Geçen hafta çok sevdiğim bir hocama, hediye olarak Bilge Karasu’nun ilk kitabı olan "Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı"nı almıştım. Bilge Karasu’yu da çok severim; sohbet gibi yazdığındandır mıdır, o kadar kipatını okudum, hepsi uçup gitmiş. Hediye alışımı vesile sayıp, yıllardan sonra bir kez daha okumaya başladım. Dingin, acelesi olmayan, her kelimenin tadını çıkarırcasına, tek tek tartarcasına, neredeyse temkinli bir anlatış. Bezginlik de sezdim sanki bu okuyuşumda. Yeni bir başlangıcı anlatan bir hikayede bezginlik tabii ki olmalı. Sonlara doğru, yorucu gününün akşamında, Andronikos başını kumsalın taşlarına yorgunlukla dayar, gökyüzüne bakmaktadır:
Bu aralar halim (elini avucu aşağıya bakacak şekilde uzatır, sağa sola dalgalandırır, dudağını büker) "(m)eh işte", pek tadım yok. Üzerimde bir yılgınlık var, nicedir atamadığım. Geçen gün Bay T. (ki sanıyorum Bay OBM’nin de geçen günkü blog girdisinde bahsettiği kişi olmakta) Barış Bıçakçı’nın "Bizim Büyük Çaresizliğimiz"den alıntıladığı bir pasajla Ankara, nostalji ve yumurtacı üçgeninde yol alıyordu. Barış Bıçakçı’ya geçen seneydi sanırım, çok iyi niyetle ve heyecanla başlamak istedim, kütüphanede "Sinek Isırıklarının Müellifi" vardı, okumaya başladım, kendimi zorladım, zorladım, zorladım… olmadı. Kısmet nispet.
Bizim büyük çaresizliğimiz başlıkta aklıma geldi, kitapla aslında pek bir alakasız yok(tur herhalde) şimdi diyeceklerimin. Biz çocukken filmler iki şekilde biterdi: ya Arnold ya da bir başka kaslı arkadaş kötü adamın omuriliğini bedeninden ayırırdı, bu herkese ders olurdu, ya da daha şık, "entel" filmlerin sonunda filmin başından beri aralarındaki elektriklenmeye şahit olduğumuz kız ve oğlan, binbir kovalamacanın ardından herkesi kandıran kötü yöneticilerin asıl niyetlerini açıkladığı kayıtları bütün TV kanallarında yayınlamayı becerir, bu kötü, çıkarcı, bencil, hilekar, düzenbaz, şöyle, böyle adamların ipini pazara çıkarırdı. Dünyanın dört bir yanında halk ekranlar başında şok olmuş bir halde bunları izler ve film burada, bu zafer anında biterdi. Bize de bundan sonrasının mutlu, tozpembe günlerini düşlemek kalırdı.
Öyle olmuyormuş meğer, onu öğrendim. Gerçi daha evvelden de değinmiştim: modern zamanlar, post-modern algı, herkes haklı, herkes kahraman, herkesin haklı bir sebebi, bir açıklaması var sorsanız (benim bile! Yani başkalarına laf ederken bile, bunu bir eleştiri olarak değil de bir saptama olarak yapmaya çalışıyorum arka planda, karınca kararınca / hem ne demiş ennnn entelektüelimiz: "Teoride iyi bir insanım" (güzelonlu)). [Alakasız olacak ama söylemeden de geçemeyeceğim: ben bunları yazarken, arka planda "Badly Drawn Boy"un adının şimdi "bu ne be! yeter ama!" diyerek durdurmak üzere yöneldiğim müzik listemden gördüğüm üzere "Pissing in the Wind" olan şarkıları çalıyordu. Neden şarkı söyleyemeyen insanlar şarkılarını, söylemek değil ama, başkalarına da dinletmek ister?].
Haydi en kötüde olduğumuzu düşünelim artık. "Bundan kötüsü olamaz" diyelim, rahatlayalım, "demek buymuş…", bundan sonrası küçük varyantlar. Modern zamanlar.
—————————-
Andronikos gibi başımızı alıp gideceğimiz bir ada yok, ada olsa yeni başlangıçlar için yorulmuşuz artık, leylekler gitsinler, bırak.
Gene daldım, asıl diyeceğim şeyleri demeyi unuttum: Leylekleri severim ben, sanırım sevmeyen yoktur, bilmiyorum. Yapı Kredi Bankası’nın eskiden simgesi çatıya tünemiş leylekti yanlış hatırlamıyorsam — şimdi gittim baktım, mevcut logosu da leylekmiş hala — eğer öncesini biliyorsanız leyleği çıkarabilirsiniz. Galiba Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul-Ankara arası yolculuklarda bir ya da iki kez leyleği havada gördüm ama bilinçli olarak (nasıl bir anlam içinde kullanmaktaysam!) son görüşüm İspanya’nın Rioja bölgesindeki bir köy olan Sajazarra’ya (Emma’ların köyü idi, Nergis Hanım’ın
köy çeşmesinin musluğu ile ilgili yazdığı şu girdisinde de bahsi geçer) giderken aktarma yaptığımız kasabanın belediye binasının (/kilisesinin de olabilir) kulesinin tepesine yuva yapmışken idi — bir saniye beklerseniz gidip arşive bakayım fotoğrafını çekmiş miyim diye, hemen geliyorum… (ayak sesleri uzaklaşır, ileriden bir kapı açılma gıcırtısı duyulur…) Bulamadım, akşam eve gidince bakarım yeniden, olması lazım.
==== sonradan giriş ==== aç ==
Eve gelir gelmez eski klasörleri açtım, resimleri de çok uğraşmadan buldum (bu kolaylıkta Nergis Hanım’ın ilgili blogundan tarihi saptamış olmamın da büyük katkısı vardı, ama bundan sonrası için kendime ve tüm dünyaya not: Birilerine, bir yerlere fotoğraf göndereceğiniz zaman, adını tümüyle değiştirmeyin: Eğer fotoğrafın dosyasının adı "100_4545.JPG" ise ve bu "leylekler.JPG" olacaksa, öyle olmasın da, "leylekler_100_4545.JPG" olsun, sonrasında bulmak gerekirse büyük kolaylık sağlıyor…)
Birincisi resmin kendisi, ikincisi ilgili kısmın zoomlanmış hali; altına da google maps’ten Haro’daki o yeri saptayıp sokak görüntüsünü aparttım (Google Maps, bağlantı verse de, street view’a vermiyor, o yüzden siz de benim gibi görmek istiyorsanız sarı adamı "Estación de Autobuses de Haro"nun civarına bırakıp, sağa sola bakınmanız gerekiyor). Haro, Rioja bölgesinin başkenti (başkent dediysem tabii ki bölgesel anlamda – yoksa 10000 nüfusu var), Bilbao’dan oraya otobüsle gitmiştik, oradan da sevgili Sofia’nın annesi, Emma’nın anneannesi Adelina bizi arabayla alıp Sajazarra’ya götürmüştü… Ahh ah!.. Haro’ya bir kere de Manularla, hem de tam bağbozumunu takiben gidecektik…


Haro – Rioja bölgesinin başkenti. http://goo.gl/maps/ZHqHW
==== sonradan giriş ==== kapa ==
Şimdi böyle buruk, nostaljik gidiyorum diye Ahmet Haşim / "Gurabahane-i Laklakan" filan girmeyeceğim, merak etmeyin, ama leyleklerden hareketle balıkçıla (kingfisher) da değinmeden geçemeyeceğim. Delft’teki evceğizimizin (Oostsingel’daki) az ilerisindeki İnek Kapısı Köprüsü’nün (Koepoortbrug) orada yaşayan bir balıkçıl vardı (tam cinsi "büyük mavi balıkçıl" imiş – ayrıca ben onu İngilizce’de yıllar yıllar yıllardır "kingfisher" sanardım meğerse "great blue heron" imiş, kingfisher deseniz karnavaldan yeni çıkmışa benzer koca kafalı bir şey imiş!), ne kadar asil, ne kadar vakur bir yaratıktı o! (tyger! tyger!) onu hatırladım; dilimizde allı turna diye türkülere geçmiş uzun bacaklıların da "bildiğimiz" flamingolar olduklarını, seneler evvel sevgili Betül’e "frambuaz"la ilgili bir şey sorduğumu ve onun verdiği yanıta ek olarak "ama neden ahududu gibi güzel bir adı varken frambuaz diyorsun?" şeklinde bir soru sorup beni de bu güzelliğe uyandırdığını ve daha birtakım başka şeyleri de… Şair (Başo) ne de güzel demiş: "Neler getirir, neler / insanın aklına / şu açan kiraz çiçeği!" (aslı haiku ama ben ezberimden yazdım).