The Lost Room: 2 günlük bir “maratonun” ardından, dün bitirdik bu 6 bölümlük mini-diziyi (maraton da ne maratonmuş ama). Eli yüzü düzgün, gayet güzel kotarılmış bir yapımdı. Siz feet under’ın Peter Krause’u ve E.R.’ın Julianna Margulies’i vardı. Strugatsky’lerin Roadside Picnic’ini andırıyordu, malum Matrix Reloaded kapıları vardo bir de, aa madem sıralıyoruz, Iain M. Banks’in şu The State of the Art’ta yer alan hikayesi var (A Gift of the Culture?) benzerleri arasında. Benim, pek çok diğer şey gibi, Brian en Neslihan sayesinde haberim oldu, tavsiye ediyorum ben de.
Thomas Mann hikayelerinde (okuduğum altı taneyi düşünecek olursak) : protoganistin babası ya da protoganist, kerestecide çalışıyor (1), annesi sanata yatkın, babası sert bir mizaca sahip oluyor (2), çevresiyle arasında illa ki görünmez bir duvar oluyor (3). Başka birkaç şey daha vardı, unuttum, demek ki neymiş, akla gelince yazılmalı imiş. Hah, mesela bir de anne bir müzik aleti (piyano) çalıyor, oğlan da genelde bir müzik aleti (keman) çalıyor (4). Karakter başka ülkeleri görmüş geçirmiş oluyor (5).

Gizlice sevdiğiniz (siz gizli olduğunu sanıyorsunuz ama herkes, özellikle de “o” biliyor ama sizi benzer şekilde değil, sadece arkadaş olarak (link değil, boşuna getirmeyin imleci: arkadaşlık öyle linkle olmaz.) sevdiğinden ötürü bilmezlikten geliyor ve hiçbir zaman açılmamanızı umut ediyor. Ne diyorduk?) Gizlice sevdiğiniz kişinin, birlikte vakit geçirmekten hoşlandığı bir başka kişi varsa, o kişi aslında kötülerin aranızdaki casusu olsun, devil incarnate olsun, mutlaka sonunda aslında korkunç bir yaratık olduğu ortaya çıksın (Lisedeyken (ortaokuldayken) hep öyleydi, değil mi?). Bone devam ediyor.
