Fatih Özgüven – Bir Şey Oldu

Fatih Özgüven’i severim, sinema yazılarını da yaşlı amcaların Hasan Pulur’u okuyuşu gibi onaylaya onaylaya okurum. Seneler seneler evvel (ahanda şlak 1995!) Kelepir’dendi sanırım, Esrarengiz Bay Kartaloğlu‘sunu almıştım da, bir türlü kitabın içine girememiştim. Aklımda kalan tek şey Commodore 64’te dizdiğini ek bilgi olarak belirtmiş olmasıydı. Tipini de -nedense- sevgili Yağmur’a benzetirim. Ah, bir de çevirileri iyidir. Özellikle de Jonathan Ames’in Gece Gibi Geçiyorum çevirisi, orijinalini aratmaz (baktım, oradan biliyorum, multilingual insanıyım ben, please..).

İşte, iki kitabını da çıkarınca, heyecanlanmadım, diyemem. Eki de beğenmiş hem. Ne duruyoruz? Bengü gelmeden almış idi kitapları, okumak Bengü’nün gidişine nasip oldu (Bir Şey Oldu’yu okudum henüz). Fatih Amca eleştiride iyidir ama insan kendi evladını görünce kusurlarını göremiyor anlaşılan. Ama öncelikle:

Hikayeler Batılı. İyi anlamda batılı. Turgut Özben’in Karagöz-Hacivatı istememesi kadar batılı. O şark işi ille de bir şey olacak kaygısı yok çoğu hikayede, onun yerine derin bir tını var, derin bir tını bırakıyor, derin bir tını kalıyor.

Şimdiiii:

Fatih Özgüven’in iyi bir editörü yok.

Fatih Özgüven’in kitabı Türkçe yazılmıştan çok Türkçe’ye çevrilmişe benziyor. Olgular batılı, çok normal, anlaşılır ama kardeşim gelip de bana : (arka kapaktan alıntılıyorum, kitaptan bulamadım şimdi bu kadar keskince söylemek istediğim şeyi veren bir kısmı) “genç bir adam yanında siyah deri taklidi bavullarıyla bir yabancının arabasına binip bir şehirden ötekine gidiyor” deme lütfen. Ben bunu demem, benim tanıdığım kimse bunu demez. Genç bir adam Türkiye’de yok, siyah deri taklidi bavullarıyla kimse bir yere gitmez, velev ki bir şehirden diğerine… (Bir de Michel Butor, Şadan Karadeniz(?) Dönüşüm vardır, oradaki “sıcaklık yayan metal zemin” vardır, olmasa idi daha iyi olacaktı ama… Halbuki ve eğer Ş. Karadeniz’se gerçekten ne iyi çevirmendir, o kitap da çok iyi çevrilmiştir, bu kitap (U. Eco Gülün Adı) da. Ama Gülün Adı’nda da İbn Bilmemkim’le İbn Bilmemkim’i ilk baskıda Latince isimleriyle vermişti, değil mi? Neyse, olar böyle vakalar..)

Fatih Özgüven sandığımdan daha yaşlı, ben bunu artık biliyorum ama o bunu bilmiyor: “Gürol (…) neredeyse parayla diploma veren üniversitelerden birinde işletme okumakta olan Selin’e tanışır tanışmaz ‘vermek’ istediğini annesine anlatmayacaktı. Annesi nasıl olsa anlayacaktı.”. Fatih Özgüven’in editörü de yaşlı. Fatih Amca, Fatih Amca! Hey! Bana bak! Editörünü değiştirsene! Sana, üç kelimesinde üç yanlış olan üç kelimeli cümle yaramaz! Bana bak! Hey! Sen! Dönek okur! Benzerim! Kardeşim benim! Kızlar oğlanlara verir, oğlanlar kızlara değil!

Roald Dahl’ın nefis bir hikayesi vardır, o hikayede bir oğlan vardır, vejateryen bir akraba tarafından yetiştirilir, harika vejateryen yemekler yapar, yeteneği, dehası vardır bu konuda, hangi ot neye iyi gider, bilir. Yaşlı akrabasıyla izole bir yaşam sürerler, diğer insanları bilmez. Derken günün birinde akrabası ölür. Oğlan şehre iner. Akrabası buna hayli para bırakmıştır, hilebaz avukat bütün parayı elinden alır ama. Sonra oğlan bir lokantaya gider, ilk defa et yer, çok etkilenir. Etlerin üretim yerini ziyaret etmek ister, tarifi alır, mezbahaya gider, ziyaretçi olarak girer, bir anda bir çengel yakalar bunu bacağından, alaşağı eder, bir el uzanır, boynunu keser. Bir gelincik sinsi sinsi kanar. Hikaye bittiğinde beyninizin bir parçası hala avukatın ofisinde “aaa çocuğu kazıkladı yazık yahu!” demektedir. Böyle de bir twist. Fatih Özgüven de hikayelerinde bunu yapıyor güzelce ve kayıtsızca. Başta dediğim tını etkisini buradan sağlıyor. Ama Roald Dahl’ın aksine o bunu bir olaydan başka bir olaya geçerek değil, bir olaysızlıktan bir olaya geçmeyerek yapıyor: beklentinizle (böyle biraz çocuk) kalakalıyorsunuz.

Gelelim hikayelere:

Penguen Masalı – Atilla Atalay öldü mü, ıssız acun kaldu mu? Ve başka bir takım yazarlara tribute, açılış hikayesi olarak çok iyi seçilmiş bu arada.

Akıllı Şey – Ben kafamda DJ Qualls diye canlandırdım hep. Sonu çok avam danone olmuş ama girişten sonra gelişme hikayesi bağlamında yeri epey güzel.

Büyük Yeşillik – Tam Mehmet Batur’un hayran olacağı bir hikaye. Çok çok sağlam. “Keşke,” dedirtiyor insana, “sinema ve bir şeyler bölümünde öğrenci olsaydım da, kısa filmini çekseydim.” 10 puan!

Arkasındaki Hayal – Çok alakasız ama doğal olarak W.B. amcanın Naked Lunch’ındaki o kısacık bölüm geliveriyor insanın aklına. Bir de Miranda July’ın Birthmark’ı tabii ki (bu alakalı olarak). Kitapta en beğendiğim iki hikayeden biri oldu (diğeri Öteki Adres).

Gürol’un Annesi – belgesel. Yaşlı amcalık olmasa çok daha iyi olacaktı. Gürol değil de annesi anlatsaydı mesela. Nur Çintay’a askeri hapishaneden(?) yazılan şu makarnalı mektup ile onun Nişantaşı’ndan yazdığı cevap, 25. saat belki? Anne çok iyi konuşturuluyor, keşke anlatan da o olsaydı.

Seyahatte ve Ölümde – Bırak allasen. İlle ki “gizlice” içerilecekse, bari daha iyi bir hikayeden paye verilsin değerli kişilere.

Öteki Adres – Okuduğum en iyi Türkçe hikayelerden biri. Hem göstermedikleriyle, hem anlattıklarıyla ve anlatımıyla, hem de diliyle. “Bir şey mi oldu?”.

Doğum – Kim sormuştu genç şaire ilk soru olarak “Türk Şiirindeki hangi boşluğu kapamak üzere sahne alıyorsunuz?” diye. Banu Takşüt – Bebeğim Öldü varken, gerçekten gerekli miydi böyle bir hikaye? Yine de “Bakkaldan birisi çıkıp ona baktı, sonra içeri girdi, elinde bir tabureyle yeniden dışarı çıkıp tabureyi işaret etti. Rabia görmedi.” için ölünmese de, pekala, bayılabilinir.

Kader Müziği – Reserved. (as in “Mmmmm”).

Asansördeki – Verdiğinden daha fazla şey vaat ediyor. Kesinlikle. O yüzden hak etmediği halde hayal kırıklığı vermişçesine karşılanıyor gelmişçesine şarkılanıyor.

Hayvanların Alemi – Hangi dergi basardı bunu? (Hiçbiri?)

Boğaziçi Cinayetleri – Sizin olsun.

Bir Şey Oldu – Muazzam bir kapanış.

Ayrıca – Bir Sarışın Melek – Şahane. (Vodafone reklamlarındaki gibi okunacak)

Bunu F.Ö. okuyacakmış gibi yazdım, yazmaya başlarken değil de, yazmanın ortalarındayken fark ettim böyle yazmakta olduğumu. O yüzden bir zahmet bir tanıyan sevabına iletirse kendisine (Gerek kalmadı, sağ olun, var olun, D.B. çok süper bir amca çıktı bu arada, bu vesileyle on bin tekzipler), belki hoşuna gider, belki hoşuna gitmez. Kendisi bana borçludur, vaktiyle ai no corrida’yı onun yüzünden seyretmişliğim vardır (ne kötü ne fena ne pis).

Sizi seven sururi, anne eleştirmenliğim geldi.

Son söz: İngiliz bir şey. Forster? Değil ama kesinlikle Bilge Karasu’nun sevdiği biri. Hemingway’e öykünen mi? Çok çok az, öyle olduğunu demenin haksızlık sayılacağı azlıkta. Salinger var mı? Çok şükür yok (Akıllı Şey’de olabilirmiş ama titreyip kendine gelmiş yazar).

The Darjeeling Limited / No Country for Old Men / Lost

ya da Sabun Köpüğü / TV Kafa!

Uzun uzadıya yazamayacağım ama:

  • The Darjeeling Limited: Wes Anderson’ı ailecek severiz çok. Geçen gün bir siteye bakıyordum da (Rotten Tomatoes’du sanırım), bu filmin reklamını gördüm, ancak öyle haberim oldu (çoluk çocuğa karışmak). Hemen ediniverdim bir yerlerden. Sonuç — İyi haber : Fena film değildi. Kötü haber : Wes Anderson’ın en kötü filmiydi. Ayrıca Owen Wilson ne kadar Robert Redford. Sonra Bengü’yle en beğendiğimiz Wes Anderson filmi hangisi ola ki konusunda istişarede bulunduk, o Rushmore ile The Royal Tennenbaums’u pek hatırlamadığını söyledi (e geriye kalıyor zaten bir bilmediğimiz bottle rocket ile bildiğimiz Life Aquatic With Steve Zissou) ben de Rushmore’un en favori Wes Anderson filmi olduğu kanaatinde olduğumu söyledim, konuyu kapattık. Ayrıca günün saptaması benden geldi: Müzikteki Cake’in sinemadaki karşılığı Wes Anderson filmleridir. Anahtar kelime: cool olmayan şeyleri cool bir biçimde yapma sanatı.
  • No Country For Old Men: Coen kardeşleri eskiden severdim. Eskiden olduk şimdi. Evet belki şaşıracaksınız ama Fargo’yu beğenmemiştim ben. O’ Brother Where Art Thou’dan öygh gelmişti, çok çok fena idi. Sonra Intolerable Crulety pofffff, Ladykillers’a gitmedim bile. Bu arada çıkanlardan bir tek The Man Who Wasn’t There idi, bir tek o. Halbuki Barton Fink – başyapıt! Hudsucker Proxy – deha işi! Big Lebowski – İlahi! (Blood Simple’ı pek hatırlamıyorum doğrusu ama Raising Arizona da tam olması gerektiği gibiydi). Neyse, ümidimi kesmiş idim ki, şu son filmleri aldı başına gidince merak ettik, etmez olaydık. Arkadaşlar, buradan duyuruyorum ki, bu Coen Biraderlerle her türlü dostane, ticari ilişkimi kesmiş bulunmaktayım, eğer olur da gelir benim adıma sizden para filan isterlerse vermeyiniz.
  • Lost: Kötü, daha da kötü oldu, bırak allasen. Bu kadar yazmam bile ona övgü. 8P (Ayrıca dünya bir yana, Sawyer bir yana, yiğidi öldür hakkını yemeyelim)

Yaslı gittik şen geldik, merhaba Fişek, biz geldik!

Deneme bir-ki!

Baba ve Kızı

Efendim, belki fark etmişsinizdir, birkaç gündür kepenkleri indirmiş idik. Sebebi de, ODTÜ bünyesinde varlığını sürdüren bu sayfaların, ODTÜ’den haklı olarak “vakit de geç oldu…” uyarısı alması ve akabinde kendisine yeni bir yuva bulma arayışına çıkması idi.

Sağolsun, Barış hemen kendi yerinden teklif etti, gönlümde tabii ki baba ocağı, nam-ı diğer Fişek Bilişim‘e konmak vardı ama şimdiye kadar her bilişimsel sorunumda yardımıma koştukları, bana mecazi ve literally kucak açtıkları için, bir sefer de onları rahatsız etmeden halledeyim şu işi diyordum. Dün akşam Barış’ın yerini ayarlarını filan kurcalarken sevgili cihan değer kraliçemin radarına yakalandık, o da heman patron’a pasladı bizi – hostinken sorunum da birkaç dakika içerisinde tarihin tozlu sayfaları arasında yerini aldı…

Duyduğum minnetle ısrarla www.emresururi.com yerine sururi.fisek.com.tr‘yi kullanmak istedim amma patron bu noktada da “kem küm”lerimi dinlemedi ve işte aynı kanalda, aynı saatte yerde karşınızdayım efendim.

Fişek Bilişim’e, baba ocağıma, Doruk ile Didem’e dijitalden analoğa mazimdeki katkıda bulundukları bütün o oylumlu yapıtaşları için: sağolun varolun!

multimedia

Numb3rs
numb3rs House’u alın, tıbbı çıkarıp yerine matematik ve fiziği koyun, Hugh Laurie’yi de bizim sevgili gözümüzün bebeği Joel Fleischman Rob Morrow’la değiştirip, hastalık yerine de hastalıklı insanları koyun alın size oldu mu Numb3rs…

Ama House öyle anlaşılmaz tıbbi terimleri sıraladığında ne kadar profesyonel oluyorsa, bu numbers’daki matematikçi ve diğer fizikçi arkadaş (Peter MacNicol oynuyor bu arada fizikçiyi – hani Ally McBeal ve Sophie’nin Seçimi) ne zaman ağızlarını açsalar çok kötü oluyor anlayana. Ya yerçekim kanununu bütün dünyayı çözecek bir şey gibi pazarlıyorlar, ya hiç komik olmayan bir şeyi geek esprisiymiş gibi yapıyorlar ya da poff, bu en kötüsü, nasıl anlatayım ki? Schrödinger’in Kedisi’nin Alev Alatlı tarafından kitap ismi yapılması gibi mesela, öyle kötü bir şey. Anlamadan “cümle içinde kullanma” sevdası (bu tür terimleri / olguları cümle içinde kullanmak istiyorsanız şayet, bana başvuracaksınız, ben de size QM’den 5 soru soracağım, bu kadar basit)…

Örneğin bkz:

“If something as simple as a heavy bottom antiquark bound with a strange quark can reverse its identity three million times a second, how do we expect something as complex as the human mind to simply remain unchanged?”

ya da

“We assume that Dwayne Carter intends to get to China from Los Angeles by a direct and safe path. Now, he is aware of all the resources at your disposal: police dragnets and surveillance on family and friends.

I mean, you don’t need Karmarkar’s algorithm to see where this is going.

Ernst Strauss posited a roomful of mirrors and a man lighting a match.
(…)

Well, it was 40 years before George Tokarsky devised an answer: a 26-sided room.”

ama mesela öldürücü bitirici bir örnek için: (Abdülcanbaz’dan HAyatın Anlamı da Çıkabilir Netekim kategorisi altında saklanmak üzere)

Consider the game of chicken in which there are three nash equilibria. Each driver can choose to drive straight at the other consistent with a rational strategy and rationally crash.

So game theorists recognized this conundrum during the 1950s as we contemplated nuclear annihilation. Mathematical theory confirmed what we instinctively understood that the sane man often operates at a disadvantage.

So what am I illustrating?

I’m illustrating the ability of math to do more than define the parameters of our lives. It can illuminate the human condition.

And some day, perhaps, it will even define what lives deepest in our hearts.

offf offf. Dizi güzel bu arada, yani izlenebiliyor, tebessüm oluşturuyor bu bilimsel pek bir kompleks breh brehler de yanında… House’la bir ortak yanı daha: House’un yapımcısı Bryan Singer, bunun yapımcıları da Ridley ve Tony Scott, daha ne olsun! 8)

Bu da bizim ekip. Numb3rs takımından 15 kat daha karizmatik değilsek neyim! 8)

mat3rials

Mirror Mask
Mirror Mask, Neil Gaiman’ın yazdığı ama Gaiman’ın değil de, Dave McKean’in (Sandman kapakları ile Kara Kule – Wizard and the Glass’ın iç çizimleri) mührünü bastığı bir nevi David Bowie’li Labyrinth’in varyantı. Güzel seyirlik ama bir yandan da tipik Gaiman abuk subuk “çocuk kalmış hiç büyümemiş bir yazarım ben!” böğürtüleri.. yani bir şeyin ilginç olması demek bin tane şu ya da bu şekilde şu kadar ya da bu kadar şeyi art arda sıralamanın da ilginç olacağı anlamına gelmiyor pek yazık ki… Yani film değil de, adventure oyunu yapsalarmış, daha bir amaçlarına hizmet eder olacakmış gibi geliyor bana yoksa bir şüphen mi var? Filmde başrolü oynayan Stephanie Leonidas mıdır kimdir kendisi, o hanımı yakın takip listeme aldım. Güzel değil ama bir şeyleri var kendine çeken. Bu bağlamda Numb3rs’da da bir Ramanujan(!) var ki, o da aynı kategorinin insanı. Değişik şeyler bunlar, organize organze filan. Bu Mirrormask’ı Selma’ya izletmek gerek diye düşünüyorum, sanırım çok beğenir (resim yapan kızlar kardeşliği sisterhood).

Flogging Molly
Bu gruptan da -tıpkı az evvel kulaklarını çınlattığım MirrorMask gibi- Neslihan ve dünyalar iyisi yavuklusu Brian sayesinde haberim oldu. Alkole İrlandalı karıştırın (Atlı Süvari gibi oldu), alın size Floggin Molly süper gaza getiriyor insanı. Nefis bir şeyler. İrlandalı şansları daim olsun, çok sevdim ben bu çocukları..

Üç gün sonra karıma, kızıma kavuşuyorum hayırlısıyla, son 10 dakikadır manyak bir Spoonfull konser kaydı dinliyorum, (baktım şimdi daha da 6 dakikası var amma öttürmüş Clapton amcam yaw..), az evvel bera’dan süper bir haber aldım, daha ne ister deli gönül yahu!

Kalın sağlıcakla,
Sururi down and under
Sururi over and out–