Sururi at the bleeding edge / cutting edge / edge.

 Geçenlerde ilgili başlık aklıma geldiğinde, üşenmedim, araştırmacı blogçu kişiliğime yenik düşüp derin araştırmalara (wiktionary) yelken açtım. Öğrendim ki terimler nalburluktan geliyormuş, kılıçlar için kullanılmaya başlamış, Bleeding edge çok oturmamış, yeni çıkmış fırından (ustası Çorum’dan) kılıçları tanımlarken, cutting edge de en son yenilikleri içeren, süper düper falan filan (bir de aynı minvalde state of the art vardır ki, sanattan çok teknoloji ve bilimde kullanılır). Geçen hafta iki tane pek güncel şeyden/şeyle haberim/etkileşimim oldu da, genelde şimdiyle pek alakam olmadığından garibime/hoşuma gitti, sizlerle paylaşmadan edemedim (yoksa şuracıkta çatlardım valla(hi)).

Geçen ay Otostopçunun Galaksi Rehberi serisini (1-5) tekrardan okudum bir güzel: beni en çok vuran şeyler Arthur ile Fenchurch’ün ilişkisi (So long, and thanks for all the fish), evreni yöneten adam (The restaurant at the end of the universe) ile Tanrı’nın kullarına son mesajı (So long, and thanks for all the fish) oldu; bir de Elvis Priestley de biraz ağlak danone olsa da, güzel bir dokunuş idi (baki kalan bu kubbede) (Mostly Harmless).

Neyse, işte seriyi bitirdikten sonra bilim-kurguya biraz ara veririm diyordum, ama AV Club sağolsun, beni yeni çıkmış olan, Thomas King diye bir arkadaşın "A Once Crowded Sky" kipatından haberdar etti. Ben kipatı alıp almamak arasında giderken, bu sefer de amazon, "bunu alanlar bak bunları da şey etti" diyerekten bana pek güzel bir kapaklı, ilgi uyandırıcı isimli ve neresinden bakarsanız bakın yazlık çıtır çerez olduğu ("Clerks meets Buffy the Vampire Slayer" şeklinde bir sloganı olan bir kipattan ne kadar bir şey bekleyebilirsiniz?) Michael R. Underwood isimli genç bir arkadaşın (EST bunları yazarken ilgili kişiye çaktırmadan baş ve işaret parmaklarıyla L yapıp alnına doğru tutar) Geekomancy kipatını tavsiye etti. Dediğim gibi, bütün entellektüelliğimle gidip kapağı için aldım, ama kitap da çok güzel bir çerezlik çıktı hakikaten zevkle okundu. Çıkmasının üzerinden bir ay geçmeden bitirdiğimden işte başta bahsi geçen "bleeding edge sururi" kavramına da kapıyı açmış olduk.

Geçen gün de internette dolanırken, Nik Kershaw’ın (mesela $izoSuru #2 – Kanserojen Şarkılar / Wouldn’t it be good) bunca yılın ardından yeni bir albüm (Ei8ht) çıkardığını öğrendim, gittim dinledim biraz, güzel, popidik işte, daha ne gerek? O da 6 ağustosta çıkmış da işte, böyle yakınen takip eder buldum bir anda kendimi.

Geekomancy’den sonra şöyle biraz çiddi bir şeyler okuyayım, ne o öyle, çocuk muyum SF/Fantazi filan okuyup duruyorum deyip, Kazuo Ishiguro’nun "Never Let Me Go"suna başladım. Uzunca bir tutukluktan, mahcupça gözünü kaçırmalardan filan sonra, o da ağzındaki baklayı çıkardı, "Sevgili Emre, senden artık daha fazla hakkımdaki gerçeği saklayamayacağım: ben aslında sıkıcı bir İngiliz yatılı ortaokul kipatı değilim, yani oyum da aynı zamanda ama esas olarak sıkıcı bir bilim-kurgu kipatıyım." deyiverdi. Pofffff… Bırakmadık ama, okuyoruz hala, az kaldı… Ayrıca The Island filmi (evet, hani o Scarlett Johanson ile Ewan McGregor’lu olan) 2005 yılında vizyona girmiş, bu kipat da 2005 yılında basılmış – birinden biri arak kesin (ben The Island’ı daha çok beğenmiştim, o yüzden onun tarafını tutuyorum). Ben bu entel dantel işlerini sevmiyorum — ara ara ara bir tane The Island’ı anış yok kipattan bahsederken (Roger Ebert, The Island’dan bahsederken kipatı anıyor (son paragraf) / bir de, tersine, Never Let Me Go 2010 yılında sinemaya uyarlanınca, millet o zaman anlıyor ama bu sefer de yanlış anlıyor). Benzeri bir arak/no/fobyayla Shutter Island / Mindgame’de karşılaşmıştım, o zaman da sinir olmuştum (hem bu sefer tarihler arasında yıl farkı da var: 2003/2001). İleride bahsetmek üzere not almıştım ama daha ne diyeyim bilemedim. Neyse, belki, belki..

Ah, bir de, Ian M. Banks’in hastası olduğumuz (eskiden daha çoktu bu hastalığımız zira Matter çok kötüydü, Surface Detail de ehven-i şer idi) The Culture serisinin yeni kipatı "The Hydrogen Sonata" 4 ekimde çıkacak imiş, haydi bakalım. Bir de üşenmeyip, ucundan takip ettiğim Kediler ve Kitaplar blogunun "Kısa Kısa"larından arakla bahsi geçen kipatlarla ilgili bir kolaj kotarsam ne iyi olurdu ama yok öyle yağma! Onun yerine geçenlerde Guggenheim’da gezdiğimiz (ah bu havam!) David Hockney sergisinden pek bir beğendiğim bir başka"kolaj"la veda ediyorum siz sevgili dinleyenlerime (işte benim Zeki Müren, daradara daradara dat dat dararara ra rarararara…)…


David Hockney – Pearblossom Highway, 11-18 April 1986 #1


 

Jon Hamm’e sormuşlar Stevie Nicks mi,Christine McVie mi diye

Jon Hamm kim, bilemeyeceğim (Mad Men dizisindenmiş galiba – yoksa Office miydi? Baktım, Mad Men’denmiş) ama güzel demiş AV Club’taki röportajında:

Fleetwood Mac, “Don’t Stop”

JH: This is a perfect 41-year-old white guy song to end on. Bill Clinton’s favorite song. It’s the perfect end to this ridiculous mix of songs. But I do really like Fleetwood Mac. I unapologetically like those guys. I have a very soft spot in my heart for all late-’70s/early-’80s popular music, whether it’s Steely Dan or Fleetwood Mac or fill-in-the-blank. It was the formative years of my life, and I unapologetically, lustily celebrate it. So there.

 

AVC: Did you fall for Stevie Nicks or Christine McVie?

 

JH: I mean, forget about it. Stevie Nicks, you know? There’s a lot of scarves. She had a cool voice. And I just love Lindsey Buckingham’s work on “What Up With That?” What can I say?

———————————
yani özetle, AV Club soruyor: “Stevie Nicks’e mi vurulmuştun, yoksa Christine McVie’ye mi?”, Jon Hamm de “Bırak allasen, Stevie Nicks yahu! Bir sürü şallar filan, müthiş bir ses. Daha da işte Lindsey Buckingham’ın Saturday Night Live’daki “What Up With That?” skeçine nihayet -gerçekten- konuk olduğu çok komik sekans da var, daha ne diyeyim?

İşte pek bir alakasız blog oldu ama aklıma geldi yazdım. Zaten bu aralar kafam da, aklım da böyle, epey alakasız, epey karışık… Neyse, neyse ki Fleetwood Mac var, haydi sohbeti açalım biraz bari — bu aralar Lucky Soul dinliyorum bol bol, Florence+the Machine’in Ceremonials’ına sardım (o kadar laf ettikten sonra, biliyorum, biliyorum), lokal olarak Delafe y las Flores Azules’in albümünü aldık geçen gün, Ece ezberledi bile şarkıları. Bir de Danimarka’dan Agnes Obel diye bir hatun keşfettim, su müziği diye bir terim uydurdum kendisini tanımlamak için. Şarkılardan Spoon – Underdog, Chromatics’ten Running Up That Hill cover’ı. Doğum günümde Bengü bana süper mor kulaklık aldı, çok hoşuma gidiyor onlardan dinlemek… Ah, bir de Radiohead/Smashing Pumpkins/Pixies ruhum depreşiyor aralarda (kafamı da onlar karıştırıyor zaten). Massive Attack – Inertia Creeps‘i bilirsiniz tabii, peki Massive Attack – Inertia Creeps olduğunu biliyor muydunuz? No Doubt’ın yeni single’ını beğenmedim, üzüldüm beğenmedim diye, Greenday’in yenisine biraz daha şans vereceğim.

Buraya geçen hafta Garbage, Radiohead, Cure geldi, gitmedim tabii, aklım da kalmadı. Bob Dylan da geldi, Guggenheim’de lokal konser bile verdi sırf gideyim diye, gitmedim kardeşim, ne işim var.

Bu resim de getxophoto ile alakalı, çok ama çok beğendim:


Paola de Grenet: Yo solo / Nuria

ben utandım kendimden. (müzik zevklerim)

Bugün aklıma güzel güzel Type O Negative’in "My Girlfriend’s Girlfriend"i takılmıştı, takılır a, ondan başladık, epey bir gittik beraber (2010 yılında solist/basçı Peter Steele ölmüş, grup da dağılmış, bilmiyordum, öğrenmiş oldum).

Sonra tam böyle hörröö hörrööö şarkıda giderken aklıma bu sefer de "Batı Yakası Hikayesi"nin şarkıları geldi. Ya bir yandan söyleniyorum kendime "bu ne perhiz, bu ne lahana turşusudur, Sururiciğim bu gidişin hayra değil, bu gidişin gidiş değil!" diye, bir yandan da açtım bir "Maria", peşinden de "America" dinledim, sonra gene Type O Negative’e döndüm, oturdum bu girişi döşendim, belki yaptığımdan utanırım diye, bak hala tık yok.

——————–
Alakasız hamiş: Geçen gün/hafta aklıma "These are not the droids you are looking for."la ilgili çok güldüğüm bir varyasyon gelmişti, ama çok spesifikti, galiba sadece Gürer Beyciğimle paylaşabilecek bir detay içeriyordu ama işte unuttum ne olduğunu. Bugün ilgili cümleyi ("These are….") bir başka yerde paragraf içinde kullanınca, böyle bir espri(m) olduğunu ve o espriyi unutmuş olduğumu fark ettim. Hayat işte. Löm.

Doğum günüm / Kutlu / Oldu

Birtakım (yazıyla üç) BH elemanı Strasbourg’dan bildirdi:

eller, eller eller
Eller, eller eller…

 Evet. 35 and going. Up (sky is the limit). (¿Que mas?)

Bir de -ek bilgi niyetine- normalde pek yüzüne bakmadığım Facebook’un hoşuma gittiği tek gün bugün (gün ola harman ola).

Doğum günü şarkısı olarak kendime ne çalsam?… Georgina, Beatles’ın "Happy Birthday"ini yollamış, ben de Duran Duran ile devam edeyim bari, "happy birthday to you is created for you" (Come Undone, diyecektim ama şarkı güzel olmasına karşın çok alakasız kaçınca vaz geçtim). Şimdi de aklıma "doğum günün kutlu olsun sevgilim, ki ben sana değişe değişe aktım" mısraları geldi, arayalım bakalım hangi şiirdenmiş…. Tabii ki Turgut Uyar, "Aramızdaki" — çok severdim (severim) ben bu şiiri, <insert şiir>

sevgilim sevgilim
kuzey sanrısı gibidir
geceyi beşe filan böler
sonra ayılar hüzünden ölmez
sevgilim sevgilim
açlıktan ölür onlar

işte bundan ötürü
hüznü artık bir ayıya bıraktım
sevgilim sevgilim
bir ayıya
ister ormanda kullnasın
ister buzdağında

hayatın kutlu olsun sevgilim
ki sana değişe değişe aktım
kimi zaman bir japon gibi uykusuz kaldım
-uykusuz kalır mı onlar bilmem aslında-
sevgilim sevgilim
bir orman gibi çoğal aramızda
şehirden bir çocuk olarak şurda burda
bir sabuntozu markasında köpürerek
çınarın tutsaklığını
ve menekşenin tutsaklığını
ve menekşenin sevincini yaşa
sevgilim sevgilim
hüzüne yer var hayatımızda

Aramızdaki / Turgut Uyar

Şiir tamam (ama öyle, ama böyle, şarkı bilemedim hala, başka bir şey yazacaktım bir de, onu da arada unutuverdim).

Hatırlayamadım. Onun yerine aklıma geçen gün tekrardan guzelonlu’da yataktan kalkmaya dair şu müthiş haiku geldi:


no no no no no /
no no no no no no no /
no no no no no

 Özetle: Doğum günüm kutlu oldu, oh ne güzel.

———– Bır 10 dakika kadar sonrasından gelen edit:
Hatırladım yahu neyi unuttuğumu: Entel-dantel klasmanından/kotasından, Louis Althusser’in "Gelecek Uzun Sürer" adlı otobiyografisinin açılış paragrafında görülüp vurulduğum şu cümleyi kullanacak idim yazının bir yerinde:

(…)

yok, internette aradım bulamadım ama "19xx yılında, xxx şehrinde, 5 yaşında doğmuşum." gibi bir şeydi (x’ler kitapta doğrularıyla bildiriliyordu, ben bakmaya üşendim). Ece’nin (ve bizim) favori kitaplarımızdan olan Pıtırcık’ın ve birtakım başka kipatların da yazarı olan Rene Goscinny de "14 Ağustos 1926’da Paris’te doğdum, hemen sonrasında da büyümeye başladım. Ertesi gün 15 Ağustos’tu ve evden hiç çıkmadım." diyor iç kapak bilgisinde. Ben? Ben hemen hiçbir şey hatırlamıyorum hemen hemen üniversiteye gelinceye kadar (höh!), tamam, ilkokula gelinceye kadar olsun, o da sizin güzel hatrınıza. Oradan üniversiteye de epey atlamalı-zıplamalı bir güzergah var (Quantum Leap). 35 yahu! 23’te üniversite bitmiş. 12 sene sırf oradan. Heh! 8)



Ben, Efe, Yas, Barış, sene 2003
[yalan, güzide grup Discount‘un grup fotoğrafından arak. 8P]

——————- Gene Sururi, gene son dakika (+1 saat) edit’i:
Klip, şarkı olayını da buldum: Bu sene sevgili Hüseyin vesilesiyle öğrendiğim, yavaş yavaş hazmettiğim Chinawoman’dan gelsin: Lovers are Strangers (orijinal, ofisiyal kliptir, okuyucunuzun ayarıyla oynamayınız, cız)


kipat dünyası

Bugün amazon’un kindle’ından ilk kitabımı (kipatımı) aldım: Julian Barnes – The Sense of an Ending (ne hüzünlü bir başlık!). Barnes’a 2011’de Booker’ı kazandıran yapıtı, epey de inceymiş, biraz hayalkırıklığına uğramadım dersem yalan olur.

John Banville, 1989’da, "The Book of Evidence"la güçlü bir şekilde aday olduğu Booker’ı, Kazuo Ishiguro’nun "The Remains of the Day"ine ("Günden Kalanlar") kaptırmış. Ama 2005’te "The Sea" ile Booker’ı aldığında, bu sefer Ishiguro’nun "Never Let Me Go"suna karşı zafer kazanmış, bir dolu da laf söylemiş. 2005’te Booker için son listeye kalanlar arasında Julian Barnes’ın "Arhur & George"u da varmış, Hande "The Sense of an Ending"in "Arthur & George"dan daha iyi olduğunu söyledi. Neyse, işte geçen sene Booker’ı alınca ve bu türlü silsilelerden ortaklık kurunca ve "Flaubert’s Parrot" ("Flaubert’in Papağanı") bağlamında (ki o da 1984 yılında son listeye kalanlar arasındaymış)  geçen gün hafızadan andığımdan, bir sonraki kitap olarak seçtim, okumaya başladım, güzel gidiyor şimdilik, bir de o kadar kısa olmasaymış.

Niye yazıyordum bunları ki? Aslında aklımda "The Sea"den birkaç alıntı daha yapmak vardı, ama uzun göründüler şimdi gözüme… Yine de bir bakayım. (Banville’i çevirmenin haddime olmadığını anladığımdan, teşebbüs etmeyeceğim.)

"She was not, I am compelled to admit, the most hygenic of girls, and in general she gave off, more strongly as the day progressed, a flattish, fawnish odour, like that which comes out of, which used to come out of, empty biscuit tins in shops – do shops still sell loose biscuits from those big square tins? Her hands. Her eyes. Her bitten fingernails. All this I remember, intensely remember, yet it is all disparate, I cannot assemble it into a unity." (p. 139)

Bu aslında o kadar ilginç bir kesit değildi, daha çok geçen gün Hande’yle bu bisküvi kutularının muhabbetini yapıyorduk da, üstüne geldi. Ülker’in, kapağı camlı, kırmızı kutuları olurdu, oradan kese kağıdına doldururdu bakkallar.

"I do not want solicitude. I want anger, vituperation, violence. I am like a man with an agonising toothache who despite the pain takes a vindictive pleasure in prodding the point of his tongue again and again deep into the throbbing cavit. I imagine a fist flying out of nowhere and striking me full in the face, I almost feel the thud and hear the nose-bone breaking, even the thought of it affords me a grain of sad satisfaction." (pp.150-151)

Bunun da altını vaktiyle bir arkadaşın (Tyler değil de, öbürü) yazdığı bir şeye ("Halbuki sıkı bir yumruk yemek hayatımı nasıl da kökten değiştirebilirdi…") istinaden çizmişim (mentally), o halde bunu da geçelim.

156. ve 157. sayfalarda, şimdi içinde bulunduğu çocukluğundan bildiği bu evde, her şeyin hafızasına nasıl da ters düştüğünü anlatıyor, ilginç ama uzunca bir kesit, atlıyorum, yine de iki-üç satır:

"I found that the model of the house in my head, try as it would to accomodate itself to the original, kept coming up against a stubborn resistance. (…) I experienced a sense almost of panic as the real, the crassly complacent real, took hold of the things I thought I remembered and shook them into its own shape. Something precious was dissolving and pouring away between my fingers. Yet how easily, in the end, I let it go. The past, I mean the real past, matters less than we pretend."

Geliyoruz beni en vuran cümlelerden birine, sahife 185:

"Given the world that he created, it would be an impiety against God to believe in him."

Paradoksal gibi ama değil aslında tartınca. (Yoksa öyle mi?)

Bunun ardından, tumblr’da alıntıladığım kısım (s.215-218) ve sonlardan, kitabı spoil edebilecek bir başka bölüm var (s. 251-252). Bu referansları verdiğim kitabın baskısı: Picador, 2005 baskısı (ISBN: 0-330-43625-2 / 978-0-330-43625-0). Ne diyorduk, adım Mesut, soyadım Bahtiyar, bunca yıl beni böyle bildiniz, Mesut Bahtiyar’dan…


Bu blogları yazmadan evvel, çoktandır ses soluk çıkmayan (feed reader’ıma yeni bir şey gelmiyordu), ilk olarak diğer sitelerden bahsettiğim bir mesajın yorumlarından birinde bahsetmiş olduğum http://maya-imya-aglaya.tumblr.com/ sayfasına baktım, indirmiş meğer kepenkleri. Hayra yormak istedim, hayra yordum.