Barış, dündü herhalde, favori filmlerimizden olan “Up in the air”den bir alıntı yaptı, ben hatırlayamadım ama şöyle bir şeydi:
(ilgili kısma dair videoyu ve diyaloğun yazılı halini de buldum)
İşbu girişte de Almanlar hakkında konuşacağız arkadaşlar, kitabınızın 29. sayfasını açın lütfen. Evet, hazırsanız devam edebiliriz.
Almanlar, mühendis doğarlar, optimizasyona inanırlar ve buna bağlı olarak da verimliliğe çalışırlar. Her ne kadar aşırı duygulardan acı acı inlemiyor olsalar da, bu “vasıfları” sayesinde eşsiz bir özelliğe sahiptirler: kalplerini masanın üzerine koyup, biyopsi yapabilirler (aklımdaki terim otopsi idi lakin, otopsi ölülere yapılan oluyor, o yüzden biyopsiye boyun eğdim), duyguları analiz edip, habislikleri kolayca, hayli nesnel bir biçimde tespit edebilirler. Kim yapar bunu (hangi Alman evlatları?) tabii ki mahserin uc dulgeri, Schopenhauer, comezi Mann ve babaları Goethe (yine de Goethe’nin çok da hakkını yememek lazım, o, herhalde yaşlı oluşundan ötürü, arada duygulara teslim oluyor, bkz. Werther).
İki Almanca kelime var: Weltschmerz ve Sehnsucht. İsteyene, bir üçüncü olarak Schadenfreude’yi verebilirim ama yine de onun konuyla pek alakası yok (Pollyanna’nın ta kendisi desem, yeterli olacaktır). Ama eğer, Almanca olmasına gerek yok, yabancı kelime olsun‘a razı iseniz, ilk ikisinin kategorisinde, aslanlar gibi bir İngilizce kelimem var: Maudlin.
Weltschmerz, yapı itibarı ile dünya anlamına gelen “Welt” ile, acı anlamındaki “Schmerz”in birlikteliğinden peyda olmuş bir terim. Kafka gibi bir şey olmak, dünyadan bir hayır gelmeyeceğinin ayırdına varmak, geniş anlamda bir ümitsizliğe kapılmak. Bu noktada Sehnsucht’u (ki “Sehn” özlem çekmek, “Sucht” da müptela olmak anlamlarına yakın imiş) da yanına koyunca, buyrun buradan yakın (sehnsucht’ta nesne belirsiz bu arada, önemli bir detay olaraktan). Maudlin ise kendine acımak – diğer ikisi ile ilk nerede karşılaştım, bilemiyorum, büyük ihtimalle Şopi vesilesiyledir ama maudlin’i ilk olarak Camera Obscura’nin “My Maudlin Career”le duymuş oldum, peşinden de, aynı takibin sonucunda, C.S. Lewis’in kitabında (“A Grief Observed”) tekrar bir araya geldik.
İki sene olmadı daha, işte John Steinbeck’in “The Winter of Our Discontent“ini okuyup, beğenmiştim. Geçen gün, şöyle bir karıştırıyordum, rasgele açtığım sayfada şu girişi buldum, çok hoşuma gitti, detayları da hatırlamayınca, “haydin bir daha okuyayım” dedim:
(…) “Oh, come on! Live big. The personal friend of Mr. Baker can afford time for a cup of coffee.” He didn’t say it meanly the way it looks in print. He could make anything sound innocent and well-intentioned.
Yine kitabın sonlarına geldim, yine koklaya koklaya okuyorum. İkinci okuyuşta çok daha güçlü geldi kitap (yüzeyde olup biten olayları bildiğinizden, altlarında yatan kıssalara daha rahat dikkat edebiliyorsunuz). İşte, sondan birkaç önceki bölümde karakter “Weltschmerz”den dem vurunca (hatta daha da ileri gidip, “Welsh rats” esprisi bile yapıyor – zaten Ethan Hawley’i gözümde hep Capra’nın “It’s a Wonderful Life”ındaki Cary Grant olarak canlandırıyorum. Kitap, hafif ve hayli yerinde mistisizmiyle Iris Murdoch’ın “The Sea, The Sea”siyle kol temasında, ondan farklı olarak ahlak ve göreliliği ama daha da önemlisi, kötülüğü bilen tanıyan iyinin durumu ve kötülükle, kötülüğün zoruyla baş etmeye kalkınca, iyiliğin nasıl da ister istemez kirleneceği üzerine kafa yoruyor (ben sonunu umutla bitirdiysem de, Bengü daha karamsar bir yorumu tercih etmişti bu arada, ilginç bir detay olarak belirtmek istedim).
Bir de şöyle bir duygu/olgu/insan var: bir yere gezmeye gideceği zaman gidiyor oluşundan hoşlanmadığı için, surat asarak giden ama gittiği zaman da orada iyi vakit geçiren ve döndüğü zaman da “iyi ki gitmişim!” diyebilen bir insan/ın duyguları/bu olgu. Benzer şekilde, telefonu çaldığı zaman konuşacak oluşundan dolayı canı sıkılan, genellikle telefonu açmayan (“sonra, kendimi konuşmaya hazırladıktan sonra ararım…”) ama sonrasında, nihayet telefonu cevapladığında da, konuşmuş olduğuna memnun olan bir insan. Düşümde bir adam var. Benim mi, bilemediğim… Bir adam var diyorum, düşünüp düşümden ayrı kaldığım… Bir adam… [tabii ki sibelalaş, pıffft! yani.]
Ek: Üç filmden üç resim, konuyla uzaktan alakalı olaraktan.
Şimdi o ek resimleri koyunca da aklıma şöyle bir alternatif tanım geldi: düşünün ki, bir kabusun içinde bulmuşsunuz kendinizi ama öyle canavarlı, exploiter bir kabus değil de, gerilimli, suspense bir kabus, hayli de mantıklı, zaten bu mantıklı oluşundan ötürüdür ki, daha bir eziliyor hissediyorsunuz kendinizi. Sonra uyanıyorsunuz ama aslında uyanmıyorsunuz ve bu da bir kabus değil. (Richard Cheese söyleyişi ile okunacak:) Weltschmerz, ladies and gentlemen! (klavye solo başlar).
Sevgili Bahar’ın tumblr‘ından arakladım (orada daha bir sürüsü var: Beckett, TomWaits, ohhooo!)
Bir de umut: Ey Aztekliler, bugün bir kez daha ayırdına vardım ki, 2012 için en büyük umudum sizsiniz.
Duymuşsunuzdur, duymamışsınızdır ama öyle ama böyle, Florence+the Machine’in ikinci albümü çıktı sonunda. Heyecanla bekliyordum, sonra beklerken uyuyakalmışım, hemşirem Anda’nım sağolsun, vaziyete uyandırdı beni, bir heves edindim, dinledim hemen.
Mesela Zooey Deschanel, “She & Him” ikilisini vücuda getirdiği grubuyla 2 sene aralıkla, birbirine çok benzeyen iki albüm çıkardı, ilkinin adını “Volume 1”, diğerinin adını da “Volume 2” koydu, bütünlük sağladı, biz de aferin dedik, zevkle dinledik (yılları kontrol etmek için Wikiciğime gittiğimde az evvel (24 Ekim 2011) bir
Beth Orton ile şimdi hatırlamadığım bir şekilde tanıştık. Kendisi orta yaştan hallice, çok tatlı bir hanım. Şimdi tam benim tipim yazıp da başımı belaya sokacak değilim ama sonuçta minyon, kızıl, çilli ve de yeşil gözlü, wispish, impish, elvish hanımlar da daha bir (pek!) sevimli oluyor, yalan mı? İşte ben de Beth Orton’u kliplerinde zevkle izliyorum izlemesine de, pek de dinlediğimi söyleyemeyeceğim, hatta genelde sesi kapatıyorum (sesi kötü olduğundan değil ama şarkıları beni pek açmıyor). Yine de, ucundan azıcık azıcık dinleyerek başladığım son dönem şarkılarından “
$izoSuru vesilesiyle bu indie dalgasına karıştığımda, Fierry Furnaces adında bir gruptan da haberdar olmuş, ammavelakin açık söyleyeyim, pek beğenmemiştim. Sonra Georgina (ki canı çok sıkkın değilse her gün bir şarkı yollar facebook’a / benim twitter hesabına) Eleanor Friedberger diye birinin “
Up All Night, sadece Will Arnett için bile seyredilir sanıyorduk, yokmuş öyle bir şey, Will Arnett gibi sonsuz bir ferahlık absürdite awkwardness şelalesini fıskiyesini harcamışlar, e ben daha ne diyeyim… Christina Applegate ne yazık ki istikrarlı düşüşünü sürdürüyor (poffidi poff… taa kaç sene evvel (20) Married… with children’da oynarken ettiğim evlenme teklifini kabul edecekti, bak şimdi ne oldu (dönsen bile dönsen bile bulamazsın beni bende…)). Bu arada, Arrested Development geliyor — 1 sezon + film olarak, darmadağın olacağız. Kocasından bahsediyorken, hanımına değinmezlik olmaz: bugün, posta kutumda amazon.de’den bir mektup buldum, “Jetzt neu: “Pawnee: The Greatest Town in America” von Leslie Knope” diyordu, artık nereden öğrenmişse zaaflarımı (
Bakayım bir daha, neler vardı… Free Agents ya. Bilirsiniz, bilmezsiniz, İngiliz dizilerinin Amerikan adaptasyonları tutmaz. Bir tane istisna vardır, o da “Office” bunu da dünya alem bilir (Episodes’da da bahsi geçer). Bunun yanı sıra uyarlama olduğu halde tutmuş iki dizi daha vardır – biri İsrail’den gelen (gerçi o da 3. sezondan sonra iptal edildi ya, ama neyse) “In treatment”, diğeri de Avusturalya’dan “Wilfred” (iti). In treatment’ın senaristini bizzat getirmişlerdi, Wilfred’ın itini. İt yazınca, aklıma geldi, IT Crowd da başka bir ülkede uyarlanmış fakat tutmamıştır, bilin bakalım hangi ülke? Hayır, bilemediniz, doğru cevap ALMANYA!!! olacaktı! ALMANYA! 30 Rock’ta Alman sitcom’ları vaktiyle süper bir şekilde işlenmiş idi (

As you might (or might not) know, I have an honorary sister for quite a long time. Even though her name is Neslihan, I used to call her Ece but after my daughter was born and was also named Ece, things got a little bit complicated and we had to switch back to the real name basis again.




After two years, we moved to Spain and departing away from them was the worst part of the whole deal. They came to our visit shortly after but we just can’t get enough of them, and after that visit, they also moved outside the country to California, USA, and now it’s an ocean apart.















