arkadaşlar iyidir

Bugün sabahtan Ulaş’tan (Robin) bir mesaj aldım, hoşuma gideceğini düşündüğü bir sayfayı tavsiyelemiş sağolsun, arkadaşlar iyidir, hoşuma da gitti epeyce, ben de Bahar’a ileteyim dedim (arkadaşlar iyidir) (Cemal Süreya’nın böyle bir şiiri vardı, "elden ele" filan diye… baksam mı, bilemedim şimdi (baksam mı, bakmasam mı, onu bilemedim), bakayım bari… baktım, iyi ki de bakmışım, zira ne Cemal Süreya’sı (yahu!), koskoca Edip Cansever, "Yerçekimli Karanfil",  canımın içi Neslihan göndermiş vaktiyle epigraf’a hem de (arkadaşlar iyidir), yaşlanıyorum büsbütün, iyice…

Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.



diyeceğim o değildi de, şuydu aslında, Ulaş’ın ilettiği sayfaydı, tangolar kendisiymiş, her yer sonsuz bir pist gibiymiş (ezberden yazdım, karıştırmışımdır kesin şimdi bunu da, neyse, buna bakmayacağım). Kitaplar ve yemekler üzerine bir çalışma: meşhur kitaplarda geçen yemek üzerine pasajları bir arkadaş üşenmemiş (niye üşensin ki hem, ne kadar zevkli olmuştur hazırlaması da, sonrasında yemesi de!), ben de bir başka güzelleme yapayım, bunu test gibi sunayım istedim, uğraşmak lazım, yazılar üstlerine monte zannettim, şimdi gittim baktım değilmiş, copy/paste işimizi görüyormuş ama samimi söylüyorum, monte olsalardı bile ben onları tek tek işleyip çıkaracaktım, neyse neyse.

Önce eserleri listeleyeceğim, siz onları yemeklerle eşleştirmeye çalışın, isterseniz kopya çekin, isterseniz kendinizi sınayın, nasıl biliyorsanız öyle yapın (o da sizi öyle yapsın). (kağıt-kaleme ihtiyacınız olabilir, 1-a, 2-b, vs.. / Ece bugün ödev cevaplarında "vb." kullandı, çok şaşırdım: bize yasaktı "vs.", "vb.", vs. kullanmak)

Eserler:
1. Oliver Twist — Charles Dickens, 1837
2. Moby-Dick — Herman Melville, 1851
3. Alice’s Adventures in Wonderland — Lewis Carroll, 1865
4. Heidi — Joanna Spyri, 1880
5. The Secret Garden — Frances Hodgson Burnett, 1910-1911
6. Swann’s Way — Marcel Proust, 1913
7. The Metamorphosis — Franz Kafka, 1915
8. The Great Gatsby — F. Scott Fitzgerald, 1925
9. The Catcher in the Rye — J.D. Salinger, 1951
10. On the Road — Jack Kerouac, 1957
11. To Kill a Mockingbird — Harper Lee, 1960
12. Chicken Soup with Rice — Maurice Sendak, 1962
13. The Bell Jar — Sylvia Plath, 1963
14. Fear and Loathing in Las Vegas — Hunter S. Thompson, 1971
15. A Confederacy of Dunces — John Kennedy Toole, 1980
16. The Girl with the Dragon Tattoo — Stieg Larsson, 2005

Resimler:
a.

b.


c.


d.

e.

f.

g.

h.

i.

j.

k.

l.

m.

n.

o.

p.

Cevap anahtarınız, halihazırda kaynağın da ta kendisi:
Fictitious Dishes: Elegant and Imaginative Photographs of Meals from Famous Literature / Maria Popova
(aslında o sayfa da Dinah Fried’ın (soyadına dikkatiniz çekilmiştir zaten, bir de bugün -birazdan anlatacağım- "Beverly Sills" ile müşerref olduk) "Fictitious Dishes" kitabı tanıtılıp, alıntılar o kitaptan yapılmakta).

Gelelim (geçelim) hasbıhalimize: Bugünlerde Düşes’in kitaplığından (arkadaşlar iyidir) çıkardığım A.S. Byatt’ın "Possession"ını okumaktayım, fena değil diyelim, nazar değmesin. Bunun filmi olduğunu biliyordum da, Meg Ryan oynadı sanıyordum, meğerse onun oynadığı film "In the Cut" imiş; "bunu" oynayan kişi ise Gwyneth Palthrow’muş ki, şimdi yiğidi öldür, hakkını yeme, yakışmıştır da Maud rolüne. "Bunu bitirince Breakfast of the Champions’u okuyayım" diye düşündüm az evvel listeyi yaparken de, şimdi jeton düştü çağrışımlardan… BoC’ı ve Kurt Vonnegut Jr. Efendi’yi Sui sever (arkadaşlar iyidir). Neyse, onu (şunu) diyecektim, laf uzadıkça uzuyor: geçen hafta nihayet yıllardan beridir peşinde koştuğum Karajan/Zafirelli/Mirella Freni (bu adı çok yazmam, ama yazınca da aklıma illa ki "aşkımın şiddetinden koptu gönlün freni / Doktor beni sanıyor hala şizofreni" mısraları gelir — böyle kalıpta kullanınca da dünyanın en cool adamı reklamına döndü ortalık), neyse neyse, ne diyorduk, işte yıllardır peşinde koştuğum Karajan/Zafirelli/Mirella Freni’li "La Boheme" kaydını/filmini istediğim zaman izleyebileceğim bir formatta (DVD) edinebildim nihayet! Açıklayayım: Biz gençken (1996?) sevgili Hande beni AkSanat’ta lazerdiskten opera gösterimlerine götürürdü (arkadaşlar iyidir), ben operayı onun sayesinde tanıyıp sevdim. Aralarda da yine AkSanat’ta, bu sefer müzik kütüphanesinde CD’den dinlerdim yapıtları. Boheme de ilk seyrettiğim operalardandı, kalbimde çok, çok özel bir yeri vardır. Mezuniyet tarihimden biliyorum, 2000 yılında bunun o zamanlar (nereden?) VHS kaydını getirttirmiştim (DVD yok muydu? bunun DVD’si yoktu en azından), o kaset aylarca öyle durdu (niyetim VHS’den CD’ye (avseq01.dat) çevirttirmekti, o zamanlar (ve hala)fotoğrafçılar bu işi yapmakta), sonra bir gün Sui sağolsun (arkadaşlar iyidir), dedi ki "bende gerekli alet edavat var, ben çevirivereyim…", kısmet değilmiş, olmadı, ama işte nihayetinde ben geçen hafta hem de idefix’ten temin ettim bu cânım performansı… (ha yine anahtar aradıkları sahnede ve sonunda kötü oldum mu, oldum, orası ayrı)…

Ece de operayla ilgileniyor, iki sene evvel Belçika’da Barış’ta Sezen sağolsun Sihirli Flüt’ü getirmişti yanında onun için, sonrasında oturup bir güzel çevirmiştik Ece’ye satır satır. İşte geçenlerde Hande ile konuşuyorduk, Ece’ye hangi komik operayı izlettirsem acaba diye de, bugün onun aklına Danny Kaye’in nefis kayıtları geldi (TRT’den apartıldığı için Türkçe altyazılı bonus olarak!) (ayrıca, Sevil Berberi’nde karar kıldık). Orada var işte Beverly Sills (Dharles Chickens’ın "A Sale of Two T…" gibi oluyor). Bu satırları yazarken Pink Floyd dinliyorum ama (The Division Bell, a bak onda da "Great Expectations" değil ama "High Hopes" vardır, çağrışım çağrışım üstüne).

Neyse görüşürüz yine, şimdilik hoşçakal! ("Arkadaşlar iyidir" deyip durdum, alın bu da "punchline"ı olsun bu girişin bakalım:


)

Amaya Belen

[Turgut Uyar, Carl Gustav Jung, Enis Batur, Lale Müldür, Ursula K. LeGuin ve A.S. Byatt için]

28/9/2010

Adam bir gün yürürken yerde kısa –bir parmak kalınlığında ve uzunluğunda bir dal parçası buldu. "Bundan sonra bunu çiğneyeceğim." dedi kendi kendine, ağzındaki puroyu attı, katranını tükürdü, ağzının kenarında artık o dal parçası, yürümeye devam etti. Otları, taşları, kayaları tepeleri ezdi, bir mağaranın önüne geldi. Mağarada ak sakallı, yaşlı bir adamla bir kadını gördü. Kadın adamın kızıydı ve kördü. Yaşlı adamın da gözleri pek iyi görmüyordu. Onu görmediler. Mağaranın önünde durup, uzun süre onları seyretti.

Kadın sonra adamın olduğu tarafa döndü ve ona seslendi ve dedi ki: Burası ölüler ülkesi ve bizler ölüyüz. Benim adım Belen, benim adım Amaya ve benimle kal, seni hep severim, bizimle kal. Adamı içeri, mağaranın içindeki evlerine buyur ettiler, onu masada oturttular meyvelerden yemek verdiler. Amaya elini uzatıp adamın omzuna koydu. Görmese de ona dönüp dedi ki: sen benim beklediğim değilsin ama ben seni sevdim. Kısmetim değildin ama kısmetin sen oldun.

Evlendiler o gece. Adam o evde 3 ay kaldı, kış geçti.

Bahar gelince Amaya ona dedi ki "uyan artık, gitme zamanın geldi". Ona çam dikenciklerinden bir kolye verdi. Bunu tak ve canınla birlikte beni hatırla. Kış gelince sen de gel.

Adam hatırlayamadı kendini, gidemedi. Hep oralarda dolandı, oralarda öldü. Kış geldi, o gelemedi.

Rüyasından uyandı. Yüzünü yıkadı, bütün gün ve gece Amaya Belen’i düşündü.

5/11/2010

Madrid – Bilbao

GZ 8(

Georgina‘yla Hollanda’da tanıştık, sonra da işte bugüne değin epey sıkı bir arkadaşlığımız vardır (ben onu, o beni iyi tanır). O da benim gibi post-doc macerasındadır. Yunanistan’da darbe zamanı Avusturalya’ya gitmişler, orada büyümüş, sonrasında dönmüşler, üniversiteyi İngiltere’de okumuş, envai işte çalışmış bir yandan da. Çok severim ben arkadaşımı.. İki sene evvel Hollanda’daki post-doc pozisyonu bitince, gene Yunanistan’a, annesinin yanına döndü, oradan yurtdışına bir sürü başvuruda bulundu, hiçbiri olmadı malesef, Yunanistan’ın hali zaten malum. Pek moralini bozmamaya çalışıyordu ama mümkün mü. Bugün bir mail attı, "Hollanda’ya gidip kapı kapı dolaşacağım bir şirkette iş için" dedi, "cevap yazma, moralim çok bozuk" dedi, ben de yazacak burasını buldum canım arkadaşıma. Aklıma geldi, keşke o yokken, olmadığını bile bile Hollanda’ya, bölüme vaktiyle bir mektup göndermiş olsaydım da (yıllardır mektuplaşırız uzun uzun zamanlarda), gidince şaşırsa, biraz moral kazansa idi… Yarın yapayım yine de. Zor, zor bir dünya.

bugün de canım yazmak istemiyor.

Çetin Altan gibi yapmayacağım, oturup yazacağım ama onu, bunu, şunu değil. Mesela şöyle bir şeyi:


 

 

Yukarıda resmi görünen kişinin adı Newt Gingrich, ABD’li politikacı, hatta 2012’de Cumhuriyetçi Parti’den başkanlık için aday adayıydı. Yukarıdaki resmin alıntılandığı küresel ısınma üzerine bir oturumda cömertçe paylaştığı birçok inciden biri de "insanların dünyanın dengesini bozabileceğinin düşünülmesinin bile abesle iştigal olduğu" idi. Epey alçakgönüllü bulduğum bu açıklama, insanlığa olan mevcut inancımın daha da pekişmesine yol açtı. Bir HIV virüsü kolonisi, ya da kanser hücreleri öbeğinde, onlardan biri olduğumuzu düşünelim: hunharca çoğalıp, tüketirken bir tanesi çıkıp diyor ki "arkadaşlar, biz böyle devam ediyoruz ama bunun sonu hayırlı değil, bu sistem giderse biz de de facto gideriz demektir…" diğerleri gülüyor, ben de gülüyorum, hiç mikroskobik bir mikrobun (pardon the pun) koskoca bir vücudu tüketebileceği baki mi! Ye, ye bitmez. Sonuçta bizler virüsüz, mikrobuz, kanserli hücreleriz, karakterimiz bu, elden başkası gelmez, doğal halimiz bu. Hapşırık gibi bu şehirden başka bir şehire; bu ülkeden başka bir ülkeye; bu gezegenden başka bir gezegene sıçrayabilirsek bir süre daha yaşayabiliriz başkalarında ama o kadar uzun uzadıya da düşünmemek lazım.

Bense (/benim canım) onun yerine bir adaya düşmek istiyorum (/istiyor). Yanıma da eski arkadaşlarla birlikte, vaktiyle "güç yozlaşma doğurur ve mutlak güç, mutlaka yozlaştırır." ("Power tends to corrupt, and absolute power corrupts absolutely.") demiş Dalberg-Acton’ı almaya karar verdim (okeye dördüncü). Şarkılardan NIN – "Year Zero" albümünü, fallardan papatya falını ve sevdiklerimden herkesi alıp, geri kalan her şeyi size bırakıyorum; hani olmaz ya, Nuremberg’de, 1946 gibi raslaşırız belki (hiç umudum yok, zaten oligarşinin demir yasasının art-sonuçları (corollary) da her halükarda herhangi bir umut eyleminden mahrum bırakıyor yours truly‘yi – siz kaçın kendinizi kurtarın).

Özetle: Toplumsal bir olay için sevinebilmek! Ne zaman, nasıl?

bir iki kelime ya da biraz daha güzel bir şeylerin nokta

Göreli epey (1-2 ay arası) oluyor, G’N’R’ın leziz şarkısı "Sweet Childe o Mine"ını yorumlamışlar jazz olarak*, olmuş gibi. Vaktiyle ben Ella Fitzgerald’dan "Sunshine of Your Love"ı dinleyip kanmıştım "orijinali odur" diye (koskoca leydi, bitli hipiler Cream’den cover yapacak değildi herhalde! Öyleymiş kazın ayağı). Geçen gün neşe içinde bahsettiğim Boogie-Woogie dansları var, Amelie var, ama (herhalde) en uç örnek olarak steampunk dünyası var. Gerçek olmadığını (ya da daha doğru olarak gerçekleşmemiş olduğunu diyelim) bile bile kurgulanan bir dünya (bunu bu şekilde yazınca da aklıma Babavatan ile Yüksek Kuledeki Adam geldi, ama o janrı ("alternate history") şimdi bir kenara bırakalım). Elfler, orklar varmış, ejderler uçarmış değil, güpegündüz bu zamanın o zamanda yansıması (bir nüansa dikkat çekmek istiyorum: o zamanın bu zamanda yansıması post-modern dünyada normal, hatta dikkat etmezseniz arada kaynayacak bir şey olsa bile (yine de Fransız Teğmenin Kadını çok ama çok üstün bir istisnadır bu duruma), dediğim bu zamanı o zamana götürebilmeyi başarabilmek).

Bir keresinde bahsetmiştim, yine bahsedeceğim, 12 Maymun’un başında bir yazı çıkar…

Çok ilginç geliyor bana, o zamanki insanlar gibi davranmaya çalışmak. O zamanki insanları konuşturmak, halbuki o zamanki insanlar hiç olmamıştı belki de: hep biz vardık, tek biz vardık. Marty McFly’ın (ki 1985’te çekilip, 1985’te geçen bir filmde gelecek diye 30 sene sonrasına, 2015’e gider) kovboylar zamanına giderkenki giydiği elbiseler ne kadar gerçekçiyse, biz de o kadar gerçek (aslına, hatıraya, ahde) sadık davranıyoruz, kimse gücenmediğinden yanlış yapmış da olmuyoruz.

"X yaşasaydı/burada olsaydı/duysaydı böyle yapardı." Hayır efendim, yapmazdı, zaten onun o andaki yokluğu yüzünden böylesi emin olabiliyorsunuz. Woody Allen (ki geçen hafta bir arkadaşa karşı kendisini savunmak zorunda kaldığımdan biraz güceniğim) bunun zirvesini yapmıştı (Annie Hall’daki Marshall McLuhan sahnesinde), üzerine hiçbir şey söyleyemeyeceğim (3 dakika izlemek sizi yorarsa, son 50 saniye diye not düşeyim…).

Star Wars, steampunk’da nasıl olurdu, hiç düşündünüz mü? Ben düşünmemiştim ama bu başkalarına engel değil.

hatta yapılmışı dahi var.

(Elbet bir hinlik vardır bunu yazışımda, ey bloga çakıllar karıştıran nisyan! 8P)

ne kadar da bağlantılı bir giriş oldu bu böyle, iki kelime laf bile etmedim halbuki.

* Bu da başka bir örnek olsun "Postmodern Jukebox" arkadaşlardan: 1930 Jazz yorumuyla Careless Whisper (arada Dave Brubeck taksimi de var).