Yağmur

Çok yağmur yağıyor dışarıda, bende de bir yorgunluk var. Perşembeydi sanırım, yoksa cuma mı, son sınav kağıtlarını okudum, duyurdum (bayramdan sonra finaller geliyor). İki makale ile uğraşıyorum bu aralar, güzel gidiyor; sonra Çankaya – Beytepe arası zaman yolculuklarım sırasında (12 parsec’den az) karşılaştığım süper (ve) sinefil arkadaşım Lale’nin tavsiyelediği filmleri seyrediyoruz, çoğunu çok beğeniyoruz (bu işlere 6 No’lu Kompartman ile başlamıştık, sonra Undine başta, Afire da nefisti, To be or not to be’nin orijinal versiyonuna (1942) bayıldım; zaten Lale ne söylese çıkıyor, öyle oluyor! 8) Başka? Dün ve bugün birtakım işler için çok sevgili Udaganlar‘la görüştük, sağolsunlar, yaşasın güzel insanların varlığı.

Salı günü bir yıldır beklediğim bir şey gerçekleşecek (329 gün imiş).

Hayat çok çabuk normale dönüyor ama öyle görünüyor sadece, herkes gidiyor. Yorgunum, uykum var, daha da bir sürü bir sürü şey.

Bloga yazmak istiyorum, işte artık bir yerden başlamak gerekiyordu, bu da böyle bir giriş girişi olsun artık.

Nishijima Katsuyuki (ben vaktiyle Japonya’dayken, sene 2008)

Neler getirir neler / insanın aklına / şu açan kiraz çiçeği (Başo)

Bir saat kadar evvel eve döndük. Yoldayken Can Yücel’in şu şiir olmayan şiiri geldi aklıma, onun olduğu eski girişi okudum. Sonra bir de Bilge Karasu’nun Usta Beni Öldürsen E! hikayesinin girizgâhı.

Borges’in denemelerinden “Coleridge’s Dream”i açtım, okurken Kubla Khan (Kubilay Han) şiirinin Porlock’dan gelen patavatsız tarafından nasıl da sekteye uğradığını hatırladım ama bir çizgi romandan, ama hangisinden? Sandman bariz adaydı, yakın zamanda okumuş olduğum The Unwritten’da (Carey) da olabilirdi ama ne ben ChatGPT bulamadık bir türlü. O esnada ChatGPT Sandman #73 “The Wake”te olabileceğini önerdi, onu okumaya başladım, sonra birkaç Sandman daha, oradan Calliope, Orpheus ve olayların anlatıldığı Sandman Special: The Song of Orpheus’a geçtim. Sonuçta bulamadık ama ben bir dolu şeyi okudum, bir dolu şeyi hatırladım.

Eve geldikten sonra Richard Curtis’in About Time’ında ilgili yerleri izledim, film bitti, Waterboys’un “How Long Will I Love You”sunun cover’ı (Ellie Goulding söylemiş) başladı jenerikte. O da aklıma bir başka Irish cover’ı getirdi bu sefer (çağrışım, çağrışımlar!). Ama ne şarkıyı, ne grubu hatırlamıyordum. ChatGPT ne kadar uğraştıysa da yine bulamadık. Cover’ı İrlandalıların metal flütünün domine ettiğini hatırlıyordum, adına baktım o aletin, “tin whistle” deniyormuş, oradan yürümeyi denedim ama yine olmadı. Sonra sonra yavaşça şarkı sahile vurup çekilen dalgalar misali ucundan ucundan, hayli de uğraşarak kendini ele verdi: Lick the Tins’in “Can’t Help Fallin’ in Love (with you)”su imiş meğerse:

Hiçbir şey değişmedi. Hâlâ aynı gerçeklikteyim.

Çıldırtmadı mı seni ilkyaz / çiçek açmamış öpücükleriyle? (Neruda)

Bu, Toto’dan Africa:

Bu da, Tears for Fears’dan Head Over Heels

Buraya kadar iyi, güzel, tamam, wundebach, love peace and harmony, very nice, very nice…

Peki o zaman ben niye -takribi- son iki aydır Natalie Dormer videoları izliyorum? (Haydi bunu da bil bakalım Abidin!..)

Neyse. Dünyada elbet daha güzel şeyler var.

Johnnie To – Throw Down (2004)

Kar Wai Wong’un acapella düşleri…

(aka I shall play you the song of my people*)

Akşam otururken dilime California Dreamin’ takıldı, ama Chungking Express’i peşinden sürükleyerek. El mahkûm, YouTube sağolsun, bulduk, oynattık.

Anneler ve Babalar – Kaliforniya’yı Düşleme’
Okumaya devam et “Kar Wai Wong’un acapella düşleri…”