Karacaoğlan

Bu aralar giderek daha aklıma yatıyor erkeklerin söylediği bütün şarkıların/türkülerin aşka dair olması gerektiği. Bizim evin karşısındaki ağaçlıkta bir kuş var, her sabah ötüyor da ötüyor, hiç karşılık almadı geldiğimizden bu yana geçen 2 ay boyunca. Erkeğin (disclaimer: heteroseksüel / kadınları etkileme – bence yönelimin yönü önemli (Çince’de kadın “女” (nü), erkek ise “男” (nan) karakterleri ile gösteriliyor (bkz. hem okunuş hem yazım!). Rönesansta olsun, başka zamanlarda olsun, kadın estetikliğiyle, arzu nesnesi olarak dominant şekilde giriyor eserlere) ama size uymuyorsa tabii ki siz nasıl dilerseniz öyle yorumlayın / ben doğayı baz alıyorum, erkek: tüylü/yeleli/kıllı/süslü tavuskuşu, dişiyi etkilemeye çalışan, öten, dans eden, dişinin kuyruk tüyleri uğruna kendisini maymuna çeviren cins, şimdi ben de Rowling gibi patlarmışım! 8) sanattaki tüm amacı bu olmalı, örneğin:

Kadehinde zehir olsa, ben içerim bana getir
Dudakların mühür olsa, ben açarım bana getir
Ağladığın geceleri, kalbindeki acıları
Çekinmeden bana getir, sen tükenme beni bitir

Aşk bağının gülü ol da, dikenini bana batır
Bakma canım yandığına, sorma benim halim nedir
Ağladığın geceleri, kalbindeki acıları
Çekinmeden bana getir, sen tükenme beni bitir

Hikmet Münir Ebcioğlu (Fecri Ebcioğlu’nun nesi oluyor acaba?)
Okumaya devam et “Karacaoğlan”

Bir berber(den) bir berbere…

Berber önemli bir iş. Öyle kafanızın estiğine gidemiyorsunuz, bir kere muhteşem hafızaları var bu meslek sahiplerinin, kendi müşterisi değilseniz hemen anlıyor, arada kendi berberinizi bırakıp da bir başka yerde kestirdiyseniz onu da biliyor, böyle değişik bir olay. Ve ben her gittiğim yerde bir berber sorunsalından geçiyorum ilkin. İstanbul’da yaşarken yıllar boyu (üniversite yıllarım) Ankara Esat’taki “Astronot Erkek Kuaförü”nde kestirdim saçlarımı. Ankara ziyaretlerimin arası da maksimum 2-3 ay olduğundan, çok da sorun olmuyordu berberimle evimin arası.

Okumaya devam et “Bir berber(den) bir berbere…”

Şanghay, Medium Place gibi… (‘kılçıklı’)

Mindy St. Claire

Burada bir buçuk ayımızı doldurduk, hatta eve yerleşmemizin üzerinden bile bir ay bir hafta geçmiş… Bu zamana kadar düzeni oturturduk diyorduk ama her şey hareket halinde, biraz daha bekleyelim bakalım. Şanghay’daki hayatın bendeki başlıca yansıması bu oldu: hiçbir şey beklediğiniz gibi gitmiyor, hatta Ece’nin sevgili arkadaşı Sude’nin deyişiyle “kılçıksız” olmuyor, olamıyor. Küçük dertler, öyle 100.000 kağıt kesiği de değil tabii ki, yok artık, daha neler, keyfimiz yerinde çok şükür ama A noktasından B noktasına gideyim dediğinizde, illâ beklenmedik bir faktör oluyor (hiçbir şey olmuyorsa dil faktörü var). Nergis Hanım haklı olarak “Çin’e geldik, burası Çin, en doğal şey her şeyin farklı olması” diyor. Haklı.

Okumaya devam et “Şanghay, Medium Place gibi… (‘kılçıklı’)”

Şanghay, Şanghay!…

Merhabalar, Şanghay’daki 4. haftamızdan ni hao!

Her şey yolunda çok şükür. 4 Eylül perşembe günü bizim için kritik bir gündü çünkü o gün konsolosluktan haber çıkmasa idi, vize işleri bir sonraki haftaya devredecekti, uzayacaktı, daralacaktı, sıkışacaktı (zaten 1 hafta rötarlı gidiyorduk). Perşembe öğleden sonra haber çıktı, cuma vizeli pasaportlarımızı ve pazar gününe uçak biletlerimizi aldık, pazartesi akşamı Şanghay’a indik.

İlk bir hafta otelde kaldık. Otel kampüsün içerisinde, kampüs çok güzel, yemyeşil, onun içerisinde de bir göl var. Örneğin şu resmimiz o gölün oradan (maşallah maşallah! 8):

Nergis Hanım’la göller kenarında, kampüsler içinde, Çinuçen diyarında bir gün… (maşallah! 🧿)
Okumaya devam et “Şanghay, Şanghay!…”