$izoSuru No:7 — ’82 part 1


$izoSuru #7 — ’82 part 1

  • The Proclaimers – I’m Gonna Be (500 miles) (1988)
  • The Vapors – Turning Japanese (1980)
  • Madonna – Open Your Heart (1986)
  • Phil Collins – You Can’t Hurry Love (1983)
  • Cyndi Lauper – Time After Time (1984)
  • Paul McCartney – New (2013)
  • Paul McCartney – Hope Of Deliverance (1992)
  • George Harrison – Got my mind set on you (1987)
  • Talk Talk – It’s My Life (1984)
  • Sandra Kim – J’aime La Vie (1986)
  • Erasure – Always (1994)
  • Black – Wonderful Life (1986)
  • Hunters and Collectors – Throw your arms around me (1984)
  • Baltimora – Tarzan boy (1985)
  • Falco – Vienna Calling (1986)
  • Talking Heads – Wild, Wild Life (1986)
  • The Manhattan Transfer – The Offbeat of Avenues (1991)
  • + Emre Sururi’den terennümler, bir şeyler, bir şeyler…

İndirmek için bu bağlantıyı takip ediniz / Please follow this link to proceed with download.

İçeriğe gelince, içerik yukarıda ama mikrofonun dandikliğinden alışageldiğiniz über süper sururi billur ses kalitesini(!) beklemeyiniz (ondan bile kötü olmuş olabilir aradaki anonslar, şarkılar copy/paste olduğundan onlarda sorun yok).

Podcast’te değindiğimi hatırladığım şeylere dair değinmek istediğim şeyler (Anastas mum satsan a! — bir ihtimal hatırlamaya çalışmakta olduğunuz terim: palindrom).

Dr. Who Cast & Proclaimers – I’m Gonna Be (500 miles)

Buna gelen yorumlardan biri (şimdi youtube’deki orijinali bulamadım, o yüzden bizzat kraliçe’nin (the kraliçe herself!) 22dakika.org’daki ilgili haberinden alıntılananı alıntılayacağım (bkz. "tutacakları tutmak"): Timothy Dalton’ın, "Bir zamanlar saygı duyulan bir aktördüm!" diye düşündüğü neredeyse duyuluyor! (Ayrıca 22dakika’daki resimde basitçe "Timothy, David & John" dense de, her biri bir… siz nasıl diyoğ, meister! (John Simms, Dr. Who’da bir zaman lordunu oynasa da, kalbimizdeki sarayını Life on Mars‘la kurmuş idi…)

Sandra Kim, J’aime La Vie 25 yıl önce, 25 yıl sonra (25 yıl — 1986+25=2011 imiş bu arada, 20 değil)

DAAS’ın "Throw your arms around me" cover’ı



Başka nelerden bahsetmiştim? Dinleyip hatırladıkça buraya eklerim…

San Fransisco sokakları…

Yarın sabahtan iki haftadır kalmakta olduğum Blas de Otero‘dan ayrılıp, kalan üç haftamı geçirmek üzere BBK Talent‘e yollanacağım (bağlantıları arşiv amaçlı olarak kendim için veriyorum bu arada 8). Daha önceki gelişlerimde Hotel Nervión‘da kalmıştım, bu sefer de oranın olmayışına en çok Ece üzüldü; gerek kahvaltıları, gerekse akşam yemekleri çok lezizdi – kahvaltıya yetişmek zor ama akşam yemeklerini yine orada yiyebiliriz, yeriz de herhalde.

Otellerle, konaklamalarla genelde pek özel bir ilişkim yok. Yine de, işte yarın gideceğim BBK Talent’in hemen yanında yer alan EHU/UPV’ye ait Unomuno yurdu/misafirhanesi, İspanya’daki ilk 17 günümü geçirdiğim yerdi. Şimdi on yıllar geçmiş gibi (gerçekte: 5). Nihayet İspanya’dan vizemi alıp, Hollanda’dan İspanya’ya varabilmiştim. Yalnızdım, bir aydır Bengü ile Ece’den ayrıydım, bir an önce ev bulmalıydım. Aralık başıydı, yakında Noel nedeniyle her yerin kapanacağını öğrenmiştim, dilini bilmediğim, üniversite dışında kimsenin İngilizce bilmediği bir yerde, pek çok zorlukla baş etmem gerekiyordu. Sağolsunlar, "yeni" arkadaşlar bütün içtenlikleriyle yardımıma koştular, beni hiçbir noktada yalnız bırakmadılar. 

Dünyanın en küçük kemanı çalmaya başladığından, bu gidişata dur dedim ey kâri!.. Boşver, sonuçta bol maceralı, ("acısıyla tatlısıyla" klişesini kullanacaktım ki, bir anda farkına varıp kendimi tuttum 8) 3 süper yıl geçirdik, şimdi de hasret gideriyoruz, özeti bu.

Eşyalar, yenileriyle birlikte bavula sığacak gibi görünüyor. Yarın buradan metro, hop Sarriko, yeni hotel.

Başlığa bakınca hatırladım, esas San Fransisco Sokağı’nı yazacaktım: şu andaki misafirhanene bu "infamous" sokağın girişinde yer alıyor; sokak bizim Beyoğlu’nun arka sokakları gibi – burada yaşadığım 3 sene boyunca çok adını duymuş olsam da, hiç yolum düşmemişti (halbuki şehir meydanına iki adım ötede / hoş zaten Bilbao’da her yer şehir meydanına iki adım ötede). Ağırlıklı olarak göçmenler oturuyor, onların arasında da ağırlıklı olarak Afrikalılar ve Araplar var. Geçen gün limon almak için köşedeki bakkala girdiğimde, 3 sene boyunca hiçbir yerde bulamadığım kiloluk yoğurtları vitrinde gördüm de, 6’lı küçük pakette (Türkiye’deki danonino paketleri gibi) alıp da bir kaba "kırdığımız" ufak yoğurtları hatırlayıp, geçen yıllara yandım! Hele bir de evvelsi gün Carrefour’da bir sebzenin peşine düşmüşken, bir baktım şeffaf plastik bir kutunun içerisinde can erikler bana bakıyor! Değilmişler neyse ki, meğerse iri bir cins üzümmüş; zaten erik olsalardı Türkiye’ye… neyse, bu kısmı da burada bitirelim.

Yurtdışındayken kendime puro ve coca-cola light içme hakkı tanıyorum, puroda tercihim Vegafina’nın corona’ları idi ama bir gıdım fazla (/uzun) geliyordu, neyse ki geçen gün perla’larını keşfettim, boyum uzadı. 8)

Her şey eskisi gibi, insanlar değişmiş (akademik(doktoral/post-doktoral) hayatın da kötü yanı bu: insanlar bir yerden başka bir yere gitmeye mecburlar, çoğu zaman da gelecek sene nerede olacağını bilmeden. (çıktı gene küçük keman).

Bari yatayım ben artık, yarın çok iş olabilir.

…demiştim ki, bir şeyi daha söylemeyi unuttuğumu fark ettim (uyku da epey bastırdı ama son bir beş dakika daha): Bilbao, sıcak fakat çok yağışlı bir yer. Bize Londra’dan daha çok yağmur aldığını söylemişlerdi de "haydi canım!" demiştik, geçen gün kontrol ettim, hakikaten doğru söylemişler (Bilbao vs. Londra). Olur a, böyle bir ortamda insanların nasıl çamaşır kuruttuklarını merak edebilirsiniz diye buradaki çok tipik bir sistemin geçen gün resmini çektim:

bu da benim doğumgünü resmim (arka planda Tanju Okan’dan "Benim en iyi dostum coca-cola lightım, vegafina purom…" başlar)

(Blas de Otero’nun bahçesi)

İyi geceler (bu sefer gerçekten uyumaya gidiyorum).

Shakespeare, Picasso, Jeff Koons

Geçen gün (evvelsi), çok boş vaktim vardı, ben de nihayet sevdiğimiz bir ağabeyimiz olan Joss Whedon’ın tayfasıyla çektiği Shakespeare "uyarlaması" Much Ado About Nothing‘i izleyebildim. Tıpkı -bir ihtimal adını yanlış yazmakta olduğum fakat bunun da pek umurumda olmadığı- Baz Luhrmann’ın Romeo+Juliet‘i (bağlantıyı vermek üzere ilgili wikipedia sayfasına gittiğimde doğru yazmış olduğumu görüp şaşırdım bu arada) gibi, orijinal diyaloglar ve modern zaman ustalıkla birleştirilmiş, hatta bu ikisinin kesişmesinden doğan birkaç keyifli ilginçlik de monte edilmiş.

Shakespeare, Shakespeare, işte biliyoruz, Romeo ve Juliet, Hamlet, Macbeth falan filan, illa ki bir ya da birkaç oyununu izlemişliğimiz, koleje gittiysek iki-üç sonesini oku(tul)muşluğumuz vardır, atla deve değil yani. Halbuki öyle!

Bundan epey yıllar önce (yine de ODTÜ’deyken, o kadar da eski değil hani), kütüphaneden A Midsummer Night’s Dream’i (Sandman’in ilgili fasikülünden heveslenmiş olmalıyım) almıştım; epey de güzel bir edizhun’du (don edizyon), bir sayfada orijinali, yan sayfasında da günümüz İngilizce meali yer alıyordu: bir oraya bir buraya baka baka ve çoğu yerde "seslice gülerek" keyifle okumuştum. Ve çok şaşırmıştım. Bu kadar ciddi adamın "Şekspir efendim, bir hayattt!" nidalarıyla yere göre sığdıramadığı bu adam hayli mütevazi şekilde, hakikaten de müthiş kelime oyunları ve hani neredeyse avamsal (şimdi şuradaki arkadaşımızdan rica etsem ayağa kalkıp "e tabii, zira Shakespeare kumpanyasıyla sadece saraylarda değil, kasabalarda da oyunlarını sergiledi, halka hitap etmesi çok normal" diyebilir mi? Teşekkür ederim, biz bilmiyorduk sanki! 8P) laf sokmalarıyla beni hem şaşırtmış hem de epey takdirimi toplamıştı.

Much ado about nothing’in Kenneth Brannagh, Emma Thompson, Keanu Reeves ve Denzel Washington’lı (evet, Denzel Washington yazdım, bir şey mi diyecektin birader?), ah bir de Claudio’yu Ölü Ozanlar Derneği ve House’un Wilson’ı oynuyor, işte o versiyonunu izlemiştim yıllar önce, onu da çok iyi olarak hatırlıyorum ama bu daha bir yakın geldi bana (Buffy, Angel, Firefly kadrosu desem? – Benedickt’i de Alyson Hannigan’ın gerçek hayattaki kocası oynuyor imiş, Angel kadrosundan, görseniz tanırsınız. Düşes’le şaşırdık, maşallah dedik bir de.).

Sonuç itibarıyla: Shakespeare’i takdir edip kanımca anlayabiliyorum, zevk alabiliyorum, kafa bir ağabeyimiz imiş.

Gelelim diğer arkadaşlara: şimdi biliyorsunuz, sanat dünyamız, epey göreli bir dünya, kral çıplak vakaları sürekli karşımıza çıkıyor — hele de resimde: ya nasıl bir sanat dalıdır ki bu, bir şeyin orijinal olması milyor dolarlar fark ettirir, sen beğendin mi? E daha ne? Onu Picasso yapmışsa "olala!", pikaçu yapmışsa "aaaa!" Bu olaya karşıyım. Ha, Picasso’yu çok mu anlıyorum, hayır, hiç anlamıyorum, ama resimden anladığına inandığım insanlar "ow, Picasso!" deyince, ben de "vardır bir bildikleri" diyorum. Edebiyatta da böyle değil mi? Benim zevk aldığım bir dolu adamı bir başkası (diyelim ki şu arkadaş) okusa, bir şey anlamasa haksız mı? Belki on bin gönderme, ince tesbih (tezbik) filan var, anlamayabilir, bak ben de Picasso’yu anlamıyorum. Ama sokakta bulunan bir tabloyu kimin yaptığını bilmeden değerlendiremiyorsan, o zaman pardon arkadaş (şiirlerde de var bu, haaaaa, soyut oluşundan dolayı yoruma açık, o yüzden kimin yaptığı önemli — bak bunu ben de söylerdim, eylemlerin yanında kimin yaptığı, niyeti de önemli, o muydu yani… tamam o zaman…)

Ama yine de Jeff Koons (ve yanına da şu öbür zibidiyi koyalım, adını hep unuttuğum Daniel miydi, şu mücevherli kurukafa, kesik koyun/köpek balığı Hearst müydü — bakıyorum, bir saniye… evet, ikisi de imiş: Damien Hirst (bugün formumdayım)) yahu! Puppy’si ne güzel ama bir yere kadar. Buradan bir kere daha "sanatçılar ölümlerinden önce ünlü olmamalı, değerleri bilinmemeli savımı yinelemek isterim – çok isteyen yapsın, bir depoya koysun, ölünce bakarız, gerekirse överiz.

Bana ne!

Hamiş: Yazı, ahkamlarım, karalamalarım giderek vaktiyle çevirdiğim bir muhabbete dönüşegeldiğinden ötürü yayınımıza burada ara veriyoruz, iyi geceler sevgilerler emrelerler…

Hamiş #2: Neredeyse unutuyordum! Filmi seyredecek olursanız mutlaka şu (http://nfs.sparknotes.com/muchado/) siteden faydalanmanızı tavsiye ederim, yoksa özellikle de Dogberry’nin (Nathan Fillion bütün bönlüğüyle şaheser yorumluyor) enfes muhabbetlerini kaçırabilirsiniz! But masters, remember that I am an ass, though it be not written down, yet forget not that I am an ass… | Benedick’in Margaret’ten sone için yardım istediği sahnede de meğerse bel altı muhabbet gırla gidiyormuş, o kısmı da gözden geçirin izlerseniz.

Hamiş #3: Birmingham’dan sevgili YM yazmış: "Ben bütün Shakespearleri okuyup, izledim, şimdi ne yapmalıyım?" diye soruyor, ki cevabı çok basit efendim: Rosencratz & Guldenstern are Dead (çok entelseniz, kipatını da okuyun, biz filmini görüp beğendik. Tarlakuşuydu Jülyet mi, hayır.)

İlhan İrem’le kalın.. (ben yatıyorum)

Şarkılar seni söyler, dillerde nağme adın…

Pazartesi günü (6 gün önce), aklıma bir şarkı takıldı, ama ne takılmak! Shazaam, şu ıslıkla, mırıldanarak şarkıyı bulmaya çalıştığınız bütün programlar/siteler de hak getire. Sözleri biraz biraz hatırlıyordum — hiç hatırlamasam daha iyi olacakmış ya! Google’da saatler geçti ("all ever I wanted, all the things I ever needed, it was you…" falan filan ve hayır sevgili Prof. Google, Depeche Mode – It’s understood değil, rica ederim, o kadarını ben de biliyorum). Bengü’ye sordum, bilemediler, bulutlara yalvardım söylemediler, böyle iki gün geçti…

Sonra nasıl oldu, tam olarak hatırlayamıyorum şimdi (bilinçaltımdan gelen yardımları da yadsıyamam şimdi), kafamdaki vokalden yola çıkarak, Heart, Bonnie Tyler, onlara da uğradım, "Best of…"larını birer birer dinledim. "Kansas" diyordu bilinçaltım, ya da öyle bir şey ama vokal uymuyordu, neyse işte bir anda Kansas değil de Texas (İspanyolca’da buradaki, Mexico’daki ve Don Quixote’deki ‘x’ eski okunuşu olan "h" ile söyleniyor bu arada) yazdım ve voila: Texas – I’ll see it through. Youtube’den açtım, karşıma Jean Reno çıktı ama sanki vokalistle photoshop’ın video karşılığı ne ise işte onunla "montajlanmıştı", değilmiş, hakikaten Jean Reno oynamış klipte, filmlerinden apartma değil imiş (ayrıca Jean Reno da gerçekte Fransız değil, Franco döneminde İspanya’dan Fas’a kaçmış İspanyol bir ana-babanın Juan Moreno y Herrera-Jiménez adındaki evlatlarıymış – insan belli bir şey aramadan bir şeyler aradığında ne çok şey buluyor (bu da meşrebimizde güzel bir film olan Zero Effect‘in bize öğrettiği bir olgudur, bu arada). Şarkı öyle çok büyük bir hit olmamış, benim bilişim de ailemizin yılbaşı filmi olan Love Actually’den imiş (ve Liam Neeson’ın eşi hakikaten de vefat etmiş 2009’da (Love Actually’nin yılı 2003) / geçenlerde arkadaşlara "ya bu adam niye böyle bir anda asan kesen boyun kıran saçma sapan film oyuncusu oldu?" diye dert yanıyordum da, onlar söylediler "karısı öldükten sonra ancak böyle başa çıkabiliyor sanırız" diye, oradan öğrendim).

Neyse, ne diyordum, ben bu şarkıyı ("I’ll see it through") arayadorarkene, aklıma çok da lazımmış gibi bir başka şarkı takıldı ama o kolay gibiydi çünkü gerek ritm, gerekse kafamdaki vokal favori grubum bariz şekilde Lucky Soul’u işaret ediyordu. Zaten hepi topu iki albümleri olduğu, hem de dinlemeyi sevdiğim için baştan sona tadını çıkardım ama yoktu işte aradığım şarkı. Sonra, "yoksa…" diyerek bir de the Cardigans’a danışayım dedim ve ikinci amiral gemimi de bu sayede vurabildim (The Cardigans – Godspell / "you can hear it in the beat they march to / you can feel the earth shake when they start to dance / you can tell by the way they move you / its not murder its an act of faith baby" kısmı).

E ben daha ne isteyeyim? Hallelujah! (tam da bu noktada Jake geriye doğru parendeler atmaya başlar)


Dizi dizi inciyim..(bu başlığı vaktiyle kullanmamış mıydım?)

Evet kullanmışım, 8 sene önce. Filmlerle aramız bozuk (geçen gün "Albino Noi" ve "Voksne Mennesker"in yönetmeni Dagur Kari’nin "The Good Heart"ını izledik, o güzeldi bak) ama dizi derseniz, ohoooo memur bey.

Çoktandır böyle derli toplu bir dizisi yazmamıştım ama sevgili kraliçemin son posket‘ini de seyredince, iyice motive oldum. Oradan öğrendim ki, Community ile Growing Up Fisher iptal olmuş: Growing Up Fisher, acemiliklerine karşın, dengeli bir diziydi, birkaç damla yaş düştü, çok ağlamadık; Community, evvelden hastası olduğumuz bir diziydi, ama muhterem therapy? elemanlarının da dediği gibi "there’s nothing darker than love that’s gone sour" (Bowels of Love). Futuruma’da da, Arrested Development’da da böyle olmadı mı! Yıllardır (yakında 15. zafer senesine gireceğiz, bu vesileyle) söyledim, söylüyorum, söylerim: giden sevgililer asla ve de asla ve asla geri dönmemelidirler, "giden sevgili" oldukları gerçeğini o güzelim gözlerinden, güzelim endamlarından ve güzelim her şeylerinden asla çıkarmamalıdırlar. İki taraf için de üzücü oluyor öbür türlüsü.

Parks and Recreation (ki gönlümüzde tahtı vardır) seneye veda edecekmiş, zaten sezon finalinin son 5 dakikasında epey uçtular, vedaları muhteşem olacaktır, eminim. Psych da veda sezonuyla ilerliyor, onunla da tadında ayrılacağız. Castle da bitebilir artık, halen izlemekte olsak da yokluğunu çekmeyecek bir noktaya geldik. Bu kulvarda (Psych, Castle, etc..) ele alageldiğimiz bir diğer dizi olan Person of Interest büyük plot’a kilitlendiğinden beridir, tadından azaldı, olsun. Sherlock’u ilk sezondan sonra bırakmıştım, ocak ayında THY’de yer bulamadığımdan Lufthansa ile uçunca gidiş-gelişlerdeki 5 ve 7 saat Münih aktarmalarında 2. ve 3. sezonları aradan çıkarmış idim (hele de 3’ün ilk bölümü!), şimdi Bengü’yle çok ama çooooook zamanımız olduğunda izliyoruz. Bir ara da Lucy Liu’lu Elemental’a başlamıştık, gittik birkaç bölüm ama orada kaldı (kötü olduğundan değil de uzun olduğundan, bir de nerede coşku kardeşim? Lucy Liu’ya sakinlik hiç yaramıyor (Manavım ben manaaaaav!)).

Geride bıraktığımız dizileri buraya alalım, sahnenin önünde toplanıp "Samanyolu"nu söyleyelim, el ele tutuşalım (geçenlerde favori gruplarımdan Mecano’nun (80’ler İspanyasının 80’ler Türkiyesinin Sezen Aksu’su gibiymişler) 2000’lerde bir TV programında bir araya gelişinin görüntülerini izledim, üzüldüm de üzüldüm (ABBA neden bir araya gelmiyor? Çünkü akıllılar, İsveçli onlar!)): Threesome, Dirk Gently, Breaking In…  Threesome‘ı hala arıyoruz, bambaşka bir şeydi o. Bir karakterini Sherlock’un "The Dog of the Baskerville" bölümünde, bir diğerini Moone Boy’da yeni resim öğretmeni olarak gördük de, hasretimiz depreşti, ne deli komşumuzdun sen Fahriye Abla!.. Dirk Gently’nin devamı gelir belki – Stephan Mangan elindeki on bin karpuzun bir kısmını (biz Episodes kalsın deriz, düşes Jeeves & Wooster’ı tutmak ister, Mangan’ın da işi zor şimdi Allah için…) yere koyarsa (şimdi baktım Wiki’ye, "ncık" imiş, yok yani devamı filan).. Geçen Veep’i seyrederken tanıdık bir oyuncu çıktı da, nereden, nereden, aradık bulduk: Dirk Gently’deki ciddi, vakur sidekick değil miymiş meğer! (Darren Boyd) Veep de güzel gidiyor, Web Therapy’yi severek izlerken bırakmıştık artık oradaki "kötülüklere" dayanamayarak, aynı gerilim -farklı bağlamda olsa da- Veep’de de bolca var (Bengü cumhurbaşkanlığına adaylığını koymayı düşünüyordu nicedir, çok şükür bu dizi onu bu fikrinden vazgeçirdi 8P). Breaking In, Sui’ciğimin bana tavsiyesi idi, bayıla bayıla izledik, gidişine de, hem de öyle zamansız gidişine yandık, yanarız (hele de ikinci sezonda Megan Mullally kadroya eklenince daha da süper olmuştu!).

Kışın açıkta kalmamak için (aslında diziler söz konusu olunca yazın demek daha doğru oluyor), arada depreşir, dizi avına çıkarız. Geçen haftalardan birinde Bengü’yle Breaking In’in rasgele açtığımız bir bölümünü seyrederken (bu aralar bir de Pushing Daisies’i yeniden seyretmeye başladık, ah bütün o witty kelime oyunları! / siz "puns" diye okuyuverin), dizide iki kere görünen, esas oğlana lisedeyken aşık olup, şimdi aynı okulda müzik(?) öğretmeni olan kızcağızın ne kadar da sağlam bir minör (do) karakter olduğunu takdir etmiştim ki, işte, ne diyordum, hah, arada, kışı geçirmek için dizi falan, işte onları cevizlerin yanına koyarız, bir yandan cevizleri yerken (sincap!) bir yandan da dizi izleriz (sincap!), dizi avına çıktım: Ground Floor, Jennifer Falls, Uncle, Dag, Sirens, Neighbors.

Ground Floor, Scrubs’ın amcası Bill Lawrence’ın son projesi, Scrubs’dan sevgili John C. McGinley (Dr. Cox) burada abartılı bir oyunculuk sergiliyor (Scrubs’dan o gelince, belki Christa Miller (Scrubs’da Jordan, gerçek hayatta Mrs. Bill Lawrence) da gelir diye boşuna umutlandık), asıl oğlan da fena halde Bizimkiler’in Ali’sine (Atılay Uluışık) benziyor (halbuki bu rolü hazır HIMYM da bitmişken Josh Radnor’a vermeliydiler (Ted Mosby) [peki ya gönlümüzün sultanı Greta Gerwig‘in HIMYF‘da oynamasına ne diyoruz? Oyyy oyy oy!..] nokta / Jennifer Falls da My Name is Earl ve çoktandır selamı sabahı kestiğimiz, bu sene de bu diyarlardan taşınacaklarının haberini aldığımız (sağolsun kraliçem bir kez daha) Raising Hope‘u yapan amcanın olmalı, ne diyordum, ne diyordum, evet, işte onu denemek için açtığımızda hızlı hoşbeş’ten sonra bir anda karşımıza satırlar satırlar önce bahsettiğim Breaking In‘deki minör, tatlı, kocaman, sevimli kızcağız kötü kadın rolüyle çıkmadı mı! Hem de bu olay bizim Breaking In‘i seyredip de kendisini andığımız günün hemen ertesi akşamı olmadı mı! Yaaa, ürktüm telopotik güçlerimizden, ben önceden sevmişliğim olduğumdan da Jennifer’dan (Joyce) çok onu haklı buldum. Bir de Missi Pyle niye/nasıl hiç yaşlanmıyor? Uncle, bu senenin açık ara muhteşem girişi oldu, çok tavsiye ederim, Daisy Haggard da oynuyor, daha ne olsun? (onunla daha evvelden birkaç bölüm izleyip vazgeçtiğimiz meh bir komedi olan Parents‘da da karşılamıştık; dizinin en komik şeyiydi diyebilirim – bu arada bağlantı vermek için gittiğim wiki’de birinci sezonunun ardından iptal edilmiş olduğunu öğrendim, İngiliz sezonu dediğin zaten epitopu 6 bölüm olduğundan, belki de yarıda bırakmamışızdır ama kim takar..) Uncle yani, izleyin mutlaka, şarkılı türkülü, kötü mizah, altın kalp. Dag bizi hiç açmayan bir Norveç komedisi idi, denedik, hemen bıraktık, Norveç komedisi diye bir şey olmadığını ayırdsadık (ayırdsamak?). Sirens’i de AV Club çok övmüştü, açtık baktık, Scrubs’ın son (+1) sezonunda asıl oğlan, Castle’ın da Nemesis’i olan oğlan oynuyor, iki üç sene kalırsa toparlanır zannederim. Neighbors, konusu itibarıyla (insan kılığındaki uzaylılarla komşu olan bir Amerikan ailesinin başından geçen, güldürürken düşündüren, farklılıkların değerini ve uyum içinde yaşamayı anlatan….) pek vasat olmasını beklediğimiz bir diziydi ama süper bir dizi olmamakla birlikte, boş geçtikleri bölümleri de yok (şimdilik, geriden takip ediyoruz – Dick Butkins’in Halloween’de yaptığı anne/baba taklidi mesela, öte anlarındandı).

Happy Endings de sonlanmış; o da dizi arayışında, elde dizi kalmayınca cevizlerin yanında birkaç tane çıtlattığımız meh dizilerdendi.

Gelelim yılın dizisine: Brooklyn Nine Nine. Parks and Rec tadında, misler gibi bir dizi, ailecek hastasıyız, karnımıza ağrı giriyor her bölümden sonra: hem entelektüel, hem -siz nasıl diyor?- "avam". 8) Heyecanla bekliyoruz yeniden başlayacağı günleri (28 Eylül / yaşama sebebi 8P).

Yılın dizi bölümü:
Moone Boy: Babaların dayanışma yaptıkları bölüm

Ne çok yazdım, bu kadar yeter!

demiştim ki, kraliçe’nin posket‘inden not aldığım denenecek dizileri hatırladım: Crossbones, Hannibal, Reign.

Ha, bir de Louie’yi bıraktık nicedir, borç isterse bizim adımıza filan vermeyin sakın, ilişkimiz yoktur.

(Şimdi fark ettim ki hiç resim koymamışım, Kraliçemin resmini koyayım, değil mi ki kalplerin yanında, dizilerin de kraliçesi a!)


(Breaking Bad’i hiç seyretmedik, 22dakika’yı ilgili yerlerden takip etmedik;
o yüzden birisi bana "Özür dilerim merbabu" ne demek, açıklayabilir mi?)
— sonradan not: e, açıklamış ya Dee zaten yorumlarda!
8P oku adam oku! (Kraliçe zaten benim aklımı okumuş 8)