Şopi ve Ben.

Köpeklerine ya da diğer evcil hayvanlarına filozof ismi koyan biri olmadım, ama yine de bir köpeğim olsa idi şayet, adını Şopi koyardım (koymazdım). Zaten bir köpeğim olsun istemezdim ayrılıkları sevmez oluşumdan ötürü (o gidince ben üzülürüm, ben gidince o üzülür, ben de üzülürüm, şimdi ona kim bakacak, ne yapacak diye – beni unutsa bir türlü, unutmayıp her gün tren istasyonuna gidip dönüşümü beklese başka türlü). Halbuki eşya meşrebine mesela, seve seve, içimden gelerek isim takarım, onlara daha da bir bağlanır, onlarla bozulur, onlarla coşarım. "Chungking Express"teki Tony Leung kadar olmasa da (o ki günden güne eriyen sabununa, "kendini koydun, ipne ipliğe dönüyorsun, toparlan biraz" der, ipe henüz astığından damlamakta olan bezini "ağlama artık" diye teselli eder, e sonra tabii Faye Wong ile görür hanyayı da Konyayı da..), yine de konuşurum ara ara, dertleşirim, şarjları bitiyorsa eğer teselli/teskin ederim, şarj olurken geçmiş olsun ziyaretine gider, hatırlarını sorarım.
 

 


Hollanda’ya vardığımda, sağolsun hocam Marcel, daha ikinci günden arazi bisikletini idareten getirip vermişti bana. Havalı bisikletti doğrusu.

 

 

 

 

Bahçede, kırda, arazide, şehirde… Şehir de şehirdi hani.

 

 

 Bengü ile Ece de gelince, ilk iş birer bisiklet almak oldu – Ece’ye binmekten çok arkasındaki sepete bahçenin deniz kabuklarını doldurmakla iştigal ettiği, itme sapı da olan bir 3 tekerlekli, Bengü’ye de aslında kendime aldığım ama sonra pek kullanışlı bulmadığım katlanır bir bisiklet aldık.

 

Bir gün, öğle yemeğinde birbirimizi gaza getirip, bisiklet uzmanımız Frederik, Deniz ve Ben, atladık, üniversitenin biraz ilerisindeki ikinci el satan Kringloopwinkel Delft‘e yollandık. Benim önceliğim vites ve "el freni" idi (Hollanda’daki bisikletlerin çoğunluğu, ‘kontra’ tabir ettiğimiz, pedalların geri çevrilmesiyle arka tekeri kilitleyen fren sistemine sahip). Tam aradığım gibi bir bisiklet bulduk, Frederik bilirkişi olarak bir tur attı, peşinden bir de ben denedim ve böylelikle 2 sene sürecek bir macerada Tonto’yla birbirimizi bulmuş olduk..

 

 

 

Oradan hemen sonra Tonto’yu bir bisiklet dükkanına çekip, Ece için arka koltuk, yanlara çanta ve bir de kilit taktırdım. Aksesuarları Tonto’nun iki katına mal olmuştu. Ece Tonto’yu ilk gördüğünde mavi değil diye 1 saat ağlayıp, ona almış olduğum pembe prenses kaskına rağmen başlarda binmek istemediyse de, son güne kadar arkamdaki koltuğa kurulmuş bir şekilde sabahları bana eşlik etti, türlü maceralara çıktık kızımla Tonto’nun üzerinde..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tonto’nun adını sonradan koydum, ya da işte otobüste ya da başka bir rutinde düzenli olarak görüştüğünüz biriyle sohbet kurarsınız da artık birbirinizin adını sormanın ayıp kaçacağı o zaman dilimine çoktan gelmişsinizdir, neyse ki, ortak bir arkadaş, ya da bir defter etiketi yardımınıza koşar, o vesileyle öğrenmiş olursunuz, Tonto’nun adı da öyle geldi bana, yavaş yavaş, içten. Tabii çocukluğunuzda Maskeli Süvari’yi seyretmişliğiniz varsa, işlerin biraz karıştığını fark edeceksiniz zira "Heigh Ho Silver!"dan da açıkça anlaşıldığı üzere, Maskeli Süvari’nin beyaz atının adı Gümüş olup, Tonto kızılderili yardımcısının adıdır! (Zaten renginden en başta anlamam lazımdı ya!). Anlayacağınız, Tonto gık çıkarmadan yıllarca (2) beni sırtında/omzunda taşıdı, seneler (2) geçtikçe vitesi, freni hepsi birer birer sakata düştü, o yine de ses etmedi.

 

 

 

 

 

Ben, Tonto ve ıııı…, şey….

 

Bozulan vitesi de, freni de kutu kutu penseyle kestim, çıkardım. İspanya’ya gideceğim gün yükledim bütün ikinci elciye vereceğimiz eşyaları 2 aydır kızımdan boş kalan arka koltuğuna, yanlardaki ceplerine, ayrılığın kaçınılmaz olduğunu anladıysa da, yine de şikayet etmedi. Onu aldığımız krinkleloop dükkanına gittik (hayır amacıyla kurulan bu ikinci el dükkanları, eskilerinizi bedavaya alıyor, onları bakımdan geçirdikten sonra cüzi fiyatlara satıp, fakirlere ve muhtaçlara yardım ediyor), önce arka koltuğunu, ceplerini boşalttık, sonra da Tonto’nun (kilidinin) anahtarını verdim oradaki görevliye, öyle boynu bükük vedalaştık, az ilerideki otobüs durağında beklerken o hala bana bakıyordu.

 

 

 

 

Başka ne mi diyecektim? Eşyalara bağlanırım (because you can not disappoint a picture – Troy). Sevdiğim insanlar için iyi şeyler düşünmeyi, onları düşünmeyi, onlarla vakit geçirmeye tercih ederim. Telefon çalınca canım sıkılır, e-mailleri kaale almayan insanlara bile 5 e-mail atarım 1 kez telefon açana kadar, sonrasında üzüle üzüle ararım mecbur olduğumdan. Böyle olan bir tek ben de değilim. zaman değişiyor, çekinik, ibiş, nazik kibar ince zevkli empati dolu çekingen erkekler olduk ki 2000 yıl öncesinde Sokrates bize "aman, sakın ha!" demişti, birkaç yüz yıl önce de Şopi de zokayı yutmuş idi. Halbuki en su katılmamış evrimci bile söyleyebilir bize, bu yol yol değil, amanın erkekler!

 

 

 

 

– Müzik eğitimi kendine uygun bir beden eğitimi ararken, acaba geçici hastalıklar dışında hekimliği lüzumsuz kılacak bir eğitim yolu bulamaz mı dersin?

– Bulur bence.

– Gençlerimiz idmanlarında, çetin talimlerinde, beden gücünden çok içlerindeki coşkunluk gücüne dayanacaklar, onu geliştirmeye çalışacaklar. Yiyeceklerini, çalışmalarını düzenlerken, bildiğimiz atletler gibi, yalnız beden güçlerini gözetmeyecekler.

– Çok doğru.

– Peki öyleyse, Glaukon, müzikle jimnastiğe dayanan bir eğitim yolu kuranlar, birçoklarının sandığı gibi, biriyle sade bedenimizi, ötekiyle yalnız içimizi eğitmek amacını gütmezler, değil mi?

– Hayır.

– Herhalde ikisinin de amacı, daha çok kafamızı yetiştirmektir.

– Peki ama nasıl?

– Ömürlerini jimnastikle geçirip, müzikle ilgileri olmamış, ya da tam tersine, öüzikle ilgilenip bedenlerine bakmamış kimselerin ne hallere düştüklerini bilmez misin?

– Anlamadım, hangi hallere demek istiyorsun?

– Birileri kabalığa ve sertliğe, öbürleri yumuşaklığa ve gevşekliğe düşüyor demek istiyorum.

– Doğru, yalnız bedenlerinin gelişmesiyle uğraşanlar gereğinden çok sert, yalnız müzikle uğraşanlarsa, kendilerine yakışmayacak kadar gevşek oluyorlar.

 – Oysa ki, sertlik insanın içindeki coşkunluktan gelse bile, eğitim yoluyla yiğitliğe çevrilebilir. Ama bu sertlik aşırı bir hale gelirse, çekilmez bir kabalık doğurur.

– Bence de öyle.

– Yumuşaklıklsa filozofça bir tabiata vergi değil midir? Ama o da, aşırı bir hal alırsa, gereğinden çok gevşeklik doğurur. Bu huy güzelce geliştirilirse, ölçülü bir yumuşaklığa götürür.

(…)

– Dört bir yanımızdan zurna sesi gelirse, kulaklarımızdan içimize oluk oluk, yumuşak, tatlı, hüzünlü makamlar akıtılırsa, bütüm ömrümüz türkü mırıldanmakla geçer. En büyük keyfi türkü söylemekte bulursak, içimizdeki sert coşkunluk, demirin ateşte yumuşadığı gibi yumuşar. İşe yaramaz, kaba bir şeyken yararlı bir hale gelir. Ama böyle sürüp giderse, bundan bıkacak yerde kendimizden geçersek, içimizdeki bu güç büsbütün yumuşar, erir. Sonunda yiğitliğimiz de yok olur. İçi bu derece gevşemiş bir insandan da sünepe bir savaşçı çıkar.

– Doğru.

– Hele insan doğuştan coşkun değilse, bu gevşeme daha da çabuk olur. Ama, doğuştan güçlüyse, duygularındaki coşkunluk gitgide azalır, olur olmaz yerde kırılır, gevşer, patlar, söner. İçindeki ateş acılığa, geçimsizliğe çevrilir.

– Böyle olur tabii.

– Peki tersine, yalnız jimnastikle, iyi yemek içmekle uğraşır da, ne müziğin, ne de felsefenin semtine uğrarsa ne olur? Başlangıçta beden gücü güvenini arttırıp yürekli bir insan olur.

– Herhalde.

– Peki ama, bu insan jimnastikten bşaka bir şey yapmaz, hiçbir zaman bilim ve felsefeyle karşılaşmazsa ne olur? İçinde öğrenme isteği olsa bile, öğrenmenin tadına varamadığı, hiçbir araştırmaya merak sarmadığı, ne sanatla, ne de müzikle uğraştığı için bu isteği zayıflar, körlenir, sonunda yok olur.

– Öyledir.

– Böyle bir insan, düşünceye ve söze düşman, müziğe yabancıdır. Sözle anlaşamaz. Bir hayvan gibi her şeyi zorla, kabalıkla elde etmek ister. Ömrünü, bilgisizlik ve budalalık içinde, ölçüden düzenden yoksun olarak geçirir.

– Haklısın.

– Demek ki, Tanrı insanlara müzikle jimnastiği ne sadece kafasını, ne de sadece bedenini eğitmek için değil, onlarda coşkun bir yürekle bilim sevgisi olsun diye vermiş olacak. İstemiş ki, insanın içindeki bu iki güç, iki tel gibi bir gerilip, bir gevşetilerek düzenlenebilsin.

– Öyle görünüyor.

(Platon, Devlet, s105+, çev: S. Eyüboğlu, M.A. Cimcoz, İş Bankası Yayınları)

 

 

Bir de, Şopi’de olması lazım, nasıl da insanın kendini geliştirdikçe daha üst sanattan zevk almaya başladığına dair düzülen övgüler vardı, çok aradım, hiç bulamadım. Onun yerine zavallıcığın hakikaten son derece acınası (başka sıfatlar kullanmıştım ki, saygımdan sildim) yazdığı bir kitabı olan Cinsel Aşkın Metafiziği’nde şunları buldum:

 

Cinsel sevginin temelinde yer alan mülahazaların ikinci kümesi manevi niteliklere dayananlardır. Burada, bir kaının evrensel olarak bir erkeğin ruhunun yahut kişiliğinin niteliklerince cezbedildiğini görürürz, bunların her ikisi de babadan tevarüs edilir. Kadınlar, irade sağlamlığı, kararlılık, cesaret ve belki de dürüstlük ve iyi kalplilikten büyülenirler. Buna mukabil zihnifikri niteliklerin kadınlar üzerinde doğrudan yahut içgüdüsel bir gücü yoktur, bunun çok basit bir sebebi vardır, çünkü bunlar babadan devralınan nitelikler değildir. Erkekteki zeka eksikliğinin kadınlara bir zararı dokunmaz; doğrusu fevkalade bir zihni üstünlük, hatta deha, anormallik olarak kadınlar üzerinde olumsuz bir etki bile doğurabilir. Bu sebepten ötürüdür ki, kadınların sık sık budala, çirkin ve kaba saba bir erkeği iyi eğitilmiş, zihni nitelikleri yüksek, nazik bir erkeğe tercih ettiklerini görürüz. Aşırı derecede farklı mizaçlara sahip insanların sözgelimi kaba saba, güçlü kuvvetli ve dar kafalı bir erkekle, ziyadesitle duyarlı, ince düşünceli, kültürlü, estetik beğeniye ve benzeri niteliklere sahip bir kadının ya da fevkalade bilgili, görgülü ve dahi bir erkek ile kuş beyinli bir kadının, çok kere aşk için evlenmelerinin sebebi budur.

(Schopenhauer, Aşka ve Kadınlara Dair, s54, çev:Ahmet Aydoğan, Say Yayınları)

 

Hani, böyle bir şeyler hakkında bir şeyler söylersiniz (söylerim), etrafınızdakilerin de hoşuna gider, gaza gelir coşarsınız, sonra kendinizi teknoloji dediğimiz şeyin (adıyla söyleyecek olursan transistörlerin) 1940’larda uzaylılar tarafından getirilmiş olduğunu düşündüğünüzü yumurtlarsınız (ya da aslında Ay’a 1969’da ayak basılmadığını, ya da başka türlü bir inciyi). Amerikan dizileri buna "didn’t have noticed until I said it aloud" durumu diyorlar, biz Türkler de "Geçmiş olsun".

 

Lise Felsefesi’nin -ki başlıca varoluş amacı insanları daha gencecik iken felsefeden soğutmak ve felsefenin pipoyla ilintili ve komik ve aptalca bir şey olduğuna inandırmaktır- temel sloganlarından biri olan "filozoflar yılları aşıp birbirleriyle konuşurlar!" loyloyunu "ç" ile yazılır halde çiddiye alacak olursak, Sokrates’in Şopi’ye bu lafları üzerine şöyle pek de nazik olmayan bir (el) kol hareketi çekeceği şüphesizdir. Bir de Gürer Efendi’nin tezinde çektiği bir numara vardır, onun el çabukluğu marifet makamında çektiği bu hınzırlığa kaş çatagelirim yıllardır: Sevgili Palpa, tezini iki alıntıyla açar (takriben 15 sene evvel gördüğümden, "aklımdan" "benzetim" yapacağım), birincisi günceldir, şimdi adını hatırlayamadığım bir amcanın "eski insanlar, depremi tanrıların gazabına bağlar, böyle bir durumda kurban murban keserlerdi" sözünü alıntılar, onun hemen altına da Seneca’nın (MÖ54 – MS 39 –hobaa, kaç yıl yaşamış bu amca ya? Kurşun borular keşfedilmemiş miydi onun zamanında? 8P)  gayet tektonik, bilimsel ve ilimsel açıklamasını koyar. Sanki biz bilmiyoruz "eski insanlar" tabir edilen beşir ile bu sefil (Caligula) istihza arasında temizinden 3000 yıl olduğunu (bunun benzeri bir şeyin de ayırdına geçen gün vardım, öylece kaldım, size de hatırlatayım, siz de şaşırın isterseniz, dilerseniz: ilk insanlar ~MÖ3000, dinozorlar 230 milyon yıl önce. Dünyanın yaşı: 4.5 MİLYAR YIL! yani kaç dinazor, kaç evrim, kaç insan, kaç medeniyet — inanmıyorsanız, açın Futurama’nın ilk bölümünde Fry hibernasyondayken arka planda gelişen olaylara bakın, yalan söylüyoruz sanki.)

 

Vaktiyle, Şopi’den bahsederken, aşağıdaki Bobiş resmini bulmuştum alakalı parametrelerle google images’a gittiğimde, geçen gün "gerçeği" ile karşılaştım (ilgilenenlere: aynı arkadaşın Schrödinger ve Kedisi temalı dövülesi eserleri de mevcut)

 

 

Atman ile Şopi

 

Son birkaç söz: Hala empatinin iyilik/kötülük tanımlamasının baş malzemesi olduğunu düşünüyorum. Başarılı insanları pek sevmiyorum. Sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir. Ama bunun yanısıra, insanları tanıdıkça genel kalıplarının sıyırıp, sevebilişimi de seviyorum (misal Johnny Ramone, Eddie Vedder — sağcı bunlar deyu kestirip atmıyorum / Hakan geçen gün bir yazı yazmış idi -ki onun sitesini de o olduğunu bilmeden pek seçici RSS reader listeme almışlığım vardır- birkaç sağcı bilimkurgu yazarı ile ilgili, şimdi oradan aklıma geldi). Empati ~ iyilik gibi bir şeyler dedim, e ben çok mu iyiyim? Zararsız gibiyim daha çok, vaktiyle belirttiğim gibi: kötü olmayışım kötülük yapamayışımdan kaynaklanıyor olabilir (gibi gibi) (ama o zamanlar kafamda pembe kask olduğundan kelli, pek dinletemedim sanırım kendimi).

 

Bir sürü imla hatası vardır kesin, düzeltirim yarın öbürsü gün. Gürer Beyciğimin deyişiyle: Ööeeh! (Meh..)

“Şopi ve Ben.” için 8 yorum

  1. olalal — cCc Seneca cCc reyizden 3000 yıl evvel Atlantis Mu falan vardı, bırak tektoniği, başka alemlerde ortamlara akıyorlardı asisim. Ayrıca güncel alıntıyı tam ben de hatırlamıyorum ama bir Jeoloji kitabından idi.

  2. Nempati? — Efenim şimdi TDK’ya baktım, empatiye ‘duygudaşlık’ diyor, başka bir yerde de ‘diğerkamlık’ (a’nın şapkası olacak) gibi bir şey okumuştum. Yani empati~iyilik ise, iyilik illa başkasının hislerini paylaşabilmekten mi geçiyor? İyi de, diyelim ki ben öküzüm, kim ne hisseder hiçbir fikrim yok, acılarınızı zerre paylaşmıyorum; ama yine de sizin acınızın kötü olduğuna inanıp size iyilik yapıyorum. Öküz de olsam iyi bir öküz olduğum anlamına gelmez mi bu?

    Bu arada ilk insanları yazının icadından biraz sonrakiler, ~MÖ3000’e koyarak ne demek istiyorsunuz siz? “Düzgün yazamayan insan insan değildir!” mi?

  3. zen ve bisiklet bakımı bunlar zor işler — Bisiklet konusu açıldığında çoğu insanın anlatacağı birden fazla anısı olur genelde. Benim en çok aklımda kalanı, kazalar haricinde, fren teli koptuğunda hangi ayakkabının sürtünmeye daha dayanıklı olduğunu anlamak için birkaç ayakkabıyı feda edişimdir.

    Yazının, bisikletle vedalaşma bölümü çok acıklı olmuş. Gözümün önünde olmuş, olaya tanıklık etmişim gibi hissettim. O buruk bakışlar, o hüzün, o çıkmamış candan ümit kesilmemesi …

    İbrahim Tatlıses de gizli Schopenhauer hayranı olabilir. Canlı söylediği çoğu şarkıda onun adını anıyor, şopi şopi, deyu.

  4. the best is yet to come… — ya da grandfathermother tell me a story…

    Gurer Bey: Efendim, mu imis, atlantis imis, sizin bir tirnaginiz bile olamazlar. Bu medeniyet hala var ise, varligini size borcludur (dedi lab fareleri, kedi onlari duymazliktan geldi 8).

    Gece gece manowar cektirdiniz canimizi azizim, salam ederim uzun uzun.

  5. cilgin patiler… — Melaba Turan! (bir dakika, klavye duzenini degistirip geleyim)…

    Şopi’yi yazarkene, Ayşe Düzkan’ın (ayşe düzkan’ın) vaktiyle Cezmi Ersöz için yaptığı, hastası olduğum bir saptamayı alıntılayacaktım: Kendi özel meselelerini insanlığın, insanlığın meselelerini kendi özel meseleleri olarak kavrar.

    gibi bir şeydi. Şopi de, işte o alıntıladığım kısımda fena halde yakayı ele veriyor, insan üzülüyor gülünç duruma düşüşüne… Şimdi sen de yazı yazamayan insanların avukatlığına soyununca, senin de üniversite yıllarında nasıl da okuma-yazma konusunda zorlandığını, ancak özel derslerle arkadaşlarınla arayı kapattığını hatırlayıverdim, hey gidi günler! Bir de geçen gün, Wim Wenders’in Cave of Forgotten Dreams‘ine göz gezdirdik, öyle işte..

    “Empati = midir iyilik” konusuna gelirsek, o pembe kasklı olduğum yazıda da ele aldığım üzere, olaya tersinden, yani kötülükten yaklaşacak olursak, (empati yoksunluğundan) yaptığı bencilliğin kötülük olduğunu bilmeden yapanlar aslında kötü müdürler? Uyarınca yaptığını yapmayı bırakıyorsa hayır, bırakmıyorsa evet. Bu bağlamda uyarma eylemi, empati yoksunluğundaki iyilik/kötülük özdeğerlerine dair dejenerasyonu ortadan kaldıran bir operatör olmakta (bıy bıy bıy padişahım). Sokrates gibi, bunu (uysa da yedirdim, uymasa da yedirdim icabınca) “kanıtladığımıza” göre, şimdi tersine gidelim. Bu konuda Bengü de senin gibi düşünüyor, mesela ben diyorum ki, “bence, din, cehennem, yasa korkusundan suç işlemeyen ama böyle bir kanun olmasa kolayca kötü şeyler yapacak kimseleri almayalım cennetimize, devletimize”, o da diyor ki, “olmaz öyle şey, adam sonuçta kendini tutmuş da olsa, yapmamış, eylem yok, dolayısıyla suçtan da söz edemeyiz.” (böyle diyorsun, değil mi Bengü?). E ben de bugün çok canım çektiği halde fosur fosur puro tüttürmüyorsam, vücuduma olan saygımdan, ona kötülük yapmama isteğimden, içki içmiyorsam, domuz yemiyorsam, eh o da küresel ısınma korkumdan. E ama şimdi ben ölüp de -diyelim- cennete gittiğimde, masaya oturup da garson bana ne arzu ettiğimi sorduğunda, “puro, alkol, domuz jambonu” deyince ne olacak? Direkt cehenneme yollanmayacak mıyım? Haydi onları geçtim, benim sevdiğim hemen hemen tüm yazar/yönetmen/müzisyen tayfasının da pek orada bulunacağı yok, e ben ne yapayım o kadar iyi kalpli insanın arasında!.. Buna çözüm olarak, cennetin/cehennemin bireysel sanal ortamlar olduğunu düşünüyorum, herkes her istediğini yapacak, ama aslında her şey en az şimdiki kadar/gibi mükemmel bir simülasyon olacak. Bu o kadar özgün bir düşünce de değil (ne yazık ki). Ben kendim buldum (miras değil, alın teri) ama e bak Iain M. Banks Efendi, son kitabında aynen bu şekilde patlattı (onun cehennemi kollektif olsa da sanal). yok yani, güneşin altında yeni bir şey yok (MÖ 1200 – 100 arasından geldi bu sonuncu, vaiz diyor boşların boşu)…

    Sen bırak bunları şimdi, Alev’den haber ver: Alev’i sen öldürdün. Niçin öldürdün, nasıl öldürdün?

  6. Fiets — “Fiets”, Hollandaca’da “bisiklet” demek. Bir de “omafiets”ler var, Tonto mesela öyleydi. Oma: büyükanne, opa: büyükbaba olsa da, bisikletlerin cinsiyet ayrımı yok, gidon-sele arasında borusu olsa da, olmasa da omafiets deniyor.

    Hollanda’da bir de karşı cins bisikleti sürmek son derece olağan ve normal. Halbuki Türkiye’de binemezdiniz, yerin dibine geçirirlerdi dalgalarla. Ya biz niye böyleyiz? Neden neden neden?

    İbrahim Tatlıses aynı zamanda Sia hayranı da sanırım. Gerçi o “siye! siye!” diyor ama olsun, ben anlıyorum. Onun bir de vaktiyle İsrail konserinde vücuda getirdiği “one candle, two candle” isimli güzide şarkısı vardır. Siyah üzüm tanesi, ye ye ye ye canım. 8)

    Schopenhauer (bu arada) arabeski dinleseydi şayet, çok büyük ihtimalle vurulurdu. Hindistan’ın sefalet felsefesini bu kadar göklere çıkaran amcanın, arabeskin öz-yokedici (self-destructive) ögeleri karşısında gözleri dolardı, eminim. (“3 yaşında bir kardeşim var, seni ondan bile kıskanıyorum” ve dahi “şaka yaptım şaka yaptım sevgülüm”lü acısız arabesk şarkılarını tabii ki tenzih ederim.) Bize bir de Christian Rock misali, Müslüman Arabesk janrı lazım, kitleler istiyor.

    İnsan için hiç doğmamış olmak, güneşin kavurucu ışığını hiç görmemiş olmak en iyisi olurdu, ama eğer doğmuşsa olabildiğince çabuk Hades’in kapılarına koşturmalı ve orada yerin altında huzur bulmalıdır.

    Theognis

    Şopi’nin “Hayatın Anlamı” başlığıyla Türkçe’de yayınlanan makaleler seçkisinin başındaki epigraf. (Say Yayınları, Çeviren: Ahmet Aydoğan – bir ara ilk ve son sayfaları da geçireyim buraya bir pazar okuması olarak. Vazgeçtim, pazar okuması olarak değil de, pazartesi okuması yapayım, daha uygun.)

    Herkesin mavi pinokyosu olduğu zamanlar, benim altın sarısı pinokyo benzeri ikinci el süper bir bisikletim vardı, kontraydı, çok severdim o bisikletimi de. 5 yaşındayken 3 tekerlekli bisikletimi çalmışlardı gözümün önünde, parkta oynarken. Peşlerinden koşmuştum ama gitmişlerdi. Bir keresinde de Tonto’nun arkasına, koltuğun üzerine 15+ kiloluk koca bir kutu bağlamıştım okuldan eve götürmek üzere ama yarı yolda zincirler atmıştı. Sonra sık sık atar olmuştu zincirler – ellerim kara, yağlı geziyordum. Pek de sevmediğim bir arkadaşa bu dertten yanmıştım, zinciri kısaltmayı düşünüyordum soruna çözüm olarak, o bana arka tekeri geriye almamı salık verdi (kutunun ağırlığı altında belli ki arkadan gelen baskıyla öne doğru kaymıştı zira), benim hiç aklıma gelmemişti, hakikaten çok takdir ettim, dediği gibi de yaptım, sorun çözüldü. Akıl akıldan üstün.

  7. Şopi, Kant, vs. — Efenim kaç yazıdır o ukala dümbeleği alamn Schopenhauer’i o kadar zikrettiniz ki, gittim iki tane kitabını aldım okuyacağım diye. Birinin (sizin de bahsettiğiniz “Hatunlar vs. üzerine” gibi bir ismi olan) kapağını açıp rastgele bir sayfasını okuyayım dedim. İlk gözüme çarpan cümle “Erkekler anca 28 yaşında adam olur. Buna karşın kadınlar 18 yaşında olgunlaşırlar. Ama tabi kadının olgunlaşmasından ne olcak, onlar asla adam olamazlar…” oldu. Bir kez daha erkek milletinden tiksindim; sonra bu garibana ne çektirdiler acaba diye kadın milletinden tiksindim. Gittim kustum.

    Ahlak yorumunuzla ilgili hazırladığım laflar da şu şekilde: Empatinin ‘iyilik/kötülük özdeğerlerine dair dejenerasyonu ortadan kaldırdığı’na katılıyorum; ama bu dejenerasyonu kaldırmak için empati şart mıdır? Bana sorarsanız sizin görüşlerini biraz Sokrates’e kaymış orda. Önemli olan cehalet diyorsunuz, adam yaptığı kötülüğün farkında değilse kötü değildir diyorsunuz; ama empati duyarsa bu kötülüğün farkına varır diyorsunuz. Eveeet, ama aklı başında bir insan dayak yemenin ne kadar kötü bir şey olduğunu kendisi hissetmeden de insanları dövmenin kötü olduğunu anlayamaz mı? Anlar anlar. (Bence)

    Şu cennette domuz yeme meselesine gelince: Efenim eğer uçağa binmeden önce kırmızı et filan yeme gibi bir huyunuz varsa zaten farketmişsiniz, yüksek irtifalarda kabin basıncı düşünce acayip gaz yapıyor öyle hazmı zor şeyler. Şimdi malum cennet yukarıda, malum domuz da hazmı bayağı bayağı zor bir şey. Sizi bilmem ama ben kızlarla (hurilerle) buluşmadan önce öyle kötü kazalara sebep olabilecek şeylerden uzak durmaya çalışıyorum. O yüzden pratik olarak cennette domuz hoş bir fikir değil.

    İşin ahlaki yanına gelince: Aslında gayet yazıldığı gibi okunan ama İngilizce anadilli insanlarla konuşurken adınızın sapığa çıkmaması için ‘kent’ diye telaffuz etmenizin daha sağlıklı olacağı Kant’ın, şu şekil bir görüşü var: Diyelim ki hasta bir adam var, adı Osman olsun, ve buna iki insan yardım ediyor. Biri böyle acayip yumuşak huylu bir kadın (cinsiyetçiyiz), Osman’a yardım etmediği zaman çok kötü hissediyor bu teyzemiz (adı Ayşe olsun). Zaten bu yüzden hastaya bakmakla uğraşıyor. Diğer adam ise, ki kendisine Haydar diyelim, aslında kıl oluyor böyle işler yapmaya. Osman’a yardım ederken habire öfleyip püflüyor ve bu işten hiçbir duygusal tatmin almıyor. Sadece yardım edilmesi gerektiği için yardım ediyor. Şimdi Haydar’ın yaptığı iş daha zor değil mi? Haydar aslında daha derin bir ahlak duygusuyla hareket etmiyor mu? Bu durumda benim cennetim olsa Haydar’ı alırım oraya, Ayşe’yi değil.

    Bentham mı ne bir İngiliz filozofu vardı. (Google’a sormaya üşendim şimdi.) Şimdi bu adam boğulan bir çocuk gördüğü zaman zerre bir görev hissi hissetmiyor, empati filan da yok. Ama “Ya şimdi ben bu çocuğu kurtarmazsam ömür boyu vicdan azabıyla uğraşıcam, ne gereği var, o kadar azabı çekeceğime ben bu çocuğu kurtarırken kendim ölürüm daha iyi.” diyor. Ve böyle bir hisle çocuğu kurtarıyor. Şimdi eğer sadece eyleme bakıyorsak cennetinde bu dallama adamla tavla oynuyoruz ebediyete kadar. Yok niyeti önemsiyorsak kendi cennetimizde Haydar’la zemzem içiyoruz.

    Biraz daha uzatasım var ama haddimden fazla uzun yazdım, ve dediğiniz gibi zaten yazmayı filan da pek beceremediğim için konuyu dağıtmış olabilirim. O yüzden şimdilik kesiyorum.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir