Sizden güzel olmasın ama… (yeni diziler)

Geçen girişte yılın dizilerinden bahsederken yorumlarda galiba Outsourced’u söylemiştim ya, işte ona devam ediyorduk, böyle HIMYM’ın ilk sezonlarının heyecanı/havası var idi, hoşumuza gidiyordu, sonra canım bir tanem Emir(im), Raising Hope’u ve Community’yi önerdi, Raising Hope’da da My Name is Earl havası var, onu da (daha da severek izledik), işte oradaki anneye bayıldık, hayran olduk (kuş sesleri), zaten diziyi de My Name is Earl’ün amcası yapıyormuş, neyse, sadede gelelim:

Community. Budur. (ve evet, oradaki gerçekten de Chevy Chase)  [bu girişe başlamadan az evvel resim ararken efsanevi dizimiz Arrested Development’la bir akrabalığı olduğu yönünde duyumlar aldık].

Özetle, Community’yi severim ama Sui‘yi daha da çok severim (ben).

Yılın Listesi: Diziler (2010)

Bu sene, geçen sene başladığımız Modern Family’yi beğenerek izlemeye devam ediyoruz. Yeni dizi olarak, Parks and Recreations’dan aşinalığımızın olduğu Louie C.K.’in dizisi Louie var, 12 bölümlük ilk sezonu bir çırpıda tüketik (başladığımızda 4 bölümü filan çıkmıştı galiba, ondan sonra bir haftanın geçmesini iple çektik).

Louie, iyi bir dizi değil, komik bir dizi değil ama değişik bir dizi. Pek güldüğünüz olmuyor, ama doğallığı sizi (bizi) sarıyor (sardı). Tabii bir de Louie C.K.’nın pek bir şeye takmazlığı ve dünyayı kurtarmazlığı var. Açıkçası, Bengü’yle diziyi neden beğendiğimizi tam olarak bilemesek de, işte tahminlerimiz bu saydıklarım. Pek tavsiye edemem, arkasında duramam (nitekim Dee çaba gösterse de beğenememişti misal (yaw yoksa o bir başka dizi miydi?)

Bu sene dizi aralarında Castle ve Burn Notice’le dolduruyorduk. İşte sevdiğimiz Leverage (“… we provide.. hbrç”) aynı B-series tadıyla güzel gitti yine, bol bol tebessüm ettirdi, A-Takımı’nın filmi de iyiydi. Geçen sene bayıla bayıla izlediğimiz Lie to Me’ye anlaşılan nazar değdirmişiz, o da ağabeyi House’un yolundan koşar adım gidiyor gereksiz aile dramları, az aksiyon, yapay sorunlar kullanımıyla. House, bildiğiniz House (Patron kızma). Bildiğim kadarıyla Bengü bu konuda birtakım şeyler söyleyecek, ona birkaç gün veriyorum, olmazsa yorum kısmında açarım demek istediklerimi.

Big Bang Theory’yi izlemeyi bıraktık. Komik değil, gerçekçi değil, başta Sheldon bir insandı, son aldığı formu bilmiyorum ve dizinin merkezine oturtulması da hayli üzücü oldu benim açımdan (bir üzüldüm bir üzüldüm, sormayın). Ayrıca Penny nasıl oldu da o ilk sezondaki “glamor”ını kaybetti, o da muamma.

Yine Bengü’nün yazacağını düşündüğüm bir başka konunun anahtar kelimeleri: HIMYM, Glee, Ekin.

Hustle’a ara vermiştik, sevmediğimizden değil de zamansızlıktan (1 saat ya! İngilizler’de ayar denen şey yok. Sezon 6 bölüm, her bölüm 1 saat!), onu tekrar izlemeye başladık. Sherlock’u Hande önermişti, bizi (beni) o kadar da açmadı.

30 Rock desen, onu da zoraki, eski günlerin hatrına seyrediyoruz.

Ama işte Parks and Recreation öyle mi! Zaten iyiydi, bu sene süper başladı, kanat takıp uçuyordu, şimdi 6 bölümün ardından yine tatile girdi, bekle dur bakalım. Parks and Recreation, “bize has” bir dizi. Böyle oluşundan şüpheleniyorduk ama geçenlerde bir arkadaş bizdeyken seyredelim dedik, biz kahkahadan kırılırken, haliyle merak etti, “neye gülüyorsunuz, üçümüz de aynı şeyi seyrediyoruz, anlayamadığım bir şeyler oluyor anlaşılan, bana da anlatır mısınız?” dedi, biz de cevap veremedik, anlatamadık. Ron Swanson’ın bir kaş kaldırışı bile bizi kopartabiliyor. Karakterler çok oturduğu için, onlar bir şey demeseler de, biz anlayıp gülüyoruz (ya da benim korktuğum üzere, onlar bir şey demiyorlar, ima da etmiyorlar, ama biz yine de anlayıp gülüyoruz…)

Yılın Listesi, Filmler girişinde değindiğim üzere, Lie To Me’nin Detektif Wallowski’sine vurulmuş durumdayım (Monique Gabriela Curnen), HIMYM’da House’un Allison Cameron’ı Jennifer Morisson’ını görünce şok yaşadık (Bengü, yazacaksın, değil mi?) hiç böyle genç rolü yakışmamış koca kadıncağıza dedim, sonra kontrol ettim gerçek doğum tarihini, oturdum aşağı. Meğer House’la gençliğini yaşayamamış.

Geç oldu, uykum var, artık yatmam laızm: Yılın Dizisi: Parks and Recreation.

Haydi iyi geceler.

Alexa Hennig von Lange ile Maria Rita Epik (ya da: şarkısız)

Geçen hafta Ece ile, hem elimizdeki kitapları iade etmek, hem de yenilerini almak üzere bizim mahallenin kütüphanesine gittik. Çocuk kısmından çıkıp, memurun masasının orada sıramızın gelmesini bekliyorduk ki, gözüme yeni gelen kitapların sergilendiği raf ilişti. Kitapların arasında geçen sene okuyup da pek (hiç) beğenmediğim “The Curious Incident of the Dog in the Night Time”ın yazarı Mark Haddon’ın yeni kitabı “Boom!”, onun altında da daha önce hiç duymadığım bir yazarın (Alexa Hennig von Lange) hoş kapaklı “Tengo Suerte” (Şanslıyım) adlı kitabı vardı. Kitapla yazarın adını not edip, Ece’nin kitaplarını işlettirip, eve döndük.

Eve dönünce internetten baktım, işte böylelikle tanışmış olduk pek sevgili Alexa Hennig von Lange ile. İngilizce’ye çevrilmiş hiç kitabı yok ama Bengü’nün de tasvip ettiği üzere, insanın fotoğraflarına bakınca kitabını da okumak istediği türden bir fiziksel entitiy (oluşum). Bunca sıkıcı adamı/kadını tipine bakmayıp okuduk da ne oldu, bir de böylesini denemeli.

Gelelim Maria Rita Epik’e. Maria Hanım, 1979 yılında Eurovision yarışmasında “Seviyorum” adlı şarkısıyla ve 21. Peron adlı grupla ülkemizi temsil etmek üzere seçilen kişi. Sonradan Araplar demiş ki, yok kardeşim, bu yarışma İsrail’de ve dahi Kudüs’te yapılacak (Su yeniden yazmaya başladı bu arada, yupi yupi ya yo (and a bottle of rum)!), haşa zinhar namümkün. Giderseniz keseriz petrolünüzü, tu kaka! İşte bizimkiler de (apartman yöneticisi Sabri Bey, Erdal Özyağcılar, Ercan Yazgan, etc..) çareyi yarışmadan çekilmekte bulmuşlar ve böylelikle bu güzel şarkı ve bir genç hanımın umutları (nokta)

Ne Kitapsız Ne Kedisiz. (seviyorum, seviyorum)


yılın listesi: filmler 2010 (ve inanmazsınız, 2009)

bu ikinci giriş aynı konudaki, bir öncekinde epey söylenmiştim, küsmüş, bozulmuştum, uçtu gitti sonra, vardır bir hayır. evet.

neden kızmıştı emre? çünkü bu yılın film listesini hazırlamadan evvel geçen senenin listesini bulmaya çalışmış fakat böyle bir listeyi hazırlamamış olduğunu fark edince ve dahası kimsenin de onu ne arayıp ne sorup, “yahu üstad/monşer/haşibaşi, bu sene liste gelmedi, ne iş, bir sorun mu var, yardıma koşalım bir sözün yeter” diyenim olmadı. Bir de üstelik 2008’in listesine bir dolu şey yazmışım, demiştim, ondan sonra da bu sene yok öyle şey, listelemem bile büyük nimet mis puding filan yazmıştım, demiştim, etmiştim. bir de izlediğim filmlerin çetelesini tutuyorum diye övgüye mazhar eylemiştim kendimi (nihansın dideden).

2009 (2009!)

  • Blinkende Lygter (Flickering Lights)
  • The Shop Around the Corner
  • Mad Dog and Glory
  • Efter Brylluppet (After the Wedding)
  • Batman: The Dark Knight
  • Coraline
  • Two Lovers
  • The Boat that Rocked
  • Sunshine Cleaning
  • Primer
  • Okuribito (Departures)
  • Limits of Control
  • Rosencrantz & Guildenstern are Dead
  • Choke

http://www.filmofilia.com/wp-content/uploads/2008/12/two-lovers-b.jpg
2009’un en iyi filmi. o kadar.

2010

  • District 9
  • UP
  • Moon
  • Avatar
  • Up in the Air
  • The Men Who Stare at Goats
  • El Secreto de sus ojos (The secret in their eyes)
  • Greenberg
  • Synechdoche, New York
  • The Illusionist
  • Cloverfield
  • London River
  • Nueva Reinas (Nine Queens)
  • Inglorious Basterds


2010’un en iyi filmi, var mı?

yumuşayan kalbimden, sizler için, yine de:

  • Moon’un robotu. Çok teşekkür ederim, böyle bir robota gerçekten ihtiyaç vardı.
  • (Yılın dizileri listerinde gene bir daha yazarım ama yine de: ) Lie to Me’de Monique Gabriela Curnen var, Polonya asıllı polis memuru Sharon Wallowski’yi canlandırıyor ve ben onu çok seviyorum.
  • Cop Out’un rehine sahnesi beni gülmekten yere yatırdı, kendisi de bütün olarak kötü değildi (ama Kevin Smith değil – double negative. Artık çok üzülmüyorum da onun böyle oluşuna).
  • Yılın sahnesi derseniz, çok kesin olarak, (Onların) Gözlerinin Sırrı (El secreto de sus ojos) filminden (ki film de müthişti – ya sanırım bu yabancı film oskar komitesi, nobel barış ödülü gibi farklı bir grup tarafından hazırlanıyor, zira son dört yılın üç filmi de çok iyiydi (Die Falscher’i seyretmedim, diğerleri: Das Leben der Anderen (Başkalarının yaşamı), Okuribito (Gidenler), El secreto de sus ojos (Gözlerinin sırrı)). Gelelim sahneye, işte Benjamin Irene’le kitabı hakkında konuşuyor, tren sahnesini anlatıyor, Irene de “aman pek romantik, duygusal olmuş (amaaaaan, alın işte şu sahnenin oradaki Irene’in o bakışı var ya, ah o bakış, kansorejen–

– Bu ilk çalışma.
– Biraz daha kahve yapayım.
– Evin hayal ettiğim gibi.
– Ah, öyle mi? Nasıl hayal ediyordun?
– Nasıl mı? Böyle. Şöyle böyle tahmin ediyordum.
– Tabi. Senin evine göre bayağı farklıdır.
– Benim evimi biliyor musun?
– Hayır. Bundan farklıdır, diyorum.
– Ah.
– Tamamen farklı.
– Neyden korkuyorsun Benjamin?
– Ha?
– Burda bir kağıtta “korkuyorum” yazıyor. Neyden korkuyorsun?
– Hayır, hayır. O.. o yazmaya çalıştığım zaman yazdığım bir şey.. yarı uyanıkken hayal gücümü ortaya çıkarmak için… yazdığım bir saçmalık, önemseme.
– Peki, hadi, bana anlat.
– Pekala, bu bir roman… bir romanda gerçek hikayeden bahsetmen gerekmez… ya da inanılası bir şeyden.
– Evet.
– Hayır,hayır, nasıl? İnanılmayan şey ne?
– Ay Benjamin, şu kısım, adam Jujuy’a gittiği zaman… kendini yırtarcasına ağlıyor.. kız da kaldırımda sanki hayatının aşkı gidiyormuş gibi koşuyor.
– Peki…
– Camdan ellerini değdiriyorlar sanki tek bir insanmış gibi… ve kız ağlıyor… sanki kendini vasat ve sevgisiz bir kaderin beklediğini biliyormuş gibi.. sanki hiç itiraf edemediği bir aşk için… bağırmak istermiş gibi…
– Evet.. böyleydi. Ya da değil miydi?
– Eğer yaşanan gerçekten böyleydiyse, neden beni yanında götürmedin?.. Aptal.

bugünlerin, yarını da var, gidiyorum ben, sen hoşça kal.

Ayşe için synechdochelar.

Wiki’den baktım da Türkçe karşılığına, pedi “kinaye” diyordu, benim kafamdaki kinaye kavramına pek yediremedim, ikşınari ise “kapsamlayış” olarak veriyordu karşılığını, ki bu kadar kastırıcı bir kelime olduğuna göre, büyük ihtimalle doğrudur ama ben yine de orijinalini kullanmaya karar verdim. Zaten şunun şurasında bu blog vasıtasıyla tanıdığım iki kişi var, iyice soğutmayayım istedim.

Synechdoche’ların beni en büyüleyen özelliği, tanım itibarı ile hem bütünün parçayı temsil etmesine, hem de parçanın bütünü temsil etmesine karşılık gelmesi. Vaktiyle Mandelbrot’un Fraktallar kitabını okurken böylesi bir tabiat olayına denk gelmiştim: nasıl ki fraktallarda parçadan bütünü çıkarabilirsiniz (and vice versa), kitap da sürekli kendine referans verip duruyordu.

Yanan ev metaforu ne kadar ne kadar güzeldi gerçekten de. Önce kör göze parmak gibi geliyordu ama sonra olayın kaçınılmazlığı, “odadaki fil”, genelde biri öldükten sonra farkına vardığımız ama aslında her zaman bariz olarak orada duran şeylerin ağırlığı, eziciliği göz önüne alındığında, o kör göze parmak metafor daha da hüzünlü bir hal almasına yol açıyordu bütün hikayenin.

Ben yine yaptım yapacağımı ve onca katmanları bir kalemde es geçip, şu mevzuya kafamı çarpmıştım, çarptım: bir insanın, sadece onun taklidini yaparak kendisinin etkilemeyi başaramadığı birini etkilemeyi başarmak bir (o) insanın başına gelebilecek en kötü şey, vurabileceği en derin dip ve tadabileceği en yok edici yeniliş değildir de nedir? (tersaneleri dağılmış, kaleleri zapt edilmiş).

Bu noktada, sponsorumuzdan bir reklam alıyorum araya:
Ama öyle ama böyle, işte bir şekilde, kahverengi renkte ve baloncuk çıkaran, şerbetçiotlu ve şekerli bir içecek icat ediyorsunuz, adını da rahmetli dedenizden ilhamla Coca Cola (Koka Kola) koyuyorsunuz. Sonra çocukluktan hasmınız Pepe, kötü bir taklitle çıkageliyor ve buna Pepsi Cola (Pepsi Kola) adını veriyor, üstelik de bir dizi reklamla sizin ürününüzle dalga geçiyor (Amerika’da dalga geçme maksadıyla her türlü telif ve royalty’den (her neyse) muaf olabiliyorsunuz — Weird Al Jankovic, Richard Cheese ve Robot Chicken gibi faydalı sonuçları olsa da ne yazık ki işte böyle kımıl zararlılarının eline de fırsat verebiliyor).

Ben üniversitedeydim o zaman. Kendimi bildim bileli çok (rakamla: ÇOK!) kola içerim. Tercihim iptal edilene kadar Diet-Cola idi, artık yalnızken Coca Cola Light, civarda Ece varsa da normal kola oluyor (çünkü benim zararlandığım her zararlı şeyden göz payını zorla alıyor). Pepsi’yi hiç sevemedim, hem tavır, hem de tat olarak pek uyuşamadık kendisi ile (evet, o da benim tadımı beğenmez öteden beri). Gelin görün ki, işte ben üniversitedeydim, gençtim, ve bir gün televizyonda Generation Next’in işte o ilk parti “Generation Next” reklamıyla karşılaştım. İzlediğim en etkili şeylerden biri olmuştu ve ciddi ciddi, sırf bu reklam yüzünden, hem de reklamın aslında Pepsi ile hiçbir alakası olmadığını bildiğim halde, Pepsi içmeye başlamayı ciddi ciddi aklımdan geçiriyordum ki, Pepsi Spice Girls ile bol sıfırlı bir anlaşma yaptı, şarkıyı onlara devretti, içinde Spice Girls olan bir reklamdan bekleyeceğiniz her şeyi barındıran bir dizi reklam filmi çekti ve öbür (asıl) reklam unutuldu gitti. Düzenli olarak bu reklamı yıllar boyu Youtube’de aradım (zaten oradan biliyorum Pepsi’nin öbür agresif reklamlarını), nihayet yakın zamanda buldum — bu kadar yazınca ilgili 16 saniye karşısında “bu muymuş yani” diyeceksiniz büyük ihtimalle ama olsun, bana ne (gam+keder)! http://www.youtube.com/watch?v=eJ8PJR434Z0 . Budur. (aslında tam halinde spoken word ile başlar, bir de şu Beck’in Loser’ının başında çalan aletten (banjo? anormal synthli bir gitar?) çalar boing bong diye, ama bunu bulduğuma da şükür – bunu dediğim anda şunu da buldum : http://www.youtube.com/watch?v=QfVF36TzL28&NR=1 – ses biraz patlak olsa da 7saniye longer ya da fps’den öyle geliyor).

Reklamı bitirip gene filme/hayata dönelim ve evet, bence kesinlikle bilinçli bir şekilde yapılmış bir göndermeydi o Chloe göndermesi. Yani kişisel değildir (aka “paranoyak olmanız izlenmediğiniz manasına gelmez”). Bu filmi izledikten sonra Philip Seymour Hoffman’ın belki de gerçek hayatında neşe dolu bir insan olabileceğini düşündüm iyimser olmak için ama değil tabii ki. Kötü, kötülük için iyilik yapma lüksüne sahip olsa da, iyilik için kötülük yapılamaz. Yani bir insan hem komedi hem de dram filmlerinin de hakkını verebiliyorsa, bu o kişinin mutlu olduğunun değil, mutsuz olduğunun kanıtıdır (yani komedide rol yapmıştır). ve blah blah…

Kaufman çok tehlikeli bir adam benim için. Hakikaten. Beni anında Being John Malkovich’le vurmuştu diğer filmleri birkaç nokta dışında laylay gelmişti (Eternal Sunshine of the Spotless Mind haricinde — onu izlerken hor görmüştüm ama sonrasında beynimde filizlenip, ardı ardına takdir edilmek suretiyle intikamını aldı – Adaptation’da da kardeş olayına vurulmuştum mesela). Ama Synechdoche, New York tam manasıyla öldürücü. Yönetmenlik lisansını iptal edip, kendisini kimseyle iletişime geçemeyeceği bir ortama hapsetmek taraftarıyım, zira etkileşime girip bozulmasın, onun yerine ömrü boyunca saf halde bir şeyler üretmeye devam etsin, o öldükten sonra da bunlar halka arz edilsin(ler). Bir Kafka, bir Oğuz Atay kolay yetişmiyor, şöhretin/tatminin/mutluluğun bu tip kişilere ulaşıp bozmasına müsade edilmemeli, devlet erkanımızı göreve çağırıyorum (nerede bu devlet when you most need it?).

Sanırım nokta. Aklıma başka şeyler gelende, yorum olarak yazarım aşağılara elbet. Hakikaten güzel filmdi, Bengü yokken izlemiştim, şimdi onun aklını çelip bir de onunla izlersem, yine yazacak bol bol şey bulurum elbet. Bir de bir de sanırım bunu daha evvelden yazdım ama sanırım buraya değil de arkadaşa giden bir mektuba: Samantha Morton ile Emily Watson’ı düşünebilmenin yalnızca bana has bir özellik olduğunu sanırdım, yanılmışım (yanılmışım as in : “My noon, my midnight, my talk, my song; I thought that love would last forever: I was wrong.”).