Ceza Kolonisi

Çok uzun bir süredir bu hayatın, her şeyin aslında sanal bir şeyler olduğunu düşünüyordum ama içinden çıkamadığım bir soru vardı: neden yapıyorken daha iyisi yapılmamıştı, neden bizler daha iyisini düşünebiliyorken daha kötüsünü yaşıyorduk? Tabii bir de Banville ile Lem’in sayıklamaları vardı (geçen bölümü kaçıranlar için tekrarı: "Given the world that he created, it would be an impiety against God to believe in him." — Banville & "For moral reasons I am an atheist — for moral reasons. I am of the opinion that you would recognize a creator by his creation, and the world appears to me to be put together in such a painful way that I prefer to believe that it was not created by anyone than to think that somebody created this intentionally." — Lem. Yani anlayacağınız işler bildiğiniz gibiydi. Aksi gibi, bu haftaki dersin konusu hücresel otomatlar (cellular automata) idi, açtım ağzımı yumdum gözümü, dijital fizik, kukla falan filan, çocukların da içini kuruttum. Neyse.

Geçen ayların birinde bu sorunun cevabını buldum. Düşünün ki "işlemediğiniz bir suçtan ötürü" (tabii, tabii) hapse girmişsiniz, hapis de tasavvur ettiğiniz kadar kötü bir yer: sular akmıyor, adalet yok, mantık yok, yemekler kötü, size sırf enerjinizi harcayın da pasifleşin diye taş kırdırıyorlar ve daha bir sürü anlamsız iş yapmak zorunda kalıyorsunuz. Eminsiniz, müdürü bir görüp durumu anlatsanız, birlikte el ele verip hapishaneyi daha verimli, daha yaşanabilir, daha amacına uygun bir yere dönüştürebileceksiniz. Ama müdür hala görünürde değil…

Biraz daha başa saralım: Hapistesiniz ama hapiste olduğunuzun farkında değilsiniz. Bir anda her şeyi, bütün bu yoklukları, adaletsizlikleri (çocuk ölümlerini, açlığı) öyle kapsayıcı şekilde açıklayabilmeye başladım ki…

Bu çözüm önerisine nasıl ulaştım? Biri söylemişti "dünya evrenin tımarhanesidir" diye, işte oradan. Tımarhaneyi hapishane yapınca bir anda çözülüveriyor. Sonra, şükranlıkla, o "dünya evrenin tımarhanesidir" vecizesini eden kişiyi araştırdım, bilin bakalım kim çıktı?…

hem de nerede söylüyor? Şurada ve şurada bahsettiğim efsane 2004 Spokane konuşmasında (Doğu Washington Üniversitesi’nin mezuniyet töreninde yaptığı "How Music Cures Our Ills (and there are lots of them)" konuşma).

İngiliz matematikçi ve düşünür Bertrand Russel bu gezegene ne derdi, biliyor musunuz? "Evrenin Akıl Hastanesi." Ayrıca hastaların hastaneyi ele geçirdiğini, birbirlerine işkence edip her yanı yakıp yıktıklarını söylüyordu. Mikroplardan yahut fillerden bahsetmiyordu. Bizden bahsediyordu.

You want to know what the British mathematician and philosopher Bertrand Russell called this planet? He said it was "the Lunatic Asylum of the Universe." And he said the inmates had taken over, and we were tormenting each other and trashing the joint. And he wasn’t talking about the germs or the elephants. He meant we the people.

Bu dönem epey ders veriyorum, bu sayede epey de çok öğrenciyle birlikte güzel güzel vakit geçiriyoruz; tahminim odur ki, onların az da olsa bir kısmı bu blogu çoktan keşfettiler, buraya kadar da okumuşlarsa şayet, rica ediyorum, lütfen Vonnegut’un bu kitabını (Türkçe’de April Yayınları’ndan çıkmış: "Daha ne olsun" adıyla, ama ben "hey ahbap, n’aber moruk? Adamım senin derdin ne?" Türkçe’sini pek/hiç beğenmedim, o yüzden okuyabiliyorsanız orijinal dilinde edinin derim (If this isn’t nice, what is?) — buradan bu konuşmanın orijinal metnine ulaşabilirsiniz (kitap, bunun gibi 8 konuşmayı daha içeriyor)).

Teşhis kondu, elimizdeki bulguları da doğruluyor, o halde Occam’ın keskisi ("ya öğrenciler okuyorsa?" kaygısıyla pek bir ağır takıldım, farkındayım Sururi Efendi!.. 8P)

yabancı kelimeler öğrenelim: part deux.

Cuma günü eski ofisime yerleştikten sonra sunucu odasına gidip, buradayken kullandığım, her türlü sanal kahrımı çekmiş canım (cânım) bilgisayarım ‘hüsniya’yı taşıdım. Bilgisayalarıma isim verirken uzun uzun düşünürüm – sanırım bu akademik ortamlarda sıkça rastlanan bir durum:

Bilbao Kristallografik Sunucusu (http://www.cryst.ehu.es), birbirinin aynısı iki sunucuda çalışıyor: Cowboy & Bebop; ofisteki bilgisayarlarım Mois & Manu; yedek sunucumuz Mecano (80’lerin İspanyol grubu, deneyin seversiniz: Mecano – Una Rosa Es Una Rosa); laptop’ım Barselonalı Delafe y Las Flores Azules (Delafe y Las Flores Azules – Espiritu Santo) grubundan "Delafe" – BCS’e aldığımız son makineye Hobbes ismini vermek üzereyken, sevgili Hans‘ın anısına, onun adını koyduk. Sunucu odasına gittiğimde hüsniya beni bekliyordu – "hüsniya", ya da doğru yazılışı ile "Hüsniye" cânım anneannemin ismiydi ama vaktiyle bir komşusu ona hep "Hüsniya!" diye seslendiğinden, ben de öyle derdim. Gemma klavyenin, mouse’un, ekranın üzerini etiketlemiş "teclado de husniya", "mouse de husniya", "pantalla de husniya", niye bilmem, duygulandım işte.

Hüsniya’yı ofise taşıyıp sistemi açtıktan sonra geçen seneden beri çalıştırılmamış mail ve feed reader programım, birikmiş binlerce mesajı indirmeye başladılar. Ubuntu’da bir türlü istediğim gibi bir feed reader bulamadığımdan (ah Windows’un Sharp Reader’ı ah!..), google reader kullanıyordum, sonra o kapanınca, feedly’ye geçmiştim ama işte hüsniya’da Liferea kalmış. Şöyle bir bakarken bir ara takip ettiğim Kediler ve Kitaplar blog’unun girişlerini gördüm, özellikle de "Farklı Kültürlerden Tercüme Edilemeyen Sözcükler" başlıklı girişler dikkatimi çekti.

Kelimeler, kelime haznemiz, sonuçta düşüncemizin derinliğiyle doğrudan bağlantılı. Benim için fazla muhafazakar olsa da, hakikaten takdir ettiğim Neil Postman, "Amusing Ourselves to Death" kitabında ortamın mesajı ne kadar kısıtladığını anlatırken (merak etmeyin, McLuchan’ın hakkını da veriyor), nasıl kızılderililerin duman mesajını kullanarak felsefe tartışamayacağımızı söyleyip, benzer bir şekilde de televizyonun entellektüel bir tartışma/gelişme/evrilme için uygun olmadığını yüzümüze vurur. Neyse, ne diyordum, hah, kelimeler. Meşhur geyiktir (doğrudur da büyük bir ihtimalle ama kullanıla kullanıla klişeden bile düşüp geyik oldu), işte Eskimo dilinde (çok ayıp, Inuit diyoruz Emre Bey) buzun hallerine dair 28 farklı kelime olduğundan dem vurulur. Schopi sağolsun, benim en sevdiğim (takdir ettiğim diyelim) iki kelime Almanca’dan, vaktiyle buraya da yazmıştım: Weltschmerz ve Sehnsucht. İşte böyle tek kelimeyle güzelce ifade edilip de, başka dilde dank-karşılığının (yani birebir karşılayan tek kelimelik karşılık) olmadığı kelimeler var, takdir edersiniz ki. Kediler ve Kitaplar derin derin, üç girişte incelemiş, resimli, cicili bicili: bir iki üç; İspanyolca’ya özel bir giriş daha buldum çok da aramadan babbel diye bir yerde. Sonra ben de düşündüm (aaaa!). Aldığım notlara geçip, bu girişi de bitirelim, Bilbao’dan selamlar sevgiler!

  • Weltschmerz: Dünyanın durumundan, halinden gelen acı (Schopi iyi bilir bunu)
  • Sehnsucht: Belirsiz (adı konulmamış) bir şeye duyulan özlem, arzu
  • Schadenfreude: Başkasının acısından zevk almak (sandığınız kadar gaddar bir şey değil, her slapstick komedi filminde karşımıza çıkar – Çıplak Silah’taki OJ sahnesini ele alın mesela, ya da Şarlo / Mr. Bean filmlerini)
  • Fremdscähmen: Başkasının başına gelen utanç verici bir olayı izlerken sizin de utanmanız (İngilizler ve İspanyollar buna "ikinci el utanç" & "başkasının utancı" karşılıklarını bulmuşlar ("second-hand embarrassment" & vergüenza ajena") – böyle çok dizi izlemişliğimiz vardı ama şimdi hiçbirini hatırlayamadım, onun yerine şuradakilere bakabilirsiniz (NSFW), hatırladım bir tanesini bu arada: Web Therapy tabii ki! Bir noktada artık daha fazla seyretmeye dayanamayıp bırakmıştık çok süper bir dizi olmasına karşın…

(Kediler ve Kipatları açtım şimdi önüme, orada da vardı birkaç tane beğendiğim)

  • Culaccino (İtalyanca’dan – üsttekilerin hepsi Almanca’dandı bu arada): Soğuk bir bardağın masaya konduğunda bıraktığı ıslak iz
  • Jayus (Endonezyaca imiş): Çok kötü anlatılmış ve çok kötü olan bir fıkranın tam da bu sebepten dolayı güldürmesi
  • Komorebi (Japonca): Yaprakların arasından süzülen güneş ışığı
  • Fernweh (Almanca): Hiç gitmemiş olduğunuz bir yeri özlemek (bunu çok sevdim)
  • Ohrwurm (bu da Almanca’dan): İnsanın kafasına bir şarkının takılması
  • Ghiqq (Farsça imiş): Su kaynadığında çaydanlıktan çıkan ses
  • Iktsuarpok (Eskimo dili): Birisini beklerken duyulan tedirginlik hissi
  • Mamihlapinatapei (Yaghan dili – artık neresiyse! Ama buna da bayıldım): İki tarafın da bir şeyleri başlatmaya hazır olup da konuşamayıp, birbirlerine attığı bakış
  • Tsundoku (Japonca): Bir kitabı alıp, okumayıp, diğer okunmamış kitaplarla aynı kaderi paylaştırmak
  • Duende (İspanyolca): Bir sanat eserinin derinden etkilemesi
  • Gufra (Arapça’dan): Bir avuca sığabilecek su miktarı
  • Age-Otori (Japonca): Saç kesiminden sonra, daha kötü görünme ("edimi" 8P)
  • Palegg (Norveççe): Bir dilim ekmeğin üzerine konabilecek/sürülebilecek şeyler (süper! Haydi Norveç’e taşınalım!)

Bunlar da benim aklıma gelen, "Nurullah Ataç yaşasaydı da, rica etseydim tilcik kondursaydı" dediğim şeyler:

  • Bir kere daha deneyince, bu kez olacağı inancı/düşüncesi (haydi ben uydurayım madem Ataç yok: "Busefin")
  • Yabancı bir ülkede bulunup, birbirini tanımayan iki kişinin, aynı ülkenin vatandaşı olduklarının farkına varamayıp, bulundukları ülkenin (ya da ortak bir başka dilde) birbirleriyle konuşması ("yanılca")
  • Atıl bir eşyanın (örn. kitapta kalınan yeri işaretlemek üzere sayfaların arasına vaktiyle konmuş bir kağıt mendilin) sırf uzun zamandır durduğu için bir çeşit manevi değer kazanıp, atılamaması ("incilenmek")
  • Sadece bir kişi için önemli/manevi değeri olan (örn. bir şekilde kendisini mutlak bir kazadan kurtarmış olan bir taş parçası) fakat hikayesi bilinmedikçe alalede olan eşya ("sadebana")
  • Bir iletişim eyleminde (örn. telefon çalması, SMS/mail geldi uyarısı…) gönderenin sevilen kişi olduğunun düşüncesiyle heyecanlanmak fakat bunun yanlış alarm olması ("patlam (çıkmak)")

Bu kadar.