Göreli epey (1-2 ay arası) oluyor, G’N’R’ın leziz şarkısı "Sweet Childe o Mine"ını yorumlamışlar jazz olarak*, olmuş gibi. Vaktiyle ben Ella Fitzgerald’dan "Sunshine of Your Love"ı dinleyip kanmıştım "orijinali odur" diye (koskoca leydi, bitli hipiler Cream’den cover yapacak değildi herhalde! Öyleymiş kazın ayağı). Geçen gün neşe içinde bahsettiğim Boogie-Woogie dansları var, Amelie var, ama (herhalde) en uç örnek olarak steampunk dünyası var. Gerçek olmadığını (ya da daha doğru olarak gerçekleşmemiş olduğunu diyelim) bile bile kurgulanan bir dünya (bunu bu şekilde yazınca da aklıma Babavatan ile Yüksek Kuledeki Adam geldi, ama o janrı ("alternate history") şimdi bir kenara bırakalım). Elfler, orklar varmış, ejderler uçarmış değil, güpegündüz bu zamanın o zamanda yansıması (bir nüansa dikkat çekmek istiyorum: o zamanın bu zamanda yansıması post-modern dünyada normal, hatta dikkat etmezseniz arada kaynayacak bir şey olsa bile (yine de Fransız Teğmenin Kadını çok ama çok üstün bir istisnadır bu duruma), dediğim bu zamanı o zamana götürebilmeyi başarabilmek).
Bir keresinde bahsetmiştim, yine bahsedeceğim, 12 Maymun’un başında bir yazı çıkar…
Çok ilginç geliyor bana, o zamanki insanlar gibi davranmaya çalışmak. O zamanki insanları konuşturmak, halbuki o zamanki insanlar hiç olmamıştı belki de: hep biz vardık, tek biz vardık. Marty McFly’ın (ki 1985’te çekilip, 1985’te geçen bir filmde gelecek diye 30 sene sonrasına, 2015’e gider) kovboylar zamanına giderkenki giydiği elbiseler ne kadar gerçekçiyse, biz de o kadar gerçek (aslına, hatıraya, ahde) sadık davranıyoruz, kimse gücenmediğinden yanlış yapmış da olmuyoruz.
"X yaşasaydı/burada olsaydı/duysaydı böyle yapardı." Hayır efendim, yapmazdı, zaten onun o andaki yokluğu yüzünden böylesi emin olabiliyorsunuz. Woody Allen (ki geçen hafta bir arkadaşa karşı kendisini savunmak zorunda kaldığımdan biraz güceniğim) bunun zirvesini yapmıştı (Annie Hall’daki Marshall McLuhan sahnesinde), üzerine hiçbir şey söyleyemeyeceğim (3 dakika izlemek sizi yorarsa, son 50 saniye diye not düşeyim…).
Star Wars, steampunk’da nasıl olurdu, hiç düşündünüz mü? Ben düşünmemiştim ama bu başkalarına engel değil.

.jpg)
hatta yapılmışı dahi var.
(Elbet bir hinlik vardır bunu yazışımda, ey bloga çakıllar karıştıran nisyan! 8P)
ne kadar da bağlantılı bir giriş oldu bu böyle, iki kelime laf bile etmedim halbuki.
* Bu da başka bir örnek olsun "Postmodern Jukebox" arkadaşlardan: 1930 Jazz yorumuyla Careless Whisper (arada Dave Brubeck taksimi de var).


İşte sonra iyi kalpli oğlan ölüyor, film bitmiyor, hayat devam ediyor. İnsanlar yine aynı eskisi gibi iyi kalpli olmaya devam ediyorlar – ortada kötü adam yok ki, ortadan kaldırıp intikamını alasın, ya da vatan kurtarmıyorsun ki, özgürlük bayrağın göklerde dalgalanırken, geride kalanlar için gökyüzüne iki dakika daha fazladan gözün kısık anlamlı bakışlar atasın.
(Neyse, ne diyorduk? yukarıdaki kısmın üzerinden 2 saat geçti de…) … işte, onlardan biri de Mary Ann Shaffer ile Anne Barrows’ın (teyze – yeğen) yazdığı The Guernsey Literary and Potato Peel Pie Society idi. ve kız kitabı idi. Ne kadar güzel bir kitaptı. Bunda da kötü insan yok ama İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardında geçmekte olduğundan, e ben daha ne diyeyim. Kitap bir İngiliz yazarı merkezine alıyordu ve bir İngiliz yazardan beklenecek bütün o sarkazma da haiz idi. Benim aklıma bölük pörçük Lina Salamandre (aka H.E.) şiirleri geliyordu. Bir de kitabın yapısı, mektuplar serisi olarak kurulmuş – bu tarza örnek düşünürken, John Updike’ın S.‘sini hatırladım, kitabın sonunda yazar da Daddy Long Legs’i gösteriyor örnek olarak. Ek olarak Genç Werther’in Acıları ile az evvel Çocuk Kalbi‘ni düşündük ama ikisi de günce şeklinde imiş. Mektup yapısı hayli pratik bir anlatım şekli: hem sadece ilginç/etkin olaylara/gelişmelere odaklanmanızı sağlıyor, hem de akıcılıktan kaybetmeden okura çeşitli mola noktaları koyabiliyorsunuz (bu nedenledir ki hikaye kitapları romanlardan daha kolay okunagelir, ayrıca Bay Ahkâm’ı takdimimdir).
Yazarların İngiliz olduğundan emindim (yeğen Anne Barrows’un neredeyse on yıldır görmediğim Suzan’ı andırdığını düşündüğümü zaman aşımından yazamam tabii ki [bu parantez içi de Erdal Öz’ün Can Yayınları’nın sansürlenmiş kitaplarına dava tutanaklarını koyup, sansürü aşışı gibi oldu]). Sonra ah işte o Afterword… yok mu! Vaktiyle 10.5 Bölümde Dünya Tarihi‘ni okuyuşumun ardından Julian Barnes’ın bir kadın oluşuna emin oluşum gibi, bunda da yanılıp, akabinde şaşırdım (ayrıca "ay ne kadar güzel bir yere benziyor şu Guernsey, yazar orada uzun yıllar yaşamış olmalı, sanki ben de orada yaşıyormuşçasına loyloy" mitini de şangırt! diye kırıveriyor çok afedersiniz). Kitap güzel, Charles Lamb, Bronte’ler ve Jane Austen muhabbetleri de yapılıyor (ve Hande, bir arkadaşın kindle’ına hediye kitap gönderilebiliniyor mu, yoksa illaki herkes kendisi mi almak zorunda? ve anladın sen onu 😉 Yalnız, kitabın insanın içini açan bir kapağı (+iç kapağı) var, sanal olmayan bir kipatçıda bakmak tavsiye edilir.