Yılın Listesi: Kitaplar

soğuk havalarda sıcak dostunuz...1995 miydi, yoksa 1996 mıydı, 96’ydı herhalde, işte o yıla tuvalette ve kucağımda Serway’in Physics’i ile girmiştim, bilenler bilir (kitabı). Yani kırk yılın başı vakit bulmuşum da bilgisayarımın, blogumun başına geçmişim, hem de 3.5 ay evvel yazmam gereken bir girişe başlamışım da şimdi şu girişe bir bak(ınız)! Özür dilerim.

2009’a Stephen Fry’ın The Liar‘ıyla girmişim (Mehmet Aslantuğ’un oynadığı değil, o Reşat Nuri Güntekin’in (miydi?). Hatta orada bir de Ece Uslu vardı, ahh ah! Bu arada ben interneti sevmiyorum bazı zamanlarda.). Neyse, The Liar ilk kitap olmanın bütün erdemini ve kusurunu birlikte taşıyordu ama hiç de fena değildi. Aşırı gösteriş meraklısı olması ve hava atması, oyun yapacağım diye anlatıdan kopup gitmesi affedilir kusurlardı (ama Stephen Fry’ın hatrına, onu da söyleyin bilsin).

  • Şu günlerde Stephen Fry’ın The Liar’ını okumaktayım. Kitap bir anda canlandı (Dickens’ın Peter Flowerbuck mevzuu). Fena bir kitap değil yalnız şunu da itiraf etmek lazım: Stephen Fry’ın zekasıyla biraz zedelenmiş. Demek ki neymiş? Zeka gösterisi zorlama olunca (wave after wave) sıkıcı olabiliyor. 01/01/2009

Bu (o) sene okuduğum kitaplar arasında ilginç bir deneyimi pek sevgili Iris Murdoch‘ın favori kitaplarımdan olan The Sea, The Sea ile yaşadım. Hani derler ya işte “Bu kitap katman katman, her okuyuşta farklı bir şey bulacaksın”, hiç de öyle bir durum söz konusu olmadı ama işte eski bir dostla karşılaşmak, yakındaki bir kafeye gidip “seni en son gördüğümde intiharın eşiğindeydin, bir de şimdi bak, ne kadar toparlamışsın” diye hoşbeş etmek gibiydi. Nasıl sağ kaldığını anlayamayıp şaşırmak gibi bir şeydi. Hayatı hakkında genel bir gidişatı hatırlayıp da, yan öyküleri o söyledikçe anımsamak gibiydi, çok güzel bir şeydi..

  • Iris Murdoch’tan “The Sea, The Sea” (for the 2nd time) okumalarım yine devam ediyor, onu ilk okuduğumda nasıl sağ kalmışım, hem şaşıyor, hem de tebrik ediyorum kendimi (Jaws: The Revenge: This time it gets personal). 07/07/2009
  • The Sea, The Sea’yi 10 yıldan sonra, ikinci kez bitirdim. Yine çok etkileyici ama daha evvel buralarda bir yerlerde belirttiğim üzere, o seferki okuyuşumda nasıl sağ kaldığıma şaşmadım değil. 23/07/2009

Ağustosta tatil ve ziyaret için Türkiye’ye giderken yanıma aldığım 3 kitaptan ikisi Dürrenmatt’ın Ziyaret‘i ile, Thomas Mann’ın Venedikte Ölüm‘ü idi. Ziyaret’i sevgili Raymond önermişti ve Amazon’dan pek araştırma yapmadan ısmarlayıp da elime geçtiğinde tiyatro oyunu olması beni çok şaşırtmıştı. Gayet güzel, akıllı bir kitaptı.

  • Eser, çok iyi. “Her şey satın alınabilir” düsturunu, geçmişteki günahlar’ı vasıta ederek gözümüze gözümüze sokuyor. Benim gibi bir tiyatrosevmez’i bile etkileyen kesimlere sahipti. (…) Başladığı gibi bitti, zevkle okundu. Karakterlerin hiçbirinin saf ya da aptal olmadığı yapıtları seviyorum. 28/08/2009

Ve gelelim vurucu, öldürücü Venedik’te Ölüm’e. Gelmeyelim. Gelelim. Gelelim. Bendeki versiyon diğer altı hikaye ile birlikte bir derlemeydi. Daha siz ne olduğunu bile anlayamadan, Küçük Bay Friedemann ile tepenize çullanıyor, ve taa Tristan’a kadar (bu demek oluyor ki Soytarı, Kilise Yolu, Gladius Dei boyunca) size o diğerlerinin anlamayıp da sizin o üstün becerilerinizle kavradığınız şeylerin nasıl da değersiz olduğunu, bayağının hep kazanacağını, uzun vadeyi bırakın, kısa vadede bile böcekler arasında yet another bir böcek olduğunuzu kafanıza kakıyordu. Sonra sanırım o aralar Nobel’i alıyor Thomas Mann, ya da ekonomik olarak eli ekmek tutmaya başlıyor da bu sefer Tristan, Tonio Kröger ile Venedik’te Ölüm geliyor fatality olarak. İşte o zaman bildiğiniz her şeyin, öğrendiğiniz her metodun, edindiğiniz her ince zevkin aslında sizi diğer bütün her şeyin ve herkesin dışına attığını, çırpındıkça nasıl da daha battığınızı, acı çektiğinizin farkında olmanın ve dahası o acıyı analiz edebilme, kavrayabilme yeteneğinizin nasıl da acıyı pekiştirdiğini görüp, teslim bayrağını çekiyordunuz.

  • Hikayelere gelecek olursak: Dino Buzatti’nin Tatar Çölü adlı bir kitabı vardır. Kafkaesk bir kitap mıdır? Çok uzaktan bakınca belki ama bana kalırsa aralarındaki fark Hostel ile Elm Sokağı’ndaki Kabus’un aralarındaki farka benzer (niteliksel olarak değil tabii ki, niceliksel olarak). Kafka’da çözümsüzlük vardır, sebepsizlik vardır, bilmemenin ağırlığı vardır. Tatar Çölü ise Italo Calvino-vari bir güzellikte alır sizi, sıfırdan yetiştirir, bilmeniz gereken her şeyi anlatır, bir beklentiye sokar… (spoiler incoming)… sonrasında tek tek bütün hevesinizi, umudunuzu, yeşerttiğiniz her türlü şeyi kırar, tepetaklak, “çünkü ‘gerçek’ hayat da bazen böyle yapabilir, orada da böyle şeyler olabilir”den başka bir açıklama vermeden ve tam da bu yüzden hayli gerçekçi bir şekilde sizi -ve anlatısını- bitirir. Thomas Mann da işte hayatın bu anlamsızlığını anlatıyor. Hiçbir şeyin önemi olmadığını, o içten içe övündüğünüz kültürünüzün, entellektüalitenizin sadece sizi diğerlerinden nasıl da ayırmakta işe yarayıp, sizi iyice yalnızlığınıza ittiğini, ne yaparsanız yapın hiçbir zaman mutluluğa ulaşamayacağınızı, asla yetinemeyeceğinizi, o çok sevdiğiniz insanların sizin canınızı nasıl yakabildiklerini ve zaten sizin de onları sevme nedeninizin onların sizin canınızı yakabilecek insanlar olduğundan kaynaklandığını acımasızca anlatıyor. Sevdiğiniz insanın sizin sevdiğiniz şeyleri sevmesini bir yandan isteyip, bir yandan da tümüyle sizin istediğiniz gibi biri olunca şu anda sevdiğiniz kişi olmaktan uzaklaşacağının bilincini anlatıyor. Nasıl olup da, sizin o ince zevklerinize erişmemiş, yontulmamış, kaba ve kötücül insanların her zaman için en güzel şeylere sahip olduğunu, dahası siz kendinizin bu sayılan sıfatlardan ötürü üstün olmadığınızı, hatta daha müşkül bir durumda olduğunuzun ayırdına varsanız bile bunun evrenin umrunda olmadığını, hiçbir zaman o güzel şeylere sahip olamayacağınızı güzel güzel müjdeliyor. Sizin için çok özel bir önemi olan -mesela- şu taşı (hayatınızı ona borçluymuşsunuz diyelim) sevdiğiniz kişiye hediye ettiğinizde o taşın onun için eninde sonunda bir taş olarak kalacağını bilmeyi… Sanat bilincinin, sanattan en ince zevkleri almanın sizi sadece daha farklı yapması, başka da hiçbir işe yaramaması. Her şeyin boşluğu üzerineydi Thomas Mann’ın anlattığı. En sonunda, Soytarı’daki gibi bir kırılma yaşadığınızda da, bütün her şeyin ne kadar da boş olduğunu gördüğünüzde, kendi gözünüzdeki değerinizi sırf böylesi bir (üst?) noktaya erişebildiğiniz için yitirebildiğinizde, bunun nasıl diğer insanlara da hemen yansıyacağı da cabası. Sonuçta sadece diğer insanlar var ve Sartre’ın da -hayatımın şu noktasına gelmişken onayladığım tek lafı olan- “Cehennem diğer insanlardır” lafı hükümde. 28/08/2009

İşte sevgili Kâri, Thomas Mann, Death in Venice (and other stories) işbu sebeplerden ötürü bu yılın kitabı olarak 2009’a ve bu naçiz yazarınıza damgasını vurdu. Kitaptan etkilenip o sıralar hazır Türkiye’de olmanın fırsatından istifade edip, bulabildiğim bütün Schopenhauer’leri topladım (Aşk bilmemnesi haricindekileri), onlarla da yatıp kalktım, her söylediğine Schopenhauer’ın başımı salladım, onayımı verdim. Hala da veriyorum, ilgilenenlere duyurulur: Arthur Schopenhauer – okumayın, okutmayın! Sonra söylemedi demeyin, çıkışı yok bu yolun, Sartre demagog bir Polyanna kalıyor yanında.

Kasım ayında, Camera Obscura’nın müthiş albümünden yola çıkıp da haberdar olduğum C.S. Lewis’in A Grief Observed‘ü, yalnız başıma kat ededurduğum Delft-Amsterdam (İspanya Konsolosluğu) seferlerimde elimdeydi. Bütün zeka ve akla rağmen, iyi niyet, mutluluk ve umuda teslimiyetin ilginç bir örneğiydi. Bakayım listeye, kaç yıldız vermişim — 3 yıldızmış, helal-i hoş olsun..

Feed reader’ını yeni açanlar için:
Yılın Kitabı : Thomas Mann, Death in Venice and Other Stories

Yılın dandinilerine girmeyeceğim, istemiyorum çünkü. Bir de Bone var (bu, şu), fena değildi, güzel anları vardı ama ben biraz geç kalmışım anlaşılan…

(Ve/Ama yine de : Joe Hill – Heart Shaped Box; Connie Willis – The Doomsday Book; Frank Herbert – God Emperor of Dune ve dahi listeye bile almadığım, gelmiş geçmiş en kötü şey: Chris Ware – Jimmy Corrigan, the Smartest Kid on Earth). 8P 8P 8P 8PPPPPPPPPPP

Marutai no Onna (Woman in Witness Protection) (1997)

Japonya’dayken (çok Japonyel bir insanımdır ben), filmlerden konuşuyorken, hocam (kendisinin Japonya’da yasamışlığı ve Japonya’dan evlenmişliği vardır) bana Juzo Itami’den bahsetmişti – onun favori yönetmenlerinden biri olan bu şahsı da ben ilk defa orada ondan duymuştum. O gün not almışım 3 filmini:

    * Marusa no onna (Taxing Woman)
    * Ososhiki (The Funeral)
    * Sûpâ no onna (Supermarket Lady)

Evvelsi günü öyle grup içi, biz bize bir veda toplanması yaptık, sağolsun hocam bana halis Royal Delft Blue (Koninklijke Delftsblauw) çinisi hediye etti, hem de üzerinde son bir seneyi aşkın bir süredir iki adım ötemizdeki Doğu Kapısı’nın (Oostport) çizimi var! Neyse, işte oradayken bahis yine filmlerden açıldı, ben de Itami’nin filmlerini bulamadığımı söyleyince, 3 filmini verdi arşivinden: Bugün seyrettiğim Marutai no onna (Woman in Witness Protection); Marusa no onna 2 (A Taxing Woman 2)  ile Minbo no onna filmlerini. Anladığım kadarı ile hep aynı aktris ile çalışmış. Seviyorum böyle bir yönetmenin aynı kişilerle çalışmasını, tanıdıklık hissini arttırıyor. Kar Wai Wong – Tony Leung, Maggie Cheung; Aki Kaurismaki – Matti Pellonpaa, Kati Outinen; Akira Kurosawa – Toshiro Mifune (bu isme netten bakıp da yazdım, hatırlamam yani yolda karşılaşınca sorarsanız ama tanıyorum tabii sima olarak 8) – bir yönetmen daha yazacaktım yahu, kimdi kimdi, neyse.

Marusa no onna’nın konusuna değinelim (patron kapa gözünüö spoiler geliyor!): İşte meşhur bir aktris var, bu aktris bir gün tarikatların üzerine giden bir avukatın öldürülmesine şahit oluyor. Polis onu tanık olarak koruma programına alıyor, tarikat da onu tanıklıktan vazgeçirmek için baskı uyguluyor: önce köpeğini öldürüyorlar, para teklif ediyorlar, sevdiği adamdan ayırıyorlar, kamuoyundaki imajını zedeliyorlar, en sonunda onu öldürmeye teşebbüs ediyorlar. Onlar bunu yaparken, polis de iyi niyetle onu korumaya çalışıyor ama tabii ki bu kötülüklere verebilecekleri eşdeğer bir karşılık yok. Bütün bunlar olduktan sonra, bir noktada şahitlikten vaz geçmeyi düşünmeye başlıyor da, polis onu uyarıyor – “vaz geçersen cezası var” diye, bu da şaşkına dönüyor, zaten korkmuş, soruyor cezanın niteliğini de para cezası olduğunu öğrenince gülme krizine tutuluyor…

Ben böyle yazınca çok ciddi bir film gibi durdu ama değil, bol bol güldüğüm sahneler oldu, zaten başka türlü de insan dayanamaz böyle bir konuya. Sonuçta çok gerçekçi ve bir o kadar da tanıdıktı. Kötülerin imkanlarını sonuna kadar kullanabildiği, her zaman kazandığı – haklının ve doğrunun ezildiği, acı çektiği ve suçlanan durumuna düştüğü bir güzel dünya. Ben Schopenhauer okuyorum, şerbetliyim bu türden şeyler duymaya… Amca dememiş miydi ki:

Bir insanın hayata daha adım atar atmaz kendisini içinde bulduğu maskeli balodan haberdar edilmesi çok önemlidir. Aksi halde karşılaştığında anlayamayacağı ve tahammül edemeyeceği, hatta şaşkınlıktan donup kalacağı birçok şey vardır; ve aslında en uzun ömürlü olanlar onlar olacaktır. Alçaklığın gördüğü himaye, erdemin çektiği aldırmazlık, hakikate ve büyük yeteneklere tahammülsüzlük hatta garazkârlık, bilim adamlarının kendi sahasındaki cehaleti, halis mamullerin neredeyse her zaman aşağılanması ve sadece sahtelerinin baş tacı edilmesi böyle bir şeydir sözgelimi.

O yüzden gençler bu maskeli baloda elmaların balmumundan, çiçeklerin ipekten, balıkların mukavvadan yapılma ve istisnasız her şeyin oyun ve oyuncaktan ibaret olduğunu mutlaka öğrensinler. Birbirleriyle ciddi ciddi iş yapma azmi içerisindeki iki insandan birinin sahte mallar tedarik ettiğini, diğerinin de bunun karşılığında ona kalp paralar ödediğini onlara zamanında söylemek gerekir.

Hiç utanmadım, gittim kitabın arkasında yazanı bulacağımı bildiğimden internetten kopyala/yapıştır yaptım (ahanda buradan mesela). Şimdiden tiyo vereyim, Schopi bu senenin listelerinde yılın filozofu seçilecek (diğer adayları etik kurallarımız açısından gizli tutuyoruz – şimdilik 8). Eğer bu hayatınızda bir tek filozof okuyacaksanız, make it Schopenhauer – bu kadar doğru söze pes doğrusu denir (gerçek beyazlık). Kitapçıya gidince çekin elinizi öyle Aşkın Metafiziği’ymiş filandan, adam gibi bir kitabını alın, ileride ödevlerinizi bitirdikten sonra vaktini kalırsa kumsalda okursunuz Aşkın Metafiziği’ni de.

———–

Gene bir sürü bir sürü şeyler yazmıştım, bir dolu ahkamlar kesmiştim hatta inanmayacaksınız politik bile takılmıştım ama uçtu gitti bim bam bom (kulakların çınladı mı Disq’im benim lala bibim?). Bunu da -tabii ki- işaret olarak alıp, bir daha yazmaya kalkmayacağım. Onun yerine üç şarkıya değinmiştim, onları anacağım tekrardan, okkada.

– Rahmetli Dee Dee’ciğim ve “What can you do? With a brat like that on your back, what can you do?”
– Depeche Mode ve “Love, in itself”
– Morrissey Bey (Morrissey = Muhsin’in İngilizce’de söylenişi) ve şu.

Bir de ayrıyeten, aşkın ağzını burnunu kıran Schopi’nin en az iki kere dayanamayıp, izdivaca teşebbüs etmeleri ve bunun Thomas Mann’da yarattığı yüz kızarıklığından dem vurmuştum. Bir de benim bugün kendi kendime bulduğum:

Q: What is love? A: What isn’t? sufisel duosu sonucunda kendimi bizzat takdir edişim vardı uçup da politik olmayan şeyler arasında.

Bir de itiraf ediyorum: o Morrissey – Muhsin esprisini de yapmıştım uçan metnin içinde (ben), utanmadım, bir daha yaptım işte.


Sonradan bir edit (daha):
Ohhoooo, Itami üzerine bir araba dolusu laf yazmıştım (özenle Wikipedia’dan çevirmiştim kazı) esas onlar uçmuş ya. Itami mafya üzerine film yapınca (Minbo no Onna) mafya da onun üzerine çalışma yapmış (dövüp kesip biçmişler), halk da tepki göstermiş, polis de tepki göstermiş, gitmiş mafyanın üzerine iyice (mafya deyince bu kontekstte yakuzadan bahsediyor oluyoruz, repeat after me…). O olaydan 5 yıl sonra da Itami kendisinin yazdığı şüpheli bir not bırakarak intihar etmiş (yerseniz neden olmasın?) bu masal da burada bitmiş. (arada şu İyi ile Kötünün Bahçesinde Geceyarısı başlıklı girişime de bağlantı vermiştim, niyeyse 8P) Yani anlayacağın sevgili okur, ben galaksiyi kurtarmış idim ama uçtu gitti işte, ne yaparsın… Önümüzdeki maçlara bakacağız artık.

İmza: Sizi seven CTRL-A, CTRL-C kombo insanı Sururi.

seni sordum yalnızlara, seni sordum yıldızlara, yok dediler

ya da son bir buçuk saatimi ne şekilde geçirdiğime dair blog girişidir.

Efendim, aklımda hep şöyle bir replik vardı:

“Seni hiç affetmeyeceğim. Asla unutmayacağım. Unuttuğumu söylesem de, hatırlamıyormuşum gibi davransam da, hiçbir zaman unutmayacağım, hiçbir zaman affetmeyeceğim…”

Favori vecizelerimden olan Hell hath no fury lıke a woman scorned ile birlikte müthiş bir ikili oluşturan bu yukarıda alıntıladığım duygu patlamasını nereden bildiğimi araştırmaya koyulmuştum da (ontolojik sorunsal), işte oralarda yedim bitirdim 1.5 saati (yazması kolay). Bu arada, paragrafın başındaki alıntının da Shakespeare’den değil de, Heaven has no rage like love to hatred turned/ Nor hell a fury like a woman scorned. şekliyle William Congreve’e ait olduğunu öğreneli de herhalde bir iki sene olmuştur, yeri gelmişken belirteyim.

Neyse, çıktık Google seferimize, filmler arasında gezinedurduk, bulamadık. Bir ara Rüzgar Gibi Geçti’den heveslendik, boş çıktı. Harcayacak vakti olanlar, google’da “I’ll never forgıve you”yu “movie”, “quote” ve daha başka çeşit yeşilliklerle süsleyerek aratabilirler.

Sonra aklıma bir “acaba?” düştü. Bu sefer “I will never forgive you” yazıp, yanına da Iris Murdoch’cığımın adını iliştirdim ve voila! İlk olarak The Sea, The Sea yakalandıysa da radara, biraz rafineyşın ile müsebbip bulundu efendim – The Sea x2 ile birlikte favori kitaplarımdan olan The Black Prince (bunu da okuyalı 9 sene olmuş, yaz bunları sen Sururi Efendi!)

‘I shall never forgive him. Be my witness now. I shall never forgive him. Never, never, never. Not if he were to kneel at my feet for twenty years. A woman does not forgive this ever. She won’t save a man at the end. If he were drowning, I’d watch.

(…)

‘And I won’t forgive you either for having seen me like this with my face bruised to pieces and heard me talk horridly like this. I’ll smile at you again but I won’t forgive you in my heart.’

Daha evvel de söylendiği üzere, Cehennemde bile hor görülmüş bir kadının gazabına benzer bir gazap yoktur, ladies and gentlemen! And Dame Murdoch, at her best! Bravo! Bravo! (If you’re scorned and you know it, clap your hands!)

Limits of Control

Jarmusch’un son filmini az evvel bitirdim (as in başlayıp bitirmek). Takdir ettim. Öyle çok süper şahane bir film değildi lakin filmi girdiği bataktan çıkarıyor ama en güzeli, batağı da bile isteye kendisinin yapmış olması ve dahi ipuçları bile veriyor oluşu. Yani kendisi aşmış, filmini de kafasına göre çekmiş ama bize de lütfediyor, yardım ediyor sağolsun (iyi anlamda).

Açıkçası, Broken Flowers’ı pek sevmemiştim (en az sevdiğim filmidir herhalde), bundan da iyi bir şey beklemiyordum ama takdir ettim. Lakin müsadenizle klasman dışı bırakayım çünkü artsy fartsy’yle yakın temas ediyor (dirsek teması) ama dediğim gibi, bir yandan da elinizden tutuyor, bırakmıyor.

Bir de bir de John Hurt bohemlerden bahsedince sevindirik oldum, “entelim ben!” diye zıpladım sevinçle, ellerimi hızlıca birbirine çırptım (Hande, kulakların çınlasın) işte Murger, Kaurismaki, biliyorum hepsini (ben ben ben). Hatta Kaurismaki’nin Bohemlerini Barış sağolsun torrentten apartmıştı hatta bilmem kaç haftada gıdım gıdım indirebilmişti, bulunmuyordu cunku hıcbır yerde. Lakin gel gör ki altyazısını bulamamıştık, rahmetli Matti Peleonpeoka (aklımdan yazdım, şimdi internetten bakacağım doğrusuna, görelim ne kadarını becermişim : Matti Pellonpää eh, hiç fena değil, ben biraz Yunanlı gibi yapmışım rahmetliyi 8) işte ne diyordum, onu görmüştük böyle ince ince siyah beyaz (bir de televizyon çekimi idi elimizdeki kayıt!). Kitap da ne oldu acaba, Hande’ye hediye edecektim ama veremedim galiba… Bir ihtimal kutuların birinin içinde bekliyordur sırasını…

İşte böyle. Entel dantelden şarkılar dinlediniz (dertli gönüllere giren). Bizim zamanımızda “Zeki Müren öldüğünde neredeydin?” vardı, şimdi Amerikalılar “9/11’de neredeydin?” diye soruyorlar popüler kültürlerinde. Amaan, bana ne (bala le!).

Jacob Holdt ve Vanessa Winship

Rotterdam Kunsthal’da, Hopper ve çağdaşlarının sergisinden başka, birkaç etkinlik daha vardı. Bu etkinliklerden Jacob Holdt’un “United States 1970-75″i kendisinin (ki Danimarkalı bir kendi olur kendisi) işte başlıktaki 5 yıl boyunca Amerika’yı gezmesi ve özellikle ırkçılık ve dağılımdaki eşitsizlikleri belgelediği binlerce resmin içinden seçilen resimlerden mürekkepti. Çarpıcı ve çarpıcıydı. Fotoğrafçı sanat amacı gütmeden (ya da bu güdüyü çok arka plana atarak diyelim) fotoğraf çektiğinde ne kadar çarpıcı olabiliyorsa o kadar etkileyiciydi. Gördüğüm fotoğraflar arasından not aldıklarım şunlar:

Nadat Alphonso
Nadat Alphonso

Set in Brooklyn
Set in Brooklyn

Arizona
Arizona

Fear and Guns
Fear and Guns

Bar in Florida
Bar in Florida

Rich Girl with Cuban Maid
Rich Girl with Cuban Maid

Charles Smith
Charles Smith

Adını bilemedim bunun.
Adını bilemedim bunun.

İki resim daha vardı, onları da internette bulamadım – birinin adı “Famillie in de buurt van Elizabethtown” olarak geçiyor, diğeri de “Klanmanen kleden zich voor een rally” ki ikisi de İngilizce’ye, oradan da Türkçe’ye kolaylıkla çevrilebilir ama ben yapmayacağım..

“Bar in Florida” ile şu sizin görmediğiniz Elizabethtown’daki aile beni benden alan iki resim oldu (bir de hikayesi ile Charles Smith var). Harcanan zeki insanlar her zaman yıkıcı bir şey ama -benim için- bu insanlar hele de karşı cins ise, yıkımın gücü iki, üç, dört, çok katına çıkıyor… Dediğim gibi, resimlerin hiçbiri kurmaca değil, hepsinin hikayesi var, sayfasının girişinden başlayıp takip etmenizi öneririm buradaki örneklerden etkilendiyseniz şayet.

Vanessa Winship’i de yarın burayı editleyip yazayım, tamam mı?

(Sonradan edit: beklemedim yarını – hemen bir iki cümle yazayım, bağlantıları vereyim, içim rahat uyuyayım 8)

Vanessa Winship, 2003-2007 yılları arasında Türkiye’de yaşamış bir İngiliz fotoğrafçı. Türkiye’nin doğu sınırlarındaki okulları dolaşıp, oradaki kız öğrencileri görüntülemiş. Umut dolu ve bu yüzden de insanın içini burkan ışıl ışıl fotoğraflar. Özellikle sınır bölgesinde çalışmasının sebebini, böylelikle halkların geçiş noktalarında durarak farklılıkların aslında ne kadar da benzer olduğunu (da) göstermeye çalışmış “Sweet Nothings” adlı sergisinde (ve inanmayacaksınız ama vıcık vıcık katalog ağzı kokan bu paragrafı bir yerden kopyalayıp/yapıştırmadan, bizzat kendim yazdım, ben bile şaşkınlıktayım).

Resimlerin büyük çoğunluğuna (hepsine?)  fotoğrafçının sayfasından ulaşabilirsiniz.

Vanessa Williams - Sweet Nothings


Vanessa Williams – Sweet Nothings / Türkiye 2003-2007

Bir şey daha söyleyecektim, unutmuşum, tekrar geri geldim – Allah, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nden de, Kardelenler Projesi’nden de, Baba Beni Okula Gönder Kampanyası’ndan da, bilemediğim fakat öyle ya da böyle bir şekilde normalde evde/tarlada kalacak kızların okula gitmelerine katkıda bulunan herkesten razı olsun. Denizde bir kum tanesi dahi olsa ne büyük bir farktır o.