kipats, kipats, kipats… / quizzas, quizzas, quizzas..

Yazacak çok şey var, notlarımı aldım da, nereden başlasam (gördüğünüz gibi "Bodrum, Bodrum.." ref’ini de riff’ini de vermekten imtina eyledim, eyliyorum, etme eyleme canım…).

Kültür Bakanlığı’nın yazar/şairlere dair kalın ve fakat ucuz, güzel bir dizisi var (bakalım bağlantı bulabilecek miyim… derli toplu bir bağlantı bulamadım; bakanlığın 2011 yılı basımları arasında bakınarak bir fikir edinebilirsiniz mesela, hani eski bir resme bakarken, hani yılları sayar da insan… ). İşte, ünlü, az ünlü pekçok kişiye sormuşlar (100 kişiye sorduk…), onlar da kalemleri döndüğünce yazmışlar kapak kişisi hakkında. işte orada, Nurullah Ataç hakkında yazanlardan biri de (Murat Belge) TDK’nın vaktiyle yayınladığı "Ataç’ın Sözcükleri" adında bir kipattan bahseder: Ataç’ın ürettiği kelimelerden birçoğu tutmadı, ama tutan "azınlık"ın sayısı da yadsınamayacak kadar çok (kipat ofiste kaldı, iki gündür biraz under the weather’dım üstünüze afiyet, yarın okula gidince, örnekleri saydırırım yorumlar kısmına).

Brian Ece’ye Terry Pratchett’ın "Tiffany Aching" serisini tavsiye etmişti (görüldüğü üzere sevgili B&N ailemizin her bireyine süper tavsiyelerde bulunagelirler), biz de Ece ile tatile çıkmadan evvel tatilde güzel güzel okusun diye her yerde aradık taradık fakat sanal olmayan hiçbir yerde bulamadık dizinin kitaplarını (4 tane var: Küçük Özgür Adamlar; Gökyüzü Dolu Şapka; Kış Ustası; Geceye Bürüneceğim). Hal böyle olunca, idareten başka kipatları aldık yanımıza, onları da dönünce internetten sipariş edelim dedik.

Uzun zamandır özellikle de eski basımlı kitapları almak için kullandığım harikulade bir site var: nadirkitap.com. Onlarca sahafın listesinden ortak arama yapıp, istediğiniz kipatı kolayca almanızı sağlayan bir aracı site. İlk olarak çocukluğumda bana satranç oynamayı öğreten Robert Danielsson & Mats Andersson’un "Çocuklar için Satranç: Şah Mat" kipatı ile,   okuduğumu ilk hatırladığım romanlardan olan Hugh Lofting’in Doktor Dolittle’ın Serüvenleri‘ni (ki, benim okuduğum da işte bu baskıydı: Doktor Amca’nın Maceraları) sipariş etmiştim, hatta bizim yaban ellerde olduğumuzdan kelli annemle düşesin adreslerine göndertmiştim kipatları. En son geçenlerde bizim raflarda Şibe’ye tatil kipatları bakarken (Ayça Şen – Kalın Kitap; Oliver Sacks – Karısını Şapka Sanan Adam; Atilla Atalay – Ebekulak; Jonathan Ames – Gece Gibi Geçiyorum; Julian Barnes – 10.5 Bölümde Dünya Tarihi) Jonathan Ames’in kitabının Türkçesinin artık bizim raflarımızda olmadığını fark edip, yinegene nadirkitap’ın kapısını tıklattım, hazır onu istetirken, ek olarak işte başlarda belirttiğim "Ataç’ın Sözcükleri"ni (4TL), yıllardır almaya heves edegeldiğim, ama "nasılsa hepsini eXpress’te yayınlanırken okudum" diye artistlik tasladığım Haydar Ergülen’in "Düzyazı: 100 Yazı"sını (9TL) da aldım. Ece’ye de, "Tiffany Sızı"nın kipatlarının yanısıra, nicedir onu tanıştırmak istediğim Baskan Yayınlarının İdeal Kitaplık serisinden birkaç başlık sipariş ettim (Soğuk Duvarı; Esrarengiz Oduncular; Milyonluk Çanta; Dostluk Çemberi – beher 5TL). Geçen hafta sinemada "Kahraman Şövalye Justin" filmini izlemiştik (bağlantı, çok lazımsa – fena film değildi bu arada, zaten Espanyol oluşu alamet-i farikası / kesin yanlış kullanmışımdır bunu da – geçen gün bir mail’de "taam etmeyi" yanlış yerde kullanmışım da Nergis Hanım çekiverdi kulağımı… 8), işte geçen hafta diyordum, Şovalye Justin’i izledik, beğendik, hemen çıkışına Nadir Kipat’tan Ivanhoe’yu buldum, meğerse onun olduğu sahaf hemen yanımızdaki (eh ~) Devr-i Alem Sahaf değil miymiş (Tunalı Pasajı, alt kat), onu da elden alalım dedim (didim), başka bir dünyaya girdim, tam sahaf gibi bir sahaf, üstelik askılı şort giyen, ak sakallı bir amca (Hakan Köseoğlu mu desem, Betül mü, o tatlılıkta), raflarda eski kitaplar (aaa, ciddi mi! 8P) – artı dergiler, çocukluğumun çizgi romanları setler halinde (Alaska – Ken Parker tüm seri 40 kitap 320TL; Rom vardı bir de (Uzay Şovalyesi) – onun da ilk sayısı, son sayısı vardı bende: ortaokulda hava yağmurlu diye beden dersimizi sınıfta icra ediyorduk da öğretmen yakalayıp el koymuştu o son sayıya, hala yanarım, neyse var işte orada…). Ankara’daysanız mutlaka bir gidip görün derim: Tunalı Pasajı alt kat – Kuğulu Park’ın orada Ceviz, Mado, İş Bankası var, onun karşısında. 

Nadirkitap’ta Cemil Kavukçu’nun kitaplarına bakınıyordum ki, bir şey gördüm, üzüldüm biraz (ama biraz, zira anlaşılır bir şey; biz de buralardan göçerken nice kipatı dağıtmadık mı…). Anlaşılan Fethi Naci‘nin kitaplığını Lale Hanım sahaflara vermiş. Başo boşuna dememişti vaktiyle "Neler neler getirir / insanın aklına / şu açan kiraz çiçeği!", ne hikayeler çıkar şunlardan, ne çıkarsamalar, çoğu da bariz. Neyse, üşenmeyeyim, hepsini tek tek bağlantılandırayım, tanesi ortalama 25TL, imzasız isteyene 5TL, yetişen alıyor!..

   
  

   

Cemil Kavukçu’yu benden başka Norman Mailer’a benzeten var mıdır? Vardır herhalde. (Bahar?)


Hangisi hangisi?

Bir de (ey) sevgili kâri, şimdi senden (sizden) ne gizleyeceğim, ağır sabur subur kipatları aştım da geldim, en son işte Julian Barnes’ın "Before She Met Me"sine çattım (ve tekrar: yahu ne kötü kipattı o öyle – entel dantel de değildi ama işte enteller danteller getiriyor hep bunları başımıza) aaa, zaten yazmışım ya (ey) sevgili kâri, neden uyarmıyorsun? Onu yazmışım ama şunu yazmamışım, kipatı Düşes Kipatlığı‘ndan aldım ya, hemen tabii şikayette bulundum kendilerine, heyhat ki meğer oysa ki mamafih, düşes bunu okumamış gel bak şimdi şu işe (bu kipatlığına dair aslında ikinci şikayetim – ilkini Coetzee’nin Grace’ini okuduktan sonra yapmıştım Serz Enişte). Beni kipatın dandiniliği kadar, arkasına yazan (hem de bildiğin koskoca "the Guardian") arkadaş da üzdü, hemen bakalım ne demiş:

"Frighteningly plausible… stunningy well done" – the Guardian (hadelen)

Bunu da bunu da sevgili düşesimize iletince ondan şu cevap geldi:

"Frighteningly (…) plausible" yazmış olmasın (mealinde)

ben de buna şu yorumla karşılık verdim:

"Frighteningly (…) p (…) l (…) au (…) sible"

ama olsa olsa böyle olmuştur dedirtiyor kipat. Neyse, işte Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı; River Swimmer; Secret History; bu ismi lazım değil falan derken, son darbeyi de Hobbes üzerine (yaşamı, eserleri) olan kipatçık vurdu, iyice ağırlaştım (paralelden de şu Jeff Vandermeer’in The Status hikayesi sıktıkça sıkıyor). Şu geçen gün bahsettiğim SF Signal‘in eylül ayı BKFK (Bilim Kurgu Fantezi Korku) kipatları listesinde bir kapağa takıldım (daha evvelden de Geekomancy’nin kapağına "takılıp" kendisiyle bu mecrada zevkli bir maceraya atılmış idim, yani yabancısı değilim bu kapak kızları kipatlarının ;P), edindim, okudum beğendim (Melissa F. Olson – Dead Spots), kapaktaki kız da (özellikle de Trail of Dead’deki) ne kadar Breaking In’in Melanie‘sine (Odette Annable) benziyor öyle (severim)! İlk kitabı okudum, hiç öyle entel dantel değil: vampir, kurtadam, cadı, bir de yeni bir tür hep beraber polisiye oh ne güzel. Geçen gün ikinci kipatı da aldım, okuyorum şimdi, bu bitince üçüncüye de başlarım, canım sağolsun, daha ne! 8)

Anahtar kelimeler, özet, bu yazı için almış olduğum notlar: Ataç’ın Sözcükleri, TDK, Nadirkitap.com, Melissa Olson – Dark Spot (& Kapağı), Baskan Yayınları, Cemil Kavukçu -> Fethi & Lale Naci, Devr-i Alem Sahaf.

TL;DR

Merhabalar, son zamanlardaki halimizi pek iyi özetleyen bir internet deyimi var: TL;DR. Halbuki, bizim zamanımızda RTFM vardı, öyle bir geek-topluluktuk, sonra twitter çıktı ve bugünlere geldik. Özetle (ahkam mode on:) yıllar boyu çalışıp, didinip, gayet bilimsel, detaylıca bir şeyi anlatmanız, bir kumpası ortaya çıkarmanız, gerçekleri (hem de bilimsel gerçekler olsun bunlar) açıklamanız artık kimsenin umurunda değil (daha evvelden de buna benzer bir şey yazmıştım: çocukluğumuzun filmleri kötü adamların/politikacıların gizli kapılar altında çevirdikleri pis işleri kaydedilmekte olduklarından habersiz, büyük bir fütursuzluk ve aymazlıkla ballandıra ballandıra anlatışlarının dünyanın dört bir yanındaki televizyonlara düşüşüyle "mutlu son" olarak biterdi – artık böyle bir şey yok, her şeyin bir açıklaması var, bunu da gördük. Yani özetle: ertesi gün diye bir şey yok / ya da daha doğrusu, var).

Bu ille de doğrular, yalnızca doğrular.. için de genel-geçer bir kural değil üstelik, daha zararsız mecralarda da etkisini gösteriyor. Takip edegeldiğim internet dergilerinden olan SF Signal, bu ayla birlikte, 2014 yılında kendilerine gönderilen kipat listesini açıklamış, bir de bu ay çıkacak bilim-kurgu, korku, fantazi vs. kitaplarının listesini vermiş, özetle: say say bitmez (378 imiş). Bilimsel makaleler de öyle: her ay onbinlerce makale yayınlanıyor.

Indexler (eleştirmenler, arama motorları, inceleme yazarları) doğal olarak her geçen gün daha önem kazanıyor (ne kadar klişe bir cümle oldu), yani dünyanın en güzel buluşunu da yapsanız, en güzel kitabını da yazsanız, "siz neymişsiniz be abi" olsanız da başarıya ulaşacağınızın, keşfedileceğinizin garantisi yok. Şarkıcı, oyuncu, görsel bir şeyci iseniz durumunuz daha da vahim: o takdirde yetenekli olup olmadığınız çok daha arka planda, şans çok daha ön planda, falan filan (ahkam mode off).

Ne diyordum ben? Hah, too long; didn’t read, 145 karakterde görüşelim çok isterseniz. Ah! Bir de resim tabii, resim çok önemli, resim olmalı — Barış müthiş bir Wes Anderson kipatı hediye etti sağolsun (yine de Bahar’da bu kipattan -büyük ihtimalle- yokken benim istediğim zaman açıp okuyabilmem kaderin adaletsizliğine delalet değildir de, nedir?), işte orada, Moonrise Kingdom’ın çocukların evde olduğu sahnelerin bilmemkimin (hatırlayamadım, bakınca da bulamadım) tablolarından etkilendiği/gönderme yapıldığı söylenmiş de, hayır bence, kesinlikle Carl Larsson idi! (bana ne! bana ne!) Misal:


Shakespeare, Picasso, Jeff Koons

Geçen gün (evvelsi), çok boş vaktim vardı, ben de nihayet sevdiğimiz bir ağabeyimiz olan Joss Whedon’ın tayfasıyla çektiği Shakespeare "uyarlaması" Much Ado About Nothing‘i izleyebildim. Tıpkı -bir ihtimal adını yanlış yazmakta olduğum fakat bunun da pek umurumda olmadığı- Baz Luhrmann’ın Romeo+Juliet‘i (bağlantıyı vermek üzere ilgili wikipedia sayfasına gittiğimde doğru yazmış olduğumu görüp şaşırdım bu arada) gibi, orijinal diyaloglar ve modern zaman ustalıkla birleştirilmiş, hatta bu ikisinin kesişmesinden doğan birkaç keyifli ilginçlik de monte edilmiş.

Shakespeare, Shakespeare, işte biliyoruz, Romeo ve Juliet, Hamlet, Macbeth falan filan, illa ki bir ya da birkaç oyununu izlemişliğimiz, koleje gittiysek iki-üç sonesini oku(tul)muşluğumuz vardır, atla deve değil yani. Halbuki öyle!

Bundan epey yıllar önce (yine de ODTÜ’deyken, o kadar da eski değil hani), kütüphaneden A Midsummer Night’s Dream’i (Sandman’in ilgili fasikülünden heveslenmiş olmalıyım) almıştım; epey de güzel bir edizhun’du (don edizyon), bir sayfada orijinali, yan sayfasında da günümüz İngilizce meali yer alıyordu: bir oraya bir buraya baka baka ve çoğu yerde "seslice gülerek" keyifle okumuştum. Ve çok şaşırmıştım. Bu kadar ciddi adamın "Şekspir efendim, bir hayattt!" nidalarıyla yere göre sığdıramadığı bu adam hayli mütevazi şekilde, hakikaten de müthiş kelime oyunları ve hani neredeyse avamsal (şimdi şuradaki arkadaşımızdan rica etsem ayağa kalkıp "e tabii, zira Shakespeare kumpanyasıyla sadece saraylarda değil, kasabalarda da oyunlarını sergiledi, halka hitap etmesi çok normal" diyebilir mi? Teşekkür ederim, biz bilmiyorduk sanki! 8P) laf sokmalarıyla beni hem şaşırtmış hem de epey takdirimi toplamıştı.

Much ado about nothing’in Kenneth Brannagh, Emma Thompson, Keanu Reeves ve Denzel Washington’lı (evet, Denzel Washington yazdım, bir şey mi diyecektin birader?), ah bir de Claudio’yu Ölü Ozanlar Derneği ve House’un Wilson’ı oynuyor, işte o versiyonunu izlemiştim yıllar önce, onu da çok iyi olarak hatırlıyorum ama bu daha bir yakın geldi bana (Buffy, Angel, Firefly kadrosu desem? – Benedickt’i de Alyson Hannigan’ın gerçek hayattaki kocası oynuyor imiş, Angel kadrosundan, görseniz tanırsınız. Düşes’le şaşırdık, maşallah dedik bir de.).

Sonuç itibarıyla: Shakespeare’i takdir edip kanımca anlayabiliyorum, zevk alabiliyorum, kafa bir ağabeyimiz imiş.

Gelelim diğer arkadaşlara: şimdi biliyorsunuz, sanat dünyamız, epey göreli bir dünya, kral çıplak vakaları sürekli karşımıza çıkıyor — hele de resimde: ya nasıl bir sanat dalıdır ki bu, bir şeyin orijinal olması milyor dolarlar fark ettirir, sen beğendin mi? E daha ne? Onu Picasso yapmışsa "olala!", pikaçu yapmışsa "aaaa!" Bu olaya karşıyım. Ha, Picasso’yu çok mu anlıyorum, hayır, hiç anlamıyorum, ama resimden anladığına inandığım insanlar "ow, Picasso!" deyince, ben de "vardır bir bildikleri" diyorum. Edebiyatta da böyle değil mi? Benim zevk aldığım bir dolu adamı bir başkası (diyelim ki şu arkadaş) okusa, bir şey anlamasa haksız mı? Belki on bin gönderme, ince tesbih (tezbik) filan var, anlamayabilir, bak ben de Picasso’yu anlamıyorum. Ama sokakta bulunan bir tabloyu kimin yaptığını bilmeden değerlendiremiyorsan, o zaman pardon arkadaş (şiirlerde de var bu, haaaaa, soyut oluşundan dolayı yoruma açık, o yüzden kimin yaptığı önemli — bak bunu ben de söylerdim, eylemlerin yanında kimin yaptığı, niyeti de önemli, o muydu yani… tamam o zaman…)

Ama yine de Jeff Koons (ve yanına da şu öbür zibidiyi koyalım, adını hep unuttuğum Daniel miydi, şu mücevherli kurukafa, kesik koyun/köpek balığı Hearst müydü — bakıyorum, bir saniye… evet, ikisi de imiş: Damien Hirst (bugün formumdayım)) yahu! Puppy’si ne güzel ama bir yere kadar. Buradan bir kere daha "sanatçılar ölümlerinden önce ünlü olmamalı, değerleri bilinmemeli savımı yinelemek isterim – çok isteyen yapsın, bir depoya koysun, ölünce bakarız, gerekirse överiz.

Bana ne!

Hamiş: Yazı, ahkamlarım, karalamalarım giderek vaktiyle çevirdiğim bir muhabbete dönüşegeldiğinden ötürü yayınımıza burada ara veriyoruz, iyi geceler sevgilerler emrelerler…

Hamiş #2: Neredeyse unutuyordum! Filmi seyredecek olursanız mutlaka şu (http://nfs.sparknotes.com/muchado/) siteden faydalanmanızı tavsiye ederim, yoksa özellikle de Dogberry’nin (Nathan Fillion bütün bönlüğüyle şaheser yorumluyor) enfes muhabbetlerini kaçırabilirsiniz! But masters, remember that I am an ass, though it be not written down, yet forget not that I am an ass… | Benedick’in Margaret’ten sone için yardım istediği sahnede de meğerse bel altı muhabbet gırla gidiyormuş, o kısmı da gözden geçirin izlerseniz.

Hamiş #3: Birmingham’dan sevgili YM yazmış: "Ben bütün Shakespearleri okuyup, izledim, şimdi ne yapmalıyım?" diye soruyor, ki cevabı çok basit efendim: Rosencratz & Guldenstern are Dead (çok entelseniz, kipatını da okuyun, biz filmini görüp beğendik. Tarlakuşuydu Jülyet mi, hayır.)

İlhan İrem’le kalın.. (ben yatıyorum)

kitaplar, kalın kitaplar, patlak kitaplar…

Bengü ile ben, geçen gün Oostsingel'daki bahçede..Uzunca bir süredir bayıla bayıla okuduğum bir kitap olmadı malesef. Bir önceki satırı yazdıktan sonra kitap listeme bakındım, John Fowles’un "Fransız Teğmeni’nin Kadını"nı aralık ayında okumuşum, ondan başka bir de geçen ay okuduğum A.S. Byatt’ın "Posession"ı var.

Bu hayalkırıklığının ardında tabii ki benim okumaya başlarken hazırda tuttuğum yüksek beklentiler var – neredeyse her kitabı tavsiyeyle ya da araştırıp bularak elime almışım. Coetzee mesela, adam Nobel almış yahu, daha ne olsun! Gel gör ki "The Disgrace"i (ve tabii ki ağırlıklı olarak konusunda ötürü) beni kapadı da kapadı (konunun kötücül olması genelde yazarın yeteneklerini takdir etmeme engel olmuyor, mesela Alice Munro’yu ve başka birtakım arkadaşları, arkama bile bakmadan kaçarken bir yandan da övüşüm vardır) ama Coetzee’de, The Disgrace’de o da yoktu malesef (ve tabii ki bunlar sadece benim görüşüm). Kızdım ama ne olacak, epi topu 220 sayfa ilahi kızılcık dedim. The Wertzone diye bir blog takip ediyorum, sci-fi falan-fi üzerine, geçen yılın sonunda kendince bir liste hazırlamıştı, oradan etkilenip Christopher Priest’in "The Adjacent"ı ile Matthew Stover’ın "Heroes Die"ını okuma listeme almıştım… (blows raspberry!) 8P Kalın da kipatlar: biri 430, diğeri 380 sayfa imiş (benim için ortalama kipat kalınlığı 280, bilemediniz 300 sayfa olsun). Adjacent bayık (gelecekte alakasız bir Türkiye’de açılıyor (yazarının Türkiye’ye dair bildiği iki şey: Turkey, Anatolia/Asia Minor), iklimler çökmüş, işte post-apocalyptic, islam-driven bir İngiltere, wa-wa-wa gitar…), Heroes Die heyecanlı başladı (gerçek dünya üzeri sanal dünya üzeri fantastik arkaplan ve başka bir gerçek dünya aslında falan filan), Adjacent’ı ha bir şeyler oldu, ha bir şeyler olacak şeklinde, Heroes Die’ı da "bu ne be!" düşünceleriyle okudum, bitince de sevindim. Christopher Priest’i (Adjacent) duymamıştım daha evvelden, meğer Christopher Nolan, Hugh Jackman, Christoper Bale, Escarlett Johansson’lu The Prestige’in kipatının yazarı imiş, sağolsun almayayım ben bir daha.

A.S. Byatt’ın yıllardır ihmal ettiğim (bunda üniversitenin ilk senelerinde "Çeşm-i Bülbülün İçindeki Cin" kipatını okuyup da orada Cevat Çapan’a (aka "The Kirpi") düzdüğü methiyeler yüzünden bendeki karizmasını hayli çizdirmesi de etkin rol oynar) "Possession"ı (Düşes sağolsun) taptaze bir soluk gibi geldi. Tabii ki aralarda kadın yazarların kipatlarını da okuyorum ama hiçbiri bu kitaptaki kadar kadınsı bir sese sahip değildi: kitabın her harfine sinmiş bir kadın bakış açısı var: nasıl ki çoğu kitaptaki kadınlar "erkek gibi" düşünegeliyor, davranıyorlarsa, bunda da tam tersi (ben mesela sürekli Ash’in LaMotte’ye "yanlış yapacağı" anı -ne mutlu ki!- beyhude bekledim durdum) — aşk meşk bir yana, gerek akademik hayata, gerekse anı/gerçek eksenine hayli güzel saptamalar koyuyor, kötü adamlar kötü değil, herkesin kendince haklı olduğu bir bakış açısı var, sonra bir anda yumruklar konuşmuyor; asıl oğlan kızları peşinden koşturmuyor — gerçi sonunda her şey iyi bitiyor (bu kadar mı olur! dedirtiyor) ama olsun, olacak o kadar kadı kızı. Sevdim yani özetle bu kipatı. Filminden haberim vardı, aklımda Meg Ryan oynuyor diye kalmış ama kipatı okuduktan sonra trailer’ını izledim, meğerse Gwyneth Paltrow’a oynatmışlar Maud rolünü, hakikaten cuk oturmuş (filmi izlemedim, filmlerle aram iyi değil bu aralar).

Espanya’dayken tanımadığım (Espanyollar ünlü yazar açısından malesef pek zengin değiller) bir Espanyol yazar olan Javier Marias’ın "The Infatuations" (Los Enamoramientos) kipatından ailemizin (yalan, yalnızca ben takip ediyorum) sanal şeysi AV Club sayesinde haberim oldu. Konusu hakikaten güzel ve orijinaldi, hızlı başladı tez baydı, elinin kılıyla kadın hamur işine girişen ve o hamuru yüzüne gözüne bulaştıran bir yazar amcanın (kitabın baş karakteri ve dahi anlatıcısı bir bayan ve olayların kadın bakış açısından anlatılması örgü açısından epey önem taşıyor) çok fena bir romanıydı, baydı da baydı (tek güzel yanı İspanya’da geçmesi ve İspanyolların olması idi, başkaca da hiçbir şeyi).

Aşağıya bu bağlamda değinmek istediğim kipatların ve sayfa adetlerinin (doğrudan Amazon’dan aldım bu bilgileri zira hemen hemen hepsini e-kipat olarak okudum telefonumda) listesini yazmıştım girişe başlarken, şimdi baktım, geriye bir Eleanor Catton’ın Luminaries’i kalmış bahsetmediğim. Ah Hande! Başka da bir şey demeyeyim. Diyeceğim tabii ki, kipat kötü değil ("çok kötü değil" yazmıştım, düzelttim Düşes’ten korktuğumdan), fakat amaç üzüm yedirmek değil, bağcı dövdürmek (showmanship yani) — yazar anlatmaz ise öleceği bir şey yazmıyor, "yazabiliyorum, o halde yazayım" daha çok, işte sistemli, Nolan’ın "Memento"su gibi, düz kurguyla izlediğinizde "meh" diyeceğiniz bir olayı karanlık bir odada oturmaktayken (siz) bir oranıza bir buranıza oraya bakarken şuranıza tokat/çimdik/pençe/tekme şeklinde saydırmak suretiyle marifet gibi gösteriyor (hele de sonlara doğru getirdiği deus ex machina‘yla bana "yuh!" dedirtti (kötü anlamda). Daha evvel de yazdığım üzere, bir çuval inciri keçiboynuzu bir dirhem bal (anahtar kelimeler). Yıldız haritasından konu üretilmesini beğenenleri de "bunun dandirik Edgar Wallece Plot wheel‘inden ne farkı var allasen?" başlıklı boks-forumuna davet ediyorum.

Uzun lafın kısası, normalde kipatların uzun olması ile pek bir derdim olmaz (hatta, sevinirim de okuduğum kipat güzel güzel ilerliyorsa "daha okunacak bir sürü şey var!" diye) ammavelakin, oku oku oku, kitap patlak çıktı, belki yolda düzelir, kaz kaz kaz, sonuna gel çıkmaz yol, e ne oldu şimdi (şimdi bana kaybolan saatlerimi verseler…). Cemal Süreya bir yerde "devamının yazılmasını istediğiniz kipat?" sorusuna "Karamazov Kardeşler" yanıtını vermişti ki, ben de aynı şekilde düşünürüm (Karamazov Kardeşler’i 95’te okumuştum yanlış hatırlamıyorsam, geçenlerde yeniden heyecan ve şevkle başladım (Düşes sağolsun pt. II), önsözde çevirmen teyze (Leyla Soykut) Dostoyevski’nin kitabı aslında 3 cilt olarak tasarladığından, ömrünün yetmediğinden bahsediyor.

Mektubuma burada son verirken, tüm Murakami sevenler için geliyor: 4 kardeşi ezberinizden sayabilir misiniz bakalım? 8)

Javier Marias – The Infatuations / 350 sayfa — 2 yıldız
J.M. Coetzee – The Disgrace / 220 sahife — 2 yıldız
Christopher Priest – The Adjacent / 430 goygoy — 1.5 yıldız
Matthew Stover – Heroes Die / 380 lümlüm — 2.5 yoshi
A.S. Byatt – Possession / 530 deniz kabuğu — 3.5 jigglypuff
John Fowles – The French Lieutenant’s Woman / 480 sahi ne? — 5 tam puantiye
Eleanor Catton – The Luminaries / 850 keçiboynuzu — 2 ters bir düz..
(bir de benim için "düşük not verir" derler! Hıh!)