
Çağlar ve bütün dünya için.

tekrar et, bugün günlerden cuma…
(right here, right now..)
You and me we were the pretenders
We let it all slip away In the end what you don’t surrender Well the world just strips away Girl, ain’t no kindness in the face of strangers I ain’t lookin’ for praise or pity Ain’t no mercy on the streets of this town Tell me, in a world without pity Oh girl that feeling of safety you prize So you’ve been broken and you’ve been hurt You might need somethin’ to hold on to Baby, in a world without pity Boss, Human Touch |
…Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık / Sevgiyeydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı / Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü… (CS,Aşk)
sonra Ghost in the Machine‘i koydum, Spirits in the Material World başladı, Every little thing she does is magic geldi arkasından haliyle, hala iyiyim, hala güzelim, sonra Invisible Sun aklıma patronun Human Touch‘ı getirdi, onun peşine The River‘ını taktım, gözlerim sulandı her seferinde olduğu gibi. Tom Waits, Muriel‘le bir detour yaptık (…And the diamond twinkle in your eye / is the only wedding ring I’ll buy you…). Sonra yine döndük köyümüze, Hungry Heart koydu bebeği bu sefer (Got a wife and kids in Baltimore Jack / I went out for a ride and I never went back / Like a river that dont know where its flowing / I took a wrong turn and I just kept going…) ondan sonra bir Atlantic City hatırlıyorum hayal meyal (TW – Frank’s wild years‘ı düşünemedim bile (never could stand that dog…)).
Durduk yere kanserojen yaptık. Oralarda bir yerlerde, en son G. ile onun bir şekilde Nathji’nin dansını seyretmesini bekliyorduk halbuki, ki o da çok hüzünlü geliyor son iki/üç gündür. Lokal bir tanrının böylesine mütevaziliği ama sonra yazacağım onun hakkında da. G. bir taraftan beklentilerini yükseltirken, ben de güzelce kod yazıyordum.
Sonra bunlar oldu, bunlar çaldı.
Not: Bu giriş yukarıda bitti. Ama arka plandaki bu Lale Müldür halen devam ediyor..
Sen yolun aydınlık tarafından
gideceksin Ben gölge Sen Van Morrison dinleyeceksin Sen Madrid’e gitmek isteyeceksin Sen ağaçları budayacaksın sen yağmur yağınca içeri Sen yelpaze gibi açılan yaprakları Sen köpekleri şımartacaksın ( Ben bir jet uçağında gideceğim Sen Ferrari’li beyefendi olacaksın Sen bir ardıç kuşu olacaksın ( Ben bir jet uçağında gideceğim Yaşadığım hiçbir şey önemli olmayacak ben aşkı mineraller, bitkiler sen Kanun eşliğinde vizyoner sarı & zamansız sen “kaderini uzayda ara” Lale Müldür, Sarı ve Zamansız Balad |
Şimdi normal bir insan olsam, “anlayanlar anladı” der, bu noktada (hatta bu noktaya gelmeden) bu girişi bitirirdim. Ama uzun yıllardır birlikte yaşıyor olageldiğimden olsa gerek, biliyorum ki, yaklaşık iki hafta sonra bu girişi görüp, “ben FRIENDS sevmem ki, niye bunu koymuşum buraya?” diye soracağım kendime. O yüzden senin için geliyor Sururi Efendi (Wherever you are, tonight, I’m wishing you the best of everything you lucky you (ha ha charade you are)):
–buraya teker teker 5 SMS’i de geçirmiştim ki, sonra utandım, bir de nazar değer diye korktum, ne mutlu bana–
Geçen bölümün özeti: Kendi halinde küçük bir düzyazar olan E.S.(++) bir grup sevilesi tikinin (~Friends izleyicisi) tacizine maruz kalır, pek de mutlu olur ayayay. O bunu fark ettiğinde vakit geçtir o yüzden oturur bu girişi döşenir. Utanmadan da ekler: en çok da G.’nin mesajına sevindim (o-la-la, vous le vous danser avec moi?)
Hakikaten iyi ki varsınız, birden siz gelseniz aklıma, bir gelincik açar ansızın, bir kuş gelir yüreğimin ta ucuna konar, bir gelincik, sinsi sinsi kanar (sonlara doğru Bedri Rahmi Voltranoğlu).
Böyle.
Futurama – The Beast with a Billion Backs
Half Nelson
Definitely, Maybe
Futurama kötüydü, Brittany Murphy güzeldi, 1977’liymiş. Tek espri Bender’ın çocuğu idi.
Half Nelson iyiydi, Ryan Gosling‘i beğendik (Bengü daha çok beğendi), Lars and The Real Girl’de de iyiydi, hele şu bir şey söyleyince/sorunca cevap vermek yerine önce yere bakıp sonra yine size bakması yok mu (var). İyi adam, hakikaten sıkılgan ama bir yandan da rahat. Half Nelson, kurt kapanının bir varyantı imiş güreşte. Kurt kapanı Full Nelson oluyormuş, anlayınız işte. Bora seyretse sever sanırım bu filmi, ben Ryan Gosling’i de Bora’ya benzetiyorum zaten. Ryan Gosling 1980’li imiş. Film sömürü yapmadan anlatıyordu anlatmak istediği şeyi. Hep derim, karakter kendine acımıyorsa, ağlak muhabbet açmıyorsa, ben niye üzüleyim, birlikte takılırız pekala..
Two Guys, a Girl (and a Pizza Place) dizisi rastladığımda seyrettiğim ama öyle pek de takılmadığım bir dizi idi (yanlış hatırlamıyorsam Patron severdi), zaten sonra(?) Friends çıkınca EkinMekin Bey de şiftırmıştır herhalde (işkembeden sallıyorum). Oradaki kızı severim (Traylor Howard imiş adı), şimdi Monk’da oynuyor, bir de benzer bağlamda Numb3rs’ın ilk sezonlarındaki profiler’ı da sevmiştik biz (Sabrina Lloyd imiş, ona da baktık şimdi).
Şimdi Elizabethtown ile How I Met Your Mother‘ı alınız, birleştiriniz. Ana karakteri two guys a girl and bilmemne bilmemne’den Ryan Reynolds‘a oynatınız, bir de aşırı derecede gereksiz biçimde bunun kızı rolünü de Little Miss Sunshine’daki kızı ile No Reservations’daki kızı (Ratotuille’ün gazıyla seyretmiş idik) oynayan rahatsız edici bilmemkime veriniz. My Summer With Des‘te hastası olduğumuz ve o ünlendikçe şiddeti azalsa da hala daha sevdiğimiz Rachel Weisz’ı, Scrubs’tan bayılageldiğimiz, 40 year old virgin’le hasret giderdiğimiz Elizabeth Banks‘i ve yeni tanıyıp, haydi onu da sevdik diyelim, Isla Fisher‘ı da adaylar olarak oynatalım.
Şimdi, film, HIMYM diye bir dizi olmasa imiş, zannetmem ki yine çekilirdi, sonuçta evet, arak. Ama batmıyor, çünkü öyle devrimsel nitelikte yeni bir şey getirmiyor. Yani Matrix de Ghost in the Shell ya da Blade Runner olmasa belki çekilemezdi ve bu önemli bir şey çünkü oradaki düşünceleri yeni bir şey gibi pazarlıyor. Filmimiz ise kendi halinde, hayli eli yüzü düzgün, size de acaba bu mudur, bu mudur şeklinde sorular sorduran ve birkaç kere de ters köşeye yatıran bir film idi, teşekkür ediyoruz kendisine. Müzikler beklentilerin altında kaldı, filmi keşke Cameron Crowe yönetse idi şeklindeki düşüncemi yönelttim kendime. Bengü de süper bir saptama ile Ryan Reynolds’ın ne kadar da Will Ferrel’imsi olduğunu işaret etti, yerine de Ryan Gosling’i oynatsalardı keşke dileğini paylaştı sonra da, katıldım.
Bu giriş çok uzadı, tanıtım mahiyetli bir şey olmuş olsun bu, sonradan belki ana konuya da gireriz. Bu arada siz de filmi izleyin, tavsiye ederim, beklentinizi normal tutun ve HIMYM holiganlığı yapmayınız pls.. Ve evet, film hakikaten Almost Famous ile Elizabethtown tadı taşıyor ki, Cameron Crowe çekseydi daha da iyi olacaktı (böyle de güzel, yanlış anlaşılmayayım).
Tezer Özlü – Yaşamın Ucuna Yolculuk
Tarkovsky – Solyaris
Iris Murdoch – Black Prince
Iris Murdoch – The Sea, the Sea
Jim Jarmusch – Broken Flowers
BD as ES, DG – İlgili Haytnet Muhabbetleri
Hamiş: Kevin Kline’ı iki saat tanıyamadım. Yani tanıdığım biri, görüyorum ama kim, çıkartamıyorum bir türlü… Herhalde Bill Murray in Wes Anderson oynadığı için. Ama yaşlılık yakışmış, rol yakışmış.
Now is the winter of our discontent
Made glorious summer by this sun of York; And all the clouds that lour’d upon our house In the deep bosom of the ocean buried. Big “S”, R3 |
Bunu özellikle severim… Yani HÖH! diye kaya gibi girer oyuna amca, böylesi tok bir masif kütle küt diye oturuverir, bir anda sessizlik olur, başlar çevrilir, sözcüklerin ritmi evrilir yavaştan steady’ye, taşlar yerine oturur. Ve işin asıl kısmı, bu tanımları oyuna bağlı kalarak yapmıyorum. Şiir olarak karşıma çıksa, sadece bu kısım olsa söz konusu yine aynı şey yine aynı şey. Wordslinger olayı.
(but could be as well —- well…)
“In his Autumn ‘fore the Winter
Comes Mans’ last mad surge of youth.” What on earth are you talking about? The Chameleons, Don’t Fall |
Bu da çok sağlamdır. Chumbawamba’nın Thumbtumping’inin açılışı gibi ama o italik kısım cazırt! diye çiziktiriverir plağı. Bir de edebiyat/musiki ille de kasayım diyorsanız, Betül Hanım’ın kulakları çınlasın, Divine Comedy / Booklovers – bakayım youtube’de var mı… bilmiyorsanız yokmuş ama biliyorsanız buraya da bakın.
ve all time favorim as quoted by TSE in Gerontion from the big “S”‘ Measure for measure (Kafamı kırıyordum bu bilgiye ulaşabilmek için… kafamın arka tarafında her daim böyle bir şey var: neither youth.. but dream… noon. Eliot’tan ötürü bildiğimi de biliyorum ama kitaplar yok tabii. Google google, eliot shakespeare neither dream nor but dream. Birkaç ay önce bir kez daha girişmiş lakin başarılı olamamıştım, bu sefer tutturdum! 8) (sadece koyu+büyük kısım, btw):
Be absolute for death; either death or life
Shall thereby be the sweeter. Reason thus with life: If I do lose thee, I do lose a thing That none but fools would keep: a breath thou art, Servile to all the skyey influences, That dost this habitation, where thou keep’st, Hourly afflict: merely, thou art death’s fool; For him thou labour’st by thy flight to shun And yet runn’st toward him still. Thou art not noble; For all the accommodations that thou bear’st Are nursed by baseness. Thou’rt by no means valiant; For thou dost fear the soft and tender fork Of a poor worm. Thy best of rest is sleep, And that thou oft provokest; yet grossly fear’st Thy death, which is no more. Thou art not thyself; For thou exist’st on many a thousand grains That issue out of dust. Happy thou art not; For what thou hast not, still thou strivest to get, And what thou hast, forget’st. Thou art not certain; For thy complexion shifts to strange effects, After the moon. If thou art rich, thou’rt poor; For, like an ass whose back with ingots bows, Thou bear’s thy heavy riches but a journey, And death unloads thee. Friend hast thou none; For thine own bowels, which do call thee sire, The mere effusion of thy proper loins, Do curse the gout, serpigo, and the rheum, For ending thee no sooner. Thou hast nor youth nor age But as it were an after dinner sleep Dreaming on both: for all thy blessed youth Becomes as aged, and doth beg the alms Of palsied eld; and when thou art old and rich, Thou hast neither heat, affection, limb, nor beauty, To make thy riches pleasant. What’s yet in this That bears the name of life? Yet in this life Lie hid moe thousand deaths: yet death we fear, That makes these odds all even. |