bu da değil, bizatihi olarak faydalanılan kitaplara da kitap tanıtım sayfalarından referans gösterilmiş! Off offf!)

Bu noktada, bir ekleme de ben yapmak isterim, Sampu’nun bir haikusu:

Vardır her otun çiçeği,
Bilmesek de
İsimlerini

Otu çiçekle, çiçeği de kokuyla değiştirebiliriz netekim.

Gelelim bütün bunları niye yazıyor olduğuma: Dün, taa lise günlerimden bir arkadaştan email aldım. Vaktiyle yazdığım bazı yazılarda ismini fütursuzca soyadıyla birlikte kullanmışım ve Google’da arama yapıldığında doğal olarak benim “edebi sayıklamalarımın” arasında adının çıkması nahoş bir durum oluşturuyordu. Yukarıda anlatmaya çalıştığım hikayenin bir de bu yüzü var: 10 yıl önceki ben, 10 yıl önceki o, sadece adlar kalıyor elimizde, hatırlatılmasak onlar bile kalmayacak. 10 küsür yıl önce o kadar tutkuyla yazılmış satırlar, öylece kalıveriyor. Internetin hafızasının bize oynadığı çok fena bir oyun.

God Willing

God Willing

[Bu arada]

  • Dido yeni albümünü marttan sonbahara çekmiş.
  • Nina, nina, nina..
  • Imogen Heap‘in Live Sessions gibi bir isimli konser albümü çıkmış (taa olmuş epey hem de).
  • Jem gibi cici bir kız nasıl olur da 24 gibi bir şarkı yapabilir? (24 güzel by the way – zaten benim anlamadığım da o!)
  • YazooOnly You.
  • Rober HatemoSenden çok var. Hakikaten.
  • Edukators‘ü bitirdik geçen gün bir yıldan sonra, güzeldi. Ama sonu yakışmamış pek. Çok prototip çekmişler. Şimdi sırada bitirilmek üzere yine yarım yarım yan bakan Voksne Mennesker (Tutunamayanlar) var. (Siyah At?) [Sonradan Not – gittim kontrol ettim, Voksne Meksner yazmışım, onu düzelttim, ama Siyah At olayını doğru hatırlamıştım, aferin bana!]
  • Orhan Pamuk‘tan özür dileyerek bir süredir okumakta olduğum Benim Adım Kırmızı‘yı, 470 sayfanın 214’ünde, hem de tam Benim Adım Kırmızı yeri geldiğinde bırakıyorum, bıraktım. Dayanamadım. En son Yeni Hayat‘ta böyle olmuştum ama sanırım onda 30. sayfada filan tak demiştim. İstikamet Kara Kitap görünüyor. Bu arada, kendimi cezalandırmak için böyle yarım bırakmayı adet haline getirdiğimden, gene vaktiyle yarım bırakmış olduğum Ian M. Banks‘in Excessionına tekrar başlama kararı aldım, başladım, hem de en baştan. Onu da yarılamıştım ama Mind’ların kendi aralarındaki muhabbetleri beni benden almıştı. Şimdi daha dikkatli okuyarak ilerliyorum.
  • Yıllar yıllar yıllar sonra, klasik standart lak lak Winamp 2.91’le vedalaşıp Winamp 5.33’e geçtim sırf şu Most Played, Media Library vesairesine kandım.. Bir de program: ASMT, yani Automatic Shell MP3 Tagger (Artık Bilgisayar/Net kategorisini de yakabilirim 8).
  • Geç oldu, yatıyorum, iyi geceler Nina, iyi geceler Gwyneth, iyi geceler Cate, iyi geceler Miranda.. (Unuttuklarım varsa alınmasınlar pls, uykulu halime versinler).

    56. Edit Notu: (Aslında bunları 55.Edit’te yazmıştım ama kaydetmemişim anlaşılan). Yazoo’nun bu Don’t Go klibini Gürer Beyciğimin ilgisine takdim etmeyi görev bilirim.

    Asıl 56. Edit Notu: (Bunu girmek için düzenlemeye başlayınca fark ettim 55.Edit notunun kaybolduğunu) Bir insan nasıl olur da 80’lerin müziğinden bu kadar zevk almaya başlayabilir???? Sırada ne var? 80’lerin Alman gruplarını beğenmeye başlamak mı? (Kast ettiğim tabii ki saygıyla durduğumuz Kraftwerk filan değil de, Modern Talking, Opus, başka?..)