Charlotte, sometimes…

Lorca’nın sevdiğim ama hep de bir şeyleri pek sevmediğim zamanlarda aklıma gelen dizeleri vardır: 

Al oído de una muchacha

No quise.
No quise decirte nada.

Vi en tus ojos
dos arbolitos locos.
De brisa, de risa y de oro.

Se meneaban.

No quise.
No quise decirte nada.

–Federico García Lorca

 

(Benim aklıma böyle tutup da bir anda Espanyolcası gelmez tabii, şiirin tümü de gelmez, ki şöyle bir şiirdir dilimizde (Tüzün Gürson çevirisi imiş, internette ararken buldum):

Bir Genç Kızın Kulağına

İstemedim, hiçbir şey
söylemek istemedim sana.

Gözlerinde iki çılgın ağaç gördüm,
gülüşten, esintiden, altından iki ağaç.
Kımıldanıp duruyorlardı, istemedim.

Sana hiçbir şey söylemek istemedim.

 

/ dediğim üzere, benim aklıma gelen kızım başı ve sonudur ("İstemedim. / Sana hiçbir şey söylemek istemedim." kısmı).)

Canım sıkkınken, bir şey söylemek istemezken, Lorca’nın aksine, kendimi hiç de romantik hissetmediğim zamanlarda, söyleyip, söylememek isterim. Çetin Altan’ın "bugün canım yazı yazmak istemiyor"u gibidir, insanın canı sıkılır bazen, konuşmak istemez — ben bunun mu karşılığı olan bir kelime görmüştüm acaba – bir gidip bakayım, üzerinden zaman geçti. [sonra] bulamadım, orada değilmiş, İşte öyle kalkıp gitmek hali. [Emel mi göndermişti facebook’tan "Acı’nın tanımı" diye yoksa? [sonra] hakikaten öyleymiş, o göndermiş, NW tarzı feyzlerden (bir de bizim zamanımızda NWOBHM vardı (arka planda Tailgunner’ın intro çalmaya başlar): şöyle bir şeymiş, çok merak ettiyseniz (ben ettim mesela):

The saddest kind of sad is when your tears can’t even drop and you feel nothing. It’s like the world has just ended. You don’t cry. You don’t hear. You don’t see. You stay. For a second, the heart dies.

Tabii ki, benim durumumda böyle değil ve tabii ki bu yukarıdaki "dönerse senindir vs…" bir şey benim kendimi beğenmiş algı panellerimde ama işte merak ettiniz (tamam, ettim), gittim buldum, böyle bir şeymiş. Benim durumumdaki nasıl? Benim durumumda biraz değişik işliyor.

Bildiğim kadarı ile bir sıkıntı ile karşılaştığım zaman bunu kendime saklarım (mümkün mertebe) — sıkıntıların paylaştıkça azaldıklarına inananlardan olamadım hiç – tabii bir de yurtdışında en zor şekilde öğrendiğimiz "en önemli şeylerin birlik ve sağlık" oluşuna değin (değgin de kullanılıyor, mu böyle durumlarda?) sarsılmaz kanaatimizin de epey faydasını görüyoruz (ailecek).

Neyse, işte buraya geldik geleli, gördük ki (ey kadim Türk milleti): ya arkadaş konuşmayı ne kadar çok seviyormuşsunuz siz böyle! Herkes her şey hakkında konuşuyor (samimi söylüyorum bak)! Hep bana derlerdi ki "bölümde gruplar arası çekişmeler, taş koymalar var", ben naifliğimle fark etmezdim, hala da pek etmiyorum ya neyse. Benim kariyere istinaden ilginç bir hikayem var, bir gün yaşlanınca anlatırım belki ama tabii hikayeyi de sonuçta bir taraftan duydum (iki kere, bir yılı biraz aşkın bir zaman aralığıyla) ilk duyduğumda çok sarsıldım, bir o yana, bir bu yana döndüm, inanamadım, neyse, sonuçta doğru yolu buldum (siz nasıl diyor: "attım sistemimden"), geçtiğimiz günlerde bir kez daha benzer bir "bilgi beslemesi" ile karşılaşınca bu sefer daha kolay atlattım.

Bulabilsem de, size 2000 yılında, İTÜ’de istatistik mi, termodinamik mi, bir finale gidişimle ilgili HiTNet’e yazdığım girişi gönderebilsem [okuyucular sabırsızlık ve endişeyle birbirlerine bakarlar — "gider mi gider şimdi bu manyak"]

[ertesi gün] ama dün gece buldum. Benim hatam HiTNet’in 1999’da BBS’lerin kapanmasıyla (şansını biraz internet üzerinde denedikten sonra) onun da sona ermiş olmasını sanmammış. BlueWave arşivlerimi bir güzel aradım, taradım bulamadım (benim güzel mesajım!), ama sonrasında bir şimşek çaktı, The Bat’in arşivlenmiş halini kurcalayıp, ve dahi sanal makineye Windows üzeri The Bat! ve Thunderbird yükleyip oradan alıp, buraya aktarıp sonrasında da keyifle okumak!.. işte şimdiki durumum budur. 

Date: Sun, 18 Jun 2000 14:02:24 +0300
From: Emre Sururi Tasci <etasci@hitnet.bbs.tr>
To: Duzyazi Alani Sakinleri <duzyazi@hitnet.bbs.tr>
Subject: [DUZYAZI] ben.. gene hep.

bugün pazar sabahı. aslında saat 13.17 gibi bir şey ama bu zamanın
sabah olduğunda ısrar edeceğim. okulla ilgili sorumluluklarım -en
azından bu dönem için- bitti. yani, artık yapabileceğim pek bir şey
yok. bir bekleme eylemine girmişim, action, reaction yok. cuma sabahı
kritik bir final (ekşi sözlükte bkz: istatistiksel fizik) ve dahi
akşamında bir bitirme savunması olduğundan, perşembe gecesini
sabahlayarak ve istatistik çalışarak geçirdim. bir de şunu anladım,
ama önce vaktiyle (seneler evvel) bl oynamasını öğrenen bir arkadaşıma
verdiğim bir öğüdü hatırlatmak isterim:

(3dmania için) eğer bir iki tane L art arda gelmişse ve sen ona rağmen bir yüzey yok
edemiyorsan, oyun senin için bitmek üzeredir demektir bu.

ve işte perşembeyi cumaya bağlayan zaman diliminde bulduğum/bulunduğu
çıkarımım:

eğer bir derse çalışırken, çalıştıkça ne kadar az şey
bildiğinin ayırdına varıyorsan, başlangıçtaki moralin azalıyorsa, bu
kötü bir şeydir.

yani sabah evden çıkmadan az önce moralim berbat durumdaydı (bütün o
hayaller, umutlar, yüzüp yüzüp sonuna gelmeler...) sonra annem de
kalktı ben giderken, beni yolcu etti, ona neşeli görünmek istiyordum,
ona neşeli göründüm, üzülmesini istemiyordum.

kapıdan çıktım, her sabah apartmanın bahçe kapısını açarken ettiğim
duaları ettim bir kez daha.

sonra aklıma ulaş gökçek, çetin, kaan ve ulaş apak geldi. gece,
bir ara istatistik çalışmaktan iyice sıkılıp internete bağlanmıştım,
ulaş'la (gökçek) karşılaşmıştık, müthiş bir görüşme yapmıştık. kaan ve
ulaş'la (robin) yapmış olduğumuz muhabbetleri de hatırladım sonra ve
işte, o apartmanın kapısını açarken yüzüme bir gülümseme geldi.
durağa gittiğimde ise, birbiri ardına şükürlerimi bildiriyordum,
yüzüm gülüyordu ve geceleyin kendime "bahşetmiş" olduğum 30
dakikalık bir gözleri dinlendirme seansından başkaca hiçbir şekilde
dinlenmemiş olan vücuduma rağmen "bomba gibi" hissediyordum. otobüsü
bekledim bir süre, bengü'ye, uyanınca, gsm'sini açınca eline geçsin
diye bir "günaydın!" mesajı attım, "sınavdan korkmuyorum, sınav
benden korksun..." diye biten.

otobüsüm geldi, harem yoluyla ferhatpaşa-üsküdar. bindim. yoldan da,
koray kara adında ve soyadında bir arkadaşıma mesaj attım, koray
uyuyakalmamdan korktuğunu söylemişti bir gün öncesinde, okula erken
gelip istatistik çalışacaktık. ayrıca, kütüphaneden kendi için
çıkartmış olduğu, landau'nun istatistik kitabını da, benim işime daha
çok yarayacağını düşündüğünden, bana vermişti. ona, "hala uyanık"
olduğumu söylediğim bir mesaj attım. mesaj "canım.." diye başlıyordu -
emir'in, koray'ın (löker), doğan'ın, doruk'un ve çok şükür ki bu
listeyi bir hayli uzun tutmaya yetecek kadar çok arkadaşımla gerçek
bir içtenlik paylaşılır aramızda. örneğin, löker'i ne zaman görsem,
gider sarılırım, bu çok hoşuma gider. en son ne zaman bir can
dostunuza şöyle sıkı sıkı sarıldınız, söyleyin bakalım?.. neyse,
dediğim gibi, koray'a (kara'ya) "canım" ile başlayan bir mesaj
atmıştım, bunun sonuçlarına sonra değineceğim 8)

motorla beşiktaş'a geldim, poğaçalarımı aldım ve okul yoluna devam
ettim. okul sabahın körüne göre bir hayli kalabalık sayılırdı, sınav
saat ikideydi.

ben gittiğimde koray, hakan ve bora çalışmaya başlamışlardı bile.
koray, sabahleyin gsm'ye mesaj gelmesiyle gözlerini aralamış, niyeti
mesaja şöyle bir göz atıp uyumaya devam etmekmiş ama mesajın başını
görünce zannetmiş ki, "ümit ettiği bir başkasından"! hemen doğrulmuş,
heyecanla devam etmiş mesaja ve sonunda "emre"yi görmüş! ama başka
türlü de kalkamazmış. hakan, koray'ın çok yakın bir arkadaşı. hakan
istatistik almıyormuş ama ona rağmen işte, koray'la birlikte sabahın
köründe uyanmış o da. çok güzel bir şey bu!

moralim iyiydi günün genelinde, sınav da güzel geçti sayılır (güzel
geçtiğini umarım). akşam 5'te bitirmemin savunmasını yaptım, hocalarla
tanışık olduğumdan dostça bir ortamda gerçekleşti, AA verdiler bana!
(banae AA verdiue! banaeu AA verdiiuuuueeee! kuasimodo modunda
okunacak 8) bir de, kuruldan haluk bey (özbek), bitirme konumla ilgili
şu teknik soruyu sordu:

-emre, peki bengü kim?

8)))))))))))))))))))))

daha ben cevap veremeden, danışma hocam benim yerime konuştu:

- emre'nin okulu bitirmesindeki en büyük etken...

koptuk tabii... buna benzer bir olay, odtü'ye başvuru yapmak için
sevgili hocamız ayşe erzan'la aramızda geçmişti. işte ben, o güne
kadar yaptıklarımı özetliyordum, bir ara okuldan kopma kertesinde
uzaklaştığımı... derken,

- (...) sonra birden bitirme kararı aldım hocam. bu kararı alışımın
çok bilimsel olmasını tabii ki ben de isterdim lakin, genel deyişle
şöyle özetleyebiliriz: "tamamıyla kız meselesi..." 8)

o gün de kopmuştuk ayşe erzan'la gülmekten... malum, "bu sene itü'yü
bitirene ankara'dan kız veriyorlar!"... 8))

okuldan çıkıp bora ben emir, emir'lere gittik, akşam benim çok
sevdiğim "my summer with des"i vereceklerdi... onu beklemeye koyulduk,
monty phyton izledik bir ara. film başlamadı. paniğe kapıldım, sonra
filmi bir saat ertelemiş olduklarını anladık, film başladı, gene çok
güzeldi...

sabahın ikisine doğru yattık sanırsam... sonra, uykumu almış bir
şekilde uyandım, kalktım, emir'in ışığı yanıyordu, o da geldi yattığım
odaya, internete bağlandık... ve saati öğrendim: sadece 45 dakika gibi
bir zaman uyumuşum (rüyamda ekşi sözlüğe şu maddeleri ekliyordum:
matematikte gamma fonksiyonları vardır, tamsayılar için olan
faktöriyel fonksiyonunun reel sayılara genelleştirilmiş hali olarak
düşünülebilir, benim bitirmemde de çözümün içinde yer alıyorlardı
(hipergeometrik fonksiyonlar bünyesinde) işte sözlüğe sırasıyla
gamma(5), gamma(7) ve gamma(5+7)'yi giriyordum... neyse, 45 dakikalık
uyku uyuyup da, mevcut olan o kadar uykusuzluğa rağmen kendimi iyi
hissetmemle ilgili olarak, şu yorumu yaptım: vücudum, şu bir haftalık
koşuşturma sonucunda artık doğal düzenimin bu olduğunu sanmaya
başlamıştı ve bana şöyle diyordu:
- tamam abi, ben minimumda depoyu doldurdum, sen rahatına bak, ders
çalış, ben idare ederim, beni merak etme...
8)

emir'le biraz oyalandık nette sonra gene yattık. bu sefer rüyamda
liseden bir arkadaşın küçük yeğenine kuantum'da kullanılan bra/ket
notasyonunu öğrettim 8)

ertresi gün (yani dün) emir'lerden çıkıp, sevgili patronumla buluştum.
hava yağmurlu olduğundan emir hırkasını bana verdi, kapişonu da var!
patronum bana bir 28.800 modem verdi, artık iki katı daha hızlıyım bu
alemlerde, ona göre! sonra eve geldim, yaklaşık 4 saat modemi
tanıtmaya çalıştım, tam umutsuzluğa düşüyordum ki, becerdim nihayet...


işte, sonuçta bir ihtimal, 6 senelik itü maceramın sonuna geldim.
kuantum'dan kalmaktan hala korkuyorum ve bir son dakika sürprizi de
sağlık fiziğinden ve/ya istatistikten gelebilirim ama bekleyeceğim
bakalım.

cuma sabahı durağa yürürken, geniş, az kullanılan bir yoldan giderim,
150 metre kadar vardır bu yol, işte o sabah gözüme bambaşka göründü,
değişik bir ton düşünce... ama mutluydum çünkü çok güzel insanları
tanıyordum. hepinize sonsuz teşekkürlerimle... emre s., bir
"off-topic" klasiği..

sevgiler, saygılar....




-----------------------
("hareketli sınır koşullarında, vakumda parçacık yaratımı" başlıklı
bitirme tezinin önsözünden)

Üniversitede geçirdiğim süre boyunca, bana fiziği daha da çok
sevdiren, bilim tutkumu sürekli olarak körükleyen değerli hocalarım
Do. Dr. Neşe Özdemir'e, Prof. Dr. Ayşe Erzan'a, Prof. Dr. Mahmut
Hortaçsu'ya ve Prof. Dr. İ. Hakkı Erdoğan'a tüm içtenliğimle
şükranlarımı sunarım.

Ayrıca, vermiş olduğum bir aradan sonra, üniversiteyi bitirme kararı
almamda en büyük paya sahip olan Bengü Yazıcıoğlu başta olmak üzere,
birlikte -bilimsel veya değil- her konuda zevkle fikir alışverişinde
bulunmuş olduğum sevgili arkadaşlarım Bora Örçal'a ve Emir
Gümrükçüoğlu'ya da yürekten teşekkür ederim.
-----------------------


cranberries'in "desperate andy"si güzeldir. "hayat güzeldir"...




... KIllIng IN the nAmE of! ‘ !fO eman eht nI GNIllIK


-------------------------------------------------------------------------------
Origin : HiTNeT E-Posta Listeleri - http://www.hitnet.bbs.tr

 

EST 19 Ağustos 2013, photo: OBMİTÜ’yü geçen ayki ziyaretim sırasında, seminerden önce Ahmet Hoca ve Tolga ile "Fizik Mühendisliğine Giriş" dersine katıldım, orada bir ara Tolga benim son iki yılımda alıp geçmiş olduğum ders sayısını sordu da, hemen hatırlayamadım — sonrasında vaktiyle hazırlamış olduğum dökümü buldum, özetle, lisansta okunan toplam 48 adet dersin 34 tanesini son iki yıl (aka son dört dönemde ya da bir başka açılımla: 7+9+9+9 ders/dönem) vermişim, bu dönemler göz önüne alındığında ise 3.18 ortalama yapmışım. Yukarıdaki mesajda da sebebi, motivasyonu, her şeyi yazmışım zaten açık açık… (Ankara, Ankara, güzel Ankara). (Bir de, yukarıdaki mesajın bir hafta sonrasına ışınlanırsak: Kuantum Mekaniği’nden AA; Sağlık Fiziği’nden CB; İstatistiksel Fizik’ten de BA ile geçeceğim; sonrasında ODTÜ’ye yüksek lisansa kabul edileceğim (temmuz); gereğinden biraz daha fazla sonra (Aralık) asistan olabileceğim, sonrası geldi zaten… 8)

Bunları niye anlatıyordum ki? Ah evet, çok konuşuyoruz, çok konuşuyoruz, bir sürü şey söylüyoruz, bir sürü şey aktarıyoruz, bir sürü şey ima ediyoruz. Dediğim gibi canım sıkılmıştı, ama kısa sürdü, ben kendimi bildiğimi fark ettim. Georgina yarın Hollanda’ya uçuyor, yolu açık olur inşallah. Ben ne yapacağım, ne olacağım bilmiyorum ama artık o kadar düşünmüyorum (geçen gün bir üniversiteye başvurmak için özgeçmiş/çalışma alanları-yaptıklarım vs. belgeyi hazırladım da, insanın kendine güveni geliyor!

Diyeceğim odur ki, geçen gün ben sızlanadururken çok sevgili Sefa’nın da hatırlattığı üzere, önemli olan sağlık ve birlik, gerisinin icabına bakılıyor. Ece 9 yaşına girdi, ben aynıyım. El Jeffe’nin dediği gibi, "So you been broken and you been hurt / Show me somebody who ain’t " (Kamyonum olunca tamponuna yazdıracağım).



arkadaşlar iyidir

Bugün sabahtan Ulaş’tan (Robin) bir mesaj aldım, hoşuma gideceğini düşündüğü bir sayfayı tavsiyelemiş sağolsun, arkadaşlar iyidir, hoşuma da gitti epeyce, ben de Bahar’a ileteyim dedim (arkadaşlar iyidir) (Cemal Süreya’nın böyle bir şiiri vardı, "elden ele" filan diye… baksam mı, bilemedim şimdi (baksam mı, bakmasam mı, onu bilemedim), bakayım bari… baktım, iyi ki de bakmışım, zira ne Cemal Süreya’sı (yahu!), koskoca Edip Cansever, "Yerçekimli Karanfil",  canımın içi Neslihan göndermiş vaktiyle epigraf’a hem de (arkadaşlar iyidir), yaşlanıyorum büsbütün, iyice…

Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.



diyeceğim o değildi de, şuydu aslında, Ulaş’ın ilettiği sayfaydı, tangolar kendisiymiş, her yer sonsuz bir pist gibiymiş (ezberden yazdım, karıştırmışımdır kesin şimdi bunu da, neyse, buna bakmayacağım). Kitaplar ve yemekler üzerine bir çalışma: meşhur kitaplarda geçen yemek üzerine pasajları bir arkadaş üşenmemiş (niye üşensin ki hem, ne kadar zevkli olmuştur hazırlaması da, sonrasında yemesi de!), ben de bir başka güzelleme yapayım, bunu test gibi sunayım istedim, uğraşmak lazım, yazılar üstlerine monte zannettim, şimdi gittim baktım değilmiş, copy/paste işimizi görüyormuş ama samimi söylüyorum, monte olsalardı bile ben onları tek tek işleyip çıkaracaktım, neyse neyse.

Önce eserleri listeleyeceğim, siz onları yemeklerle eşleştirmeye çalışın, isterseniz kopya çekin, isterseniz kendinizi sınayın, nasıl biliyorsanız öyle yapın (o da sizi öyle yapsın). (kağıt-kaleme ihtiyacınız olabilir, 1-a, 2-b, vs.. / Ece bugün ödev cevaplarında "vb." kullandı, çok şaşırdım: bize yasaktı "vs.", "vb.", vs. kullanmak)

Eserler:
1. Oliver Twist — Charles Dickens, 1837
2. Moby-Dick — Herman Melville, 1851
3. Alice’s Adventures in Wonderland — Lewis Carroll, 1865
4. Heidi — Joanna Spyri, 1880
5. The Secret Garden — Frances Hodgson Burnett, 1910-1911
6. Swann’s Way — Marcel Proust, 1913
7. The Metamorphosis — Franz Kafka, 1915
8. The Great Gatsby — F. Scott Fitzgerald, 1925
9. The Catcher in the Rye — J.D. Salinger, 1951
10. On the Road — Jack Kerouac, 1957
11. To Kill a Mockingbird — Harper Lee, 1960
12. Chicken Soup with Rice — Maurice Sendak, 1962
13. The Bell Jar — Sylvia Plath, 1963
14. Fear and Loathing in Las Vegas — Hunter S. Thompson, 1971
15. A Confederacy of Dunces — John Kennedy Toole, 1980
16. The Girl with the Dragon Tattoo — Stieg Larsson, 2005

Resimler:
a.

b.


c.


d.

e.

f.

g.

h.

i.

j.

k.

l.

m.

n.

o.

p.

Cevap anahtarınız, halihazırda kaynağın da ta kendisi:
Fictitious Dishes: Elegant and Imaginative Photographs of Meals from Famous Literature / Maria Popova
(aslında o sayfa da Dinah Fried’ın (soyadına dikkatiniz çekilmiştir zaten, bir de bugün -birazdan anlatacağım- "Beverly Sills" ile müşerref olduk) "Fictitious Dishes" kitabı tanıtılıp, alıntılar o kitaptan yapılmakta).

Gelelim (geçelim) hasbıhalimize: Bugünlerde Düşes’in kitaplığından (arkadaşlar iyidir) çıkardığım A.S. Byatt’ın "Possession"ını okumaktayım, fena değil diyelim, nazar değmesin. Bunun filmi olduğunu biliyordum da, Meg Ryan oynadı sanıyordum, meğerse onun oynadığı film "In the Cut" imiş; "bunu" oynayan kişi ise Gwyneth Palthrow’muş ki, şimdi yiğidi öldür, hakkını yeme, yakışmıştır da Maud rolüne. "Bunu bitirince Breakfast of the Champions’u okuyayım" diye düşündüm az evvel listeyi yaparken de, şimdi jeton düştü çağrışımlardan… BoC’ı ve Kurt Vonnegut Jr. Efendi’yi Sui sever (arkadaşlar iyidir). Neyse, onu (şunu) diyecektim, laf uzadıkça uzuyor: geçen hafta nihayet yıllardan beridir peşinde koştuğum Karajan/Zafirelli/Mirella Freni (bu adı çok yazmam, ama yazınca da aklıma illa ki "aşkımın şiddetinden koptu gönlün freni / Doktor beni sanıyor hala şizofreni" mısraları gelir — böyle kalıpta kullanınca da dünyanın en cool adamı reklamına döndü ortalık), neyse neyse, ne diyorduk, işte yıllardır peşinde koştuğum Karajan/Zafirelli/Mirella Freni’li "La Boheme" kaydını/filmini istediğim zaman izleyebileceğim bir formatta (DVD) edinebildim nihayet! Açıklayayım: Biz gençken (1996?) sevgili Hande beni AkSanat’ta lazerdiskten opera gösterimlerine götürürdü (arkadaşlar iyidir), ben operayı onun sayesinde tanıyıp sevdim. Aralarda da yine AkSanat’ta, bu sefer müzik kütüphanesinde CD’den dinlerdim yapıtları. Boheme de ilk seyrettiğim operalardandı, kalbimde çok, çok özel bir yeri vardır. Mezuniyet tarihimden biliyorum, 2000 yılında bunun o zamanlar (nereden?) VHS kaydını getirttirmiştim (DVD yok muydu? bunun DVD’si yoktu en azından), o kaset aylarca öyle durdu (niyetim VHS’den CD’ye (avseq01.dat) çevirttirmekti, o zamanlar (ve hala)fotoğrafçılar bu işi yapmakta), sonra bir gün Sui sağolsun (arkadaşlar iyidir), dedi ki "bende gerekli alet edavat var, ben çevirivereyim…", kısmet değilmiş, olmadı, ama işte nihayetinde ben geçen hafta hem de idefix’ten temin ettim bu cânım performansı… (ha yine anahtar aradıkları sahnede ve sonunda kötü oldum mu, oldum, orası ayrı)…

Ece de operayla ilgileniyor, iki sene evvel Belçika’da Barış’ta Sezen sağolsun Sihirli Flüt’ü getirmişti yanında onun için, sonrasında oturup bir güzel çevirmiştik Ece’ye satır satır. İşte geçenlerde Hande ile konuşuyorduk, Ece’ye hangi komik operayı izlettirsem acaba diye de, bugün onun aklına Danny Kaye’in nefis kayıtları geldi (TRT’den apartıldığı için Türkçe altyazılı bonus olarak!) (ayrıca, Sevil Berberi’nde karar kıldık). Orada var işte Beverly Sills (Dharles Chickens’ın "A Sale of Two T…" gibi oluyor). Bu satırları yazarken Pink Floyd dinliyorum ama (The Division Bell, a bak onda da "Great Expectations" değil ama "High Hopes" vardır, çağrışım çağrışım üstüne).

Neyse görüşürüz yine, şimdilik hoşçakal! ("Arkadaşlar iyidir" deyip durdum, alın bu da "punchline"ı olsun bu girişin bakalım:


)

Amaya Belen

[Turgut Uyar, Carl Gustav Jung, Enis Batur, Lale Müldür, Ursula K. LeGuin ve A.S. Byatt için]

28/9/2010

Adam bir gün yürürken yerde kısa –bir parmak kalınlığında ve uzunluğunda bir dal parçası buldu. "Bundan sonra bunu çiğneyeceğim." dedi kendi kendine, ağzındaki puroyu attı, katranını tükürdü, ağzının kenarında artık o dal parçası, yürümeye devam etti. Otları, taşları, kayaları tepeleri ezdi, bir mağaranın önüne geldi. Mağarada ak sakallı, yaşlı bir adamla bir kadını gördü. Kadın adamın kızıydı ve kördü. Yaşlı adamın da gözleri pek iyi görmüyordu. Onu görmediler. Mağaranın önünde durup, uzun süre onları seyretti.

Kadın sonra adamın olduğu tarafa döndü ve ona seslendi ve dedi ki: Burası ölüler ülkesi ve bizler ölüyüz. Benim adım Belen, benim adım Amaya ve benimle kal, seni hep severim, bizimle kal. Adamı içeri, mağaranın içindeki evlerine buyur ettiler, onu masada oturttular meyvelerden yemek verdiler. Amaya elini uzatıp adamın omzuna koydu. Görmese de ona dönüp dedi ki: sen benim beklediğim değilsin ama ben seni sevdim. Kısmetim değildin ama kısmetin sen oldun.

Evlendiler o gece. Adam o evde 3 ay kaldı, kış geçti.

Bahar gelince Amaya ona dedi ki "uyan artık, gitme zamanın geldi". Ona çam dikenciklerinden bir kolye verdi. Bunu tak ve canınla birlikte beni hatırla. Kış gelince sen de gel.

Adam hatırlayamadı kendini, gidemedi. Hep oralarda dolandı, oralarda öldü. Kış geldi, o gelemedi.

Rüyasından uyandı. Yüzünü yıkadı, bütün gün ve gece Amaya Belen’i düşündü.

5/11/2010

Madrid – Bilbao

GZ 8(

Georgina‘yla Hollanda’da tanıştık, sonra da işte bugüne değin epey sıkı bir arkadaşlığımız vardır (ben onu, o beni iyi tanır). O da benim gibi post-doc macerasındadır. Yunanistan’da darbe zamanı Avusturalya’ya gitmişler, orada büyümüş, sonrasında dönmüşler, üniversiteyi İngiltere’de okumuş, envai işte çalışmış bir yandan da. Çok severim ben arkadaşımı.. İki sene evvel Hollanda’daki post-doc pozisyonu bitince, gene Yunanistan’a, annesinin yanına döndü, oradan yurtdışına bir sürü başvuruda bulundu, hiçbiri olmadı malesef, Yunanistan’ın hali zaten malum. Pek moralini bozmamaya çalışıyordu ama mümkün mü. Bugün bir mail attı, "Hollanda’ya gidip kapı kapı dolaşacağım bir şirkette iş için" dedi, "cevap yazma, moralim çok bozuk" dedi, ben de yazacak burasını buldum canım arkadaşıma. Aklıma geldi, keşke o yokken, olmadığını bile bile Hollanda’ya, bölüme vaktiyle bir mektup göndermiş olsaydım da (yıllardır mektuplaşırız uzun uzun zamanlarda), gidince şaşırsa, biraz moral kazansa idi… Yarın yapayım yine de. Zor, zor bir dünya.

bugün de canım yazmak istemiyor.

Çetin Altan gibi yapmayacağım, oturup yazacağım ama onu, bunu, şunu değil. Mesela şöyle bir şeyi:


 

 

Yukarıda resmi görünen kişinin adı Newt Gingrich, ABD’li politikacı, hatta 2012’de Cumhuriyetçi Parti’den başkanlık için aday adayıydı. Yukarıdaki resmin alıntılandığı küresel ısınma üzerine bir oturumda cömertçe paylaştığı birçok inciden biri de "insanların dünyanın dengesini bozabileceğinin düşünülmesinin bile abesle iştigal olduğu" idi. Epey alçakgönüllü bulduğum bu açıklama, insanlığa olan mevcut inancımın daha da pekişmesine yol açtı. Bir HIV virüsü kolonisi, ya da kanser hücreleri öbeğinde, onlardan biri olduğumuzu düşünelim: hunharca çoğalıp, tüketirken bir tanesi çıkıp diyor ki "arkadaşlar, biz böyle devam ediyoruz ama bunun sonu hayırlı değil, bu sistem giderse biz de de facto gideriz demektir…" diğerleri gülüyor, ben de gülüyorum, hiç mikroskobik bir mikrobun (pardon the pun) koskoca bir vücudu tüketebileceği baki mi! Ye, ye bitmez. Sonuçta bizler virüsüz, mikrobuz, kanserli hücreleriz, karakterimiz bu, elden başkası gelmez, doğal halimiz bu. Hapşırık gibi bu şehirden başka bir şehire; bu ülkeden başka bir ülkeye; bu gezegenden başka bir gezegene sıçrayabilirsek bir süre daha yaşayabiliriz başkalarında ama o kadar uzun uzadıya da düşünmemek lazım.

Bense (/benim canım) onun yerine bir adaya düşmek istiyorum (/istiyor). Yanıma da eski arkadaşlarla birlikte, vaktiyle "güç yozlaşma doğurur ve mutlak güç, mutlaka yozlaştırır." ("Power tends to corrupt, and absolute power corrupts absolutely.") demiş Dalberg-Acton’ı almaya karar verdim (okeye dördüncü). Şarkılardan NIN – "Year Zero" albümünü, fallardan papatya falını ve sevdiklerimden herkesi alıp, geri kalan her şeyi size bırakıyorum; hani olmaz ya, Nuremberg’de, 1946 gibi raslaşırız belki (hiç umudum yok, zaten oligarşinin demir yasasının art-sonuçları (corollary) da her halükarda herhangi bir umut eyleminden mahrum bırakıyor yours truly‘yi – siz kaçın kendinizi kurtarın).

Özetle: Toplumsal bir olay için sevinebilmek! Ne zaman, nasıl?