Buralar…

 Hesapta, bir ay kadar önce, "Şimdi neredeler – maziden gelenler" benzeri bir başlıkla son 2 ay içinde yaşadığımız epey bir değişikliği aktaracaktım, olmadı. İnsanın yazacak çok şeyi olunca yazmak daha bir zorlaşıyor mudur, nedir. Özetle: "Burada"yız artık.

Bugün biraz kırık gibiydim, sabah servisle okula giderken "yıllar boyu onu hayal etti, bekledi. Oysa hiç gelmedi." gibi bir cümle belirdi aklımda pencereden bakarken. Murathan Mungan’ın "Kırk Oda"sında vardı böyle bir hikaye sanırım ("O ayakkabı Külkedisi’nin de ayağına olmadı. Yarın diye bir şey yoktu." diye biter). Bir de makas hikayesi (altın makas olan değil de, tren raylarındaki makasa dair olan hikaye). Kırk Oda’yı en son okuyalı kaç yıl oldu? 20? Bazı şeyler kalıyor ama.

Mutsuz değilim aslına bakarsanız (ey kâri!), keyifsiz bile sayılmam. Beklediğimiz bir şeyler var, an itibarı ile de işler yolunda gidiyor, tünelin ucunda ışık ve diğer metaforlar var.

Neyse, yazarım uzun uzun elbet. $izoSuru – Kırmızı’da dediğim gibi: Aslında bu bir üçleme olacak, peş peşe hazırlamayı düşünüyorum, listeler de hazır. ("Eskişehirli bir tüccar vardı. Var mıydı?..") Sular seller gibi yazacağım. Evet.

Comida Despedida – 12/12/2012

 

İnsan mantıksızca özler mi? İnsan başka türlü özleyebilir mi ki?

 

Kendini Beğenmek

 Bırakamıyacağım bu mektupları, benim sevgili okurum, bırakamıyacağım diyorum ya, yalnız benim elimde mi sanki? ya onlar beni bırakırlarsa? Er geç bırakacaklar elbette. “Tutkularımız bizi bırakınca, biz onları bıraktık sanır da övünürüz” diye acı acı güler La Rochefoucauld. Şimdi bunları yazmakta da, yazdıktan sonra okumakta da, bana hiçbir yazımın vermediği bir tad buluyorum, mutluluğun ta kendisi denecek bir duygu, bir ışık sarıyor içimi. Bana öyle geliyor ki ben bunları yazmak için, bunları yazdıran iklime ermek için doğdum, yaşadım; ne yaptımsa, ne ettimse, bütün duygularım, bütün düşüncelerim, hepsi hepsi beni bunlara hazırlamak içindi. Şeyh Galip bir gazelinde: “Efendimsin cihanda itibarım varsa sendendir / Miyan-i aşikanda iştiharım varsa sendendir” diyor, benim de yazarlar arasında bir adım olursa bu yeryüzünden benim de geçtiğim anılırsa, o ün bana bu mektuplardan gelecektir…

Böyle sürer gider mi bu? Biliyorum, yakındır, bir gün bu tad benden esirger kendini, gönlüm bu ışığı seçmez olur, “Aldanmışım, bir hayale kapılmışım, bir masalla avunmuşum” derim. Yavaş yavaş mı? birdenbire mi? elbette üstüme çökecek o karanlığı, şairin: “Zulmet bizi çekmekte visale” diye haber verdiği karanlığı biricik gerçek sanırım da büğünkü duygularıma, büğünkü dediklerime bir yalan, budalaca bir yalan diye bakarım. Eski kağıtları karıştırırken bu mektuplardan biri gözüme ilişirse: “Neymiş bu? Ne diye yazmışım, kime yazmışım ben bunu? Böyle şeyler de yazılır mıymış? Bilmiyorum, tanımıyorum, bana yabancı bunlar, ben böyle düşünmüş, böyle söylemiş olamam!” deyip ukalaca omuz silker, atıveririm, yırtarım belki de.

O günkü beni gözlerimin önüne getiriyorum da nefret ediyorum ondan; içinde onu sakladığı için, er geç ona varacağı için büğünkü benden de nefret ediyorum. Neden o karanlık doğru olsun da benim ondan bin kat güzel büğünkü ışığım doğru olmasın? Ben büğün bu yazıların bir değeri olduğunu, bunları yazmakla bir şey yaptığımı, beni unutturmıyacak bir ürün verdiğimi sanıyorum, bu sevinç, bu övünç yalan da bu mektupların boşluğunu, hiçliğini anladığım gün duyacağım üzüntüler, acılar, yalnız onlar mı doğru? Neden ışığa inanmıyoruz da yalnız karanlığa inanıyoruz? Sizi bilmem, sevgili okurum, siz belki gerçekten inanırsınız ışığa. Ben inanamıyorum bir türlü, gözlerim bir umutla parlasa bile parlaması ile sönmesi bir oluyor, içimi kemirip her sevincime ağusunu katan ifrit: “Alık!” diyor bana: “Nene senin umutlanmak, övünmek: Güzelmiş bu yazılar, bir değeri varmış, senin adını yerine ulaştıracakmış!.. Gülerim senin böyle aptalca kurduğun hülyalara!.. Bu yaşa geldin de anlıyamadın mı daha kendini? Hiçliğini, ne kadar çırpınsan bir şeye yaramıyacağını, bir şey yaratamıyacağını bir türlü anlıyamadın mı?” diyor.

O ses beni ürpertiyor demiyeceğim. Nasıl ürpertir? Bunca yıldır hep onu, yalnız onu işittim, alışığım ona, yadırgayamam. Bir gün onu duymasam, umutlu bir anımda kendini duyurmasa, birden yükselip de beni umutlarımdan çevirmese, belki o zaman ürperirim. Kim bilir belki benim asıl dostum da odur. Ben ona “ifrit” diyorum; içimde onu ezmek için, ondan kurtulmak için uğraşıyorum, ama belki de o kurtarıyor beni, bana, ne yapsam beğenilmiyeceğimi, her yazımın, en özenerek yazdığım yazının bile: “Falan gelmeseydi, şu sözü söylemeseydi sen bunu yazmazdın , ondan öğrendin, onun büyük değeri vardı, senin yoktur” diye karşılanacağını hatırlatarak kurtarıyor beni. Ama neden kurtarıyor? İşte onu bilmiyorum.

Bir şey söyliyeyim mi size, benim sevgili okurum: bu mektubumu çabucak yazamadım. Kolay yazamam zaten, her yazım kısa da olsa, saatlerce uğraştırır beni. Ama bu hepsinden uzun sürdü. Okudum, karışık buldum, beğenmedim. “Hatıra” üzerine birtakım sözler söylemiştim, baktım ki onlar bu mektuba yakışmıyor, başka bir mektuba bırakmak gerektiğini anladım. Yırttım bütün yazdıklarımı, silmeyi sevmem, yırtar atarım. Yeniden yazdım. Sonra da düşündüm yazdıklarım üzerinde. “Acaba nedir bu benim söylediklerim? Neye benziyor?” dedim. Birdenbire ne geldi aklıma, bilir misiniz? Abdülhak Hamit’e dâhi derler ya, hiç sevmem o adamın eserlerini, sevenlerin de şiirden, edebiyattan hiç mi hiç anlamadıkları kanısındayımdır. “Olur meddahı adem, ne askerdir bu asker!.. / Kalır hayranı alem, ne leşkerdir bu leşker” gibi sözleri şiir sanıp da yazmış bir kimseye, ancak gülünebileceğini nasıl anlamıyorlar? Abdülhak Hamit’in eserleri, olsa olsa, patırtının, gürültünün birçok kimseleri yıldıracağını gösterir. Öyle geliyor ki şiirden, edebiyattan anlamak, Abdülhak Hamit’in eserlerinin bir kurugürültüden, hem de biçimsiz bir gürültüden başka bir şey olmadığını anlamakla başlar. Sevemedim bir türlü onun yazdıklarını. Sevmeğe çalıştım doğrusu. Ne yapayım? “Herkes beğeniyor, göklere çıkarıyor, ben beğenmiyorsam anlıyamadığım içindir, herkes gibi ben de anlıyayım onu!” dedim. Uğraştım. Bir gün babama, onu pek beğenmediğimi söyliyecek olmuştum, bir pay işittim, bunca yıldan sonra daha kulağımdadır. Bütün çalışmalarım, uğraşmalarım boşa çıktı, sevemedim Makber‘i de Eşber‘i de, daha bilmem neyi de sevemedim. Hayır, bence Abdülhak Hamit’e büyük bir şair değil, küçük bir şair de denemez, şiire bir yaklaşması dahi yoktur o adamın, “Karanlık akarak cerihasından, / Emr eyledi kim karihasından…” nasıl söylenir bu? Buna şiir yazmak demezler, şiirle, kaafiye ile alay etmek derler. Dikkat edin, ne söylemişse zoraki söylemiştir, vezni, kaafiyeyi aradığı, sözü vezne sokmak için, kaafiye ile süslemek için çabaladığı bellidir. “Ve lakin peder ah! Lakin peder, / O gün hep pederler bana ta’n eder.” Uyduruyorum sanmayın, bu kadar kötüsünü uydurmak da zordur. Yanılmıyorsam Sardanapal‘dadır bu beyit… Denemez, böyle sözler söylemiş adama şair denemez, şiire, şaire saygısızlık olur.

Biliyorum, birtakım hacivatlardan gene türlü sözler işiteceğim, bana saygı dersi vermeğe kalkacaklar. Boşuna yormasınlar çenelerini, beni adam edemezler, kendileri gibi adam edemezler. Abdülhak Hamit’i de beğenmem, kendi yazdıkları eciş-bücüş şiirleri de beğenmem. Beğenmek şöyle dursun, açıp da okumam bile.

Ne diyordum? Hatırladım. Bu mektubumda yazdıklarımı okuyunca birdenbire Abdülhak Hamit geldi aklıma. Hani Tarık bin Zeyyad’ın kendi kendine çektiği meşhur söylev vardır, çocukluğumuzda bize ezberletirlerdi: “Tarık! nereden gelmiş, nerede durmuşsun?.. Rabbim! Bana da bir gurur gelse, o gururla yükselsem, yükselsem de sonra birdenbire düşüp Zülcelalin azametini…” Uzar gider böyle. İşte o söylev geldi aklıma. Benim, yazılarımı bir türlü beğenmeyişimden yakınmamı, Tarık’ın gönlüne biraz gurur gelmesine benzettim: “Rabbim! Ben de yazılarımı beğensem, o beğenmekle böbürlensem, Bay Hamdi Tanpınar’a dönsem, sonra birdenbire aklım başıma gelse de gerçekten büyük yazar kime derler, onu bir anlasam…”

Edebiyat bütün bunlar, Tarık’ın sözleri de edebiyat, benimkiler de edebiyat hatta benim dediklerimi onun dediklerine benzetmeğe kalkışım da edebiyat, kelimenin en kötü manasıyla edebiyat… Gurur yok mudur sanki Tarık’ın gönlünde? “Benim gönlümde gurur yok” demek de gene gururdur. Zülcelalin azametini kavrayıp da kendi küçüklüğünü sezecek. Lafa bak! Küçükmüş, ama Tanrının karşısında küçükmüş! Eh! Hepimiz razıyız öyle küçüklüğe, öyle sanıyorum ki Bay Necip Fazıl Kısakürek dahi razı olur…

Ben de beğenmezmişim yazdıklarımı, değersiz bulurmuşum, boş dermişim onlara… “Ben kendimi beğenmem”, demek de kendini beğenmekten gelir. “Bende öyle bir anlayış, kavrayış var ki kendi kendimi dahi yargılıyorum, yazdıklarımın bir değeri var mı, yok mu, bunlar yarına kalabilecek şeyler midir, hepsini anlıyorum. Kurban olayım aklıma, zevkimin inceliğine! Benim bu anlayışım, ince zevkim beni kendimi beğenmekten de kurtarıyor…” demektir.

Buldum işte neden kurtulduğumu: içimdeki ifrit, benim belki de asıl dostum olan ifrit beni, kendimi beğenmekten kurtarıyor. Gülerim kurtulmanın böylesine! Kendimizi beğenmediğimizi söylemenin de kendimizi beğenmek olduğunu, hem de kendimizi beğenmenin en çirkini, en budalacası olduğunu anlıyarak kurtulmak… Kurtulmak deyip duruyorum, ben hep kendimi anlatmaktan bir kurtulsam!

Kurtulamıyacağım, benim iki gözüm okurum, birer birer bütün tutkularım beni bırakacak, en övündüğüm, gönlümde ışıklar yaratan duygularım dahi sönecek, hepsi, hepsi benden uzaklaşacak, ama hep kendimi anlatmak huyu bir türlü geçmiyecek. Bir gün gelecek, bütün duygularımdan bütün düşüncelerimden, acılarımdan, sevinçlerimden, sevgilerimden, nefretlerimden boşanıvereceğim, eşyaya da insanlara da bakarken bir şey sezmez olacağım, ama kendimden hep kendimi anlatmaktan silkinemiyeceğim. Kendi kendimle yaşamağa, kendimi düşünüp araştırmağa, gördüklerimden tiksinmeye, tiksindiğim için de kendimi beğenip övünmeğe mahkumum. Bundan ancak ölüm kurtarır beni…

Siz beğenin kendinizi, benim sevgili okurum, beğenmediğinizi söyliyerek, beğenmediğinizi sanarak değil, bunları hiç düşünmeden beğenin kendinizi. Asıl alçakgönüllülük kendi kendimizi yargılamamaktadır. Ben ona eremiyeceğim, kendimi kötüliyerek, yererek, kendi kendimden tiksindiğimi söyliyerek, içimde yaralar açmağa, her yaraya bir yara daha katmağa çalışarak beğeneceğim kendimi. Yani kendimi beğenmeyi de kendime zehir edeceğim. Siz, kendinize zehir etmeden beğenin kendinizi.

Nurullah Ataç, 5 Ağustos 1951

Okuruma Mektuplar / Prospero ile Caliban | (Gene Yalnızlık, YKY)

Günün oyunu: Eski Doğu Bloku Ülkeleri Trivia (tırıvırı)

Günün oyunu derken, aslında geçen ay aklımıza gelen bir şeydi, anlatayım efendim (bu arada ben iyiyim, yakında hal ve ahval + gidişat üzerine bir özet geçeceğimdir), neyse, diyordum ki:

Geçen ay Bengü’yle bir oyun oynayalım dedik, birer birer eski Doğu Bloku ülkelerini sayıp, haklarında ne biliyoruz diye ortaya dökelim dedik, işte tanıdığımız yönetmenler, yazarlar, filmler (politikacılar ve siyasi olaylar hariç, onları biliyoruz az buçuk). Şimdi paralelde Hande Hanım ile tweet üzerinden ne okuyoruz/ne okuyacağız muhabbeti yapıyoruz da, buraya da not düşeyim dedim. Planım bir süreliğine Amerikan/İngriş ve yandaş edebiyatına ara verip, Macaristan olsun, Polonya, Çek, o yörelerin kipatlarıyla ilgilenmek. Ama dönem olarak eski devrede geçen siyasi şeylerle değil de, çağdaş edebiyatı ile ilgileniyorum (yani benim çağdaşım max 15 yıl önceye kadar).

Bengü’yle oynadığımız oyun ne mi oldu o gün? Cehaletimizden utandık (hem de çok fena). Denemesi bedava, temiz bir A4 kağıt alın ("o yoksa kare şeklinde kesilmiş mukavva da olur"), bu ülkelerin adlarını yazın büyük harflerle ayrı bölgelere, altlarını çizdikten sonra da doldurmaya başlayın. Ne oldu? Olmuyormuş değil mi (Nadia Komanaci, Kieslowski, Otasanek, biz de biliyoruz onları).

Böyle de bir şey, öyle "Polonyalıları seviyorum, Çekler süperler, Macarların o karmakarışık dili (dilli salam 8P)" demekle olmuyormuş, ben bugün (o gün, şu gün, arkadaşım ateş) bunu gördüm…

Sanat Dünyamız

Hollanda’daki misafirliğimizin son günlerine doğru, Bengü ile Ece Türkiye’ye döndükten sonra, Rotterdam’daki Kunsthal’e Edward Hopper ve çağdaşıgiller gelmişti, Deniz ve Georgina’yla bir güzel gidip gezmiştik, kafa dağıtmıştık (canım arkadaşlarım benim!).

Şimdilerde, buradaki misafirliğimizin de yavaş yavaş sonuna geliyoruz ya [Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.*], nicedir niyet ettiğim güzel sanatlar müzesine yolumu düşürdüm geçen gün (Guggenheim’a tabii ki sıklıkla gitmişliğimiz var, o kadar da değiliz Müzeyyen). Fernando Botero’yu konuk ediyorlardı, ben sevmedim (şişman insanları severim halbuki ama bu arkadaşın çizimleri fazla karikatürize geldi / dedi ünlü resim eleştirmenimiz EST Bey).


Not aldığım resimlerine gelirsek:

İçlerinde herhalde en sevdiğim resmi olan, ananas, armut ve pastalı! natürmortu (2000)

Bu atli resmini de not almışım ama sonra niyesini hatırlayamadım.

Caballo de picador, 1992

Botero’nun "çok ciddi" konuları işlediği tabloları da var ama kontrast falan pek işlemiyor (beğenemedim işte bir türlü). Örnekler için: Ecce Homo, 1967; Abu Gharib, 2004; La Masacre 8:15pm

Bir döneminde de başyapıtların uyarlaması için çalışmış. Latif Demirci’nin vaktiyle böyle bir çalışması olmuştu, iyi niyetli, mizahı gözeten çalışmalardı onlar ("Çeviren Latif Demirci" adıyla yayınlamıştı – örnekleri internette arar iken bulduğu "sudaay" sitesindeki girişte görebilirisiniz). Picasso Velazquez’i, Hockney Claude’u, herkes herkesi "cover"layınca oluyor ama Botero yapınca olmamış.


Van Eyck – Arnolfini, 1434


You Know Who – Arnolfini, 2006 (1978?)


Shrek 1 – Lord Farquaad


Nuestra señora de Colombia, 1992

Uzunca bir süredir sürükleyip, bu pazar gününe yetiştirebildiğim bu girişi tatsız, asık suratlı, yüksek burunlu bitirmeyelim… Çok yerim olsa, Edward Hopper’ların yanına koyacağım şu bir resmi (Piknik) ile arkadaşlarını da koyalım, öyle müsade isteyelim bu girişlik… (Işıklar kararı, Ali Kırca stüdyonun dışına yürür, alttan yazılar geçmeye başlar, Barış Manço’nun sesi duyulur: bahçede hanımeli, sen ettin beni deli…)


El Picnic, 2001


El costurero, 2000


Los Músicos, 2006


Espanyol vandalizmi

 Bizim sokak, sizinkinden yoğun olmasın ama, hakikaten çok yoğundur. Vızır vızır arabalar anlamında değil: yakınlarda bir otoparkın olmamasından ötürü (bu sorunu çözmek için, yüzeyin üst kısmında kalan kısımları kültür merkezi olacak şekilde 2 yıldır katlı otopark yapılmakta), sokağımıza giren arabaların %90’ı işbu hal ve ahval uyarınca, misafirliğe değil, yol üzerinde olduğundan hiç değil, bilakis "bir umut bir park yeri bulurum" ümidiyle çevirirler direksiyonlarını. Abartmıyorum (hem de hiç abartmıyorum), kaldırımın kıyısındaki olur da boşalan bir park yeri olduğunda diğer "devriye gezen" arabalar kilometrelerce ötelerden kan kokusu alan köpek balıkları gibi (şimdi böyle yazınca kötü bir şey gibi oldu ama değil aslında, sadece hayret verici) hemencecik gelir, bir dakika içinde doldururlar o boşalan yeri.

Bugün, sabahtan, çok uzun yoldan arabalı bir ziyaretçi bekliyorduk, işimiz vardı, evin yakınına park etmesi gerekiyordu. Ben de sabah 7.30’da uyandığım gibi, "kar yağmış mı?" diye pencereye koşan çocuklar gibi (bugün buradaki havanın maşallahı vardı bu arada, kar örneğini vermeme bakmayın, akşemleyin 25 derece C’de misler gibi güneş sefası yaptık), erkenden işe çıkıp da olur a park için ayrılmış yerleden boşalmış olan vardır heyecanı ile pencereye koştum, gerçekten de, hem de tam bizim apartmanın girişi hizasında müthiş bir yer vardı. İki-üç gündür teorik olarak işi en sürekli kafamda tarttığımdan, hazırlıklıydım: Ece’nin IKEA’dan aldığımız yazı tahtasını (MÅLA – bu arada, resim/bağlantı ararken gördüm ki, Amerika’da 15$, burada 20€, Türkiye’de ise 60TL!! – off yahu!) kaptığım gibi, bir cebimde tebeşir, diğerinde beyaz tahta markörü sokağa fırladım, yazacağım açıklama da kafamda hazırdı:
15/11/2012
¡RESERVADO
PARA
MUDANZA!
(Hasta a las 11)
-Adres-
yani, Türkçesiyle söyleyecek olursak, nakliyat sebebiyle (saat 11’e kadar) ayrılmıştır. Adresi vermemin sebebi de, mesaja ciddiyet kazandırmak. Ben bu tahtayı ilgili boşluğa yerleştirdim yerleştirmesine de, gözüm sürekli pencerede, birileri ha değiştirdi, ha değiştirecek, bir yana itip düt dütlerini park edecekler, ben de olmayan tartışma İspanyolca’mla (İspanyolcam olsa da biraz, tartışma İspanyolcam demek istediğim yok manasında), gak guk edeceğim (geçen Ece’yi okula ben götürmüştüm, bahçede beklerlerken baktım bir bully – ne ki bunun Türkçesi, "zorba" mı?- bir başka çocuğu sıkıştırıyor (gelir gelmez Ece’yi korkutmuş, oradan bir küçük çocuğun pantolonunu indirmeye çalışmış, ben yanına varınca da kaçıp gitmişti o sabahın öncesinde). Tuttum çocuğu omzundan, göz kilitlemesi yaptım, "bırak onu!" diye sertçe söyledim ("¡dejala!") o da tırstı tabii, karşısında sakallı bir tip (İspanya’da (Bask’ta?) sakal pek görülen bir oluşum değil), saçlar da koyverilmiş nicedir (en son Türkiye’de kestirmiştim), korkutucu olmasa da "tekinsiz" bir adam size "bırak onu!" diyor sonuçta sertçe. Anlayacağınız o ilk izlenimde karizmayı kurdum, mesajı veriverdim, çocuk "kem küm ama…" filan bir şeyler diyor (ne dediğini anlayacak seviyede bilmiyorum da dili, o yüzden aslında) sonra çocuğa Türk usulü bir  "bir daha görmeyeceğim!" taksiminden sonra, "haydi şimdi git!" ayarı çektim, çocuk epey kafası karışmış bir halde (işaret parmağımı da "ıııııı!" dercesine burnuna kaldırmış idim) epey de çaresiz, teslim olmuş bir şekilde sindi. Eve gelince bu kahramanlığımı Bengü’ye gururla anlattım. Anlatırken farkına vardım ki ben "bir daha görmeyeceğim!" dediğimi sanırken, "bir daha görmeyeceksin!" diyormuşum, "haydi şimdi git!" kısmını aktarırken de Bengü çok güldü:malesef yanlış fiil çekimi ve zaman zarfı özürlüsü olarak "¡vete!¡vete!º demem gerekirken "¡va! ¡va!" deyip durmuşum. Şimdi olabilir tabii böyle şeyler diyeceksiniz, ben de o zaman size diyeceğim ki, İspanyolca "v" harfleri "be" olarak okunuyor, yani o sabah çocuğun yüzüne gayet ciddi bir şekilde "be! be! be!" şeklinde me’leyip durmuşum (koyunlar İspanyolca’da  "be" diye me’liyorlar). Çocukta istesem bu kadar ürkütücü bir izlenim bırakamazdım herhalde (herhalde lafın gelişi, ben bile ürktüm kendimden. benim bir de vaktiyle gider ayak Hollanda’daki oturum iznimde kullanmak üzere çektirdiğim bir vesikalık resmim vardır: o kartı kontrol için elinde tutan istisnasız herkes şöyle bir titreyip kendine gelmiştir, hiçbir vize kontrolünde, bagaj hedesinde, resmi hiçbir işlemde ne bir tek soru, ne de bir pürüzle karşılaşmışımdır o resimli kartı işlemlerde kullanırken).

Amma konuştum, lafı açtıkça açtım yahu, kusura bakmayın. İşte beni en son bıraktığınızda park yeri ayırmak için yerleştirdiğim tahtadaki metni ya da bizzat tahtanın kendisini ya park yerine kendini daha layık gören bir şöförün, ya da okula gidiyor olmanın sıkıntısını yollarının üzerinde buldukları bu tahtanın yazılarıyla oynayarak (biz taksimetre’yi "beni yıka!"dan açalım) gidermenin yollarını arayan öğrencilerin gazabından korurum amacıyla ikide bir pencereden (tahta) arkadaşı gözlüyorum, her yavaşlayan arabanın sesine haydi koş pencere… bkz. Şekil A:
 

Sağolsunlar, hiçbir sorun olmadı, uzaktan boş yer görüp de heyecanla gelip yavaşlayan arabalar tahtadaki mesajı okuduktan sonra yollarına devam ettiler, keza öğrenciler de. Saat 8.30’da Ece’yi okuluna götürmek üzere yola çıkıp, 9.15’te eve döndüğümde keyfimi kaçıracak bir şeylerin olmuş olduğundan neredeyse emindim. Hiç de öyle bir şey olmadı. Beklediğimiz ziyaretçi geldi, güzel güzel arabasını park etti, işleri sağ salim, güzelce hallettik, vedalaştık.

Akşam vakti otururken, yazıda bir şeylerin değiştirilmiş olduğunu fark ettim. Birileri hem kara tahta tarafına tebeşirle, hem de beyaz tahta kısmına markörle yazdığım kısımları bizzat değiştirmişti.

Bengü ve Ece’ye ayrı ayrı teyit ettirdiğim üzere, imla hatamı düzeltmişlerdi! (Hasta a las 11 → Hasta las 11)
 

(bu noktada akla kaçınılmaz olarak Life of Brian’dan şu sahne gelir:
 
 
 (ne dedim ben şimdi?)