l’amertume

me and you and everyone we know
l’amertume, başındaki artikelden filan da anlaşılacağı üzere, fransızca bir kelime. “burukluk” diye çevrilebilirmiş türkçe’ye. ben fransızca bilmem ama nedense -özentilik 99%- fransızcasını yazmam gerektiğini düşündüm. sonra da kelimeyi sözlüklerde aradım durdum, bulamadım, yardımıma Cioran’ın Syllogismes de L’Amertume‘ü koştu. Gerçi başlığın neden Miranda July değil de, l’amertume olduğunu az çok anlayabiliyorum fakat anlatabilecek kadar değil..

amerikan bağımsız sinemasının böyle bir buruk tadı var genellikle. şimdi jim jarmusch’a bağımsız demek ne derece doğru olur, orası ayrı, haydi ona auteur diyelim, son yıllarda epey iyi bağımsız filmler seyrettik. donnie darko, station agent, pieces of april ilk aklıma gelenler. cuma günü seyrettiğimiz Me and You and Everyone We Know bu bağlamda bir istisna değil. Miranda July (blog’u burada) yazıp-yönetip-oynamış, etkileyici bir burukluğu var; bu burukluğu üzerinde taşıyor ve karşısındakine geçirebiliyor. her şeyden önce herhalde sesi ve gözleri. filmi seyrederken, murathan mungan’ın bir şiiri, daha doğrusu bir dizesi geldi aklıma:

birbirimizi yaralarından tanıdık

şiir Kadırga, “Yaz Geçer”den. Sonrasında, filmin DVD’sini araştırırken, amazon.com’da güzel bir eleştiri buldum film hakkında:

What do lonely people do in order to find happiness, connection and meaning? “Me and You and Everyone We Know” is fraught with hopeless people who don’t know what to do.

Imagine the Beatles “Eleanor Rigby” turned into a movie.

Kaynak: What Desperate People Do While Looking For Meaning and Hope – A. Trendl

müzik, filmi tam anlamıyla destekliyor. soundtrack’i, donnie darko’nun da soundtrack’ini hazırlayan Michael Andrews hazırlamış. Buradan, bütün albümü dinleyebilirsiniz, flash olarak koymuşlar (bu ve Michael Andrews’un diğer projeleri için de burası).

yıllardır kullanageldiğim louise brooks & totoro’lu masaüstü resmim de, dün akşam yaptığım bir darbe ile, yeni görüntüsüne kavuştu:

eski masaüstü resmim: louise brooks & totoro
bu eskisi

bu da yenisi: miranda july..
bu da yenisi

daha pek çok şey yazasım var ama bugün yeter.

miranda july

me and you and everyone we know

))\<>((

wo bist mein kopf?..

kafamı bulamıyorum. buralarda bir yere koymuştum halbuki. st’nin müziği kafamın içinde yankılanıyor ama kafamı bulamıyorum. oruç tutmak, tıpkı şey gibi.. neyse. bunda da duyularınız bir yerlere gidiyor, farklı biçimlerde keskinleşiyor. gerçi tahminim bunun sebebinin açlıktan çok, vücudun nikotinim neredeee! diye mızmızlanmaya başlaması.. yok sana nikotin filan. öyle işte.

geçen sene, bu zamanlar olabilir, kendimle girdiğim bir inatlaşma sonucunda, yer-misin-yemez-misin-hadi-bakalım moduna geçip bir ay pipoyu bırakmıştım, bakalım iradem ne alemde diye, bir ayı tamamlamış, sonrasında pipoya da kaldığım yerden devam etmiştim.. bu nikotinsizliğe uyanışın güzel bir yanı var: dinlediğiniz müzikler -sanırım beyniniz pek yerinde olmadığından ötürü- doğrudan kafanızda patlıyor, çok zevkli, gözleriniz belli bir yere takılıp odaklı odaklı kalıveriyor, renkler yayılıyor etraflarından. beyin olmayınca, çeperlerden çarpıp geri dönüyor müzikler de.. mesela şimdi dinlemekte olduğum tom waits – rain dogs.. har har har!.. 8)

ahmet haşim’in ateşler içinde yatmanın büyüleyici yanlarından bahsettiği bir yazısı vardı, onu bulayım da, gönderirim belki.. nasıl olsa yarın da bu halde olacağım, önümüzdeki 29 gün de..

before sunrise, before sunset, spring summer winter fall..

Julie Delpy’nin çıkış albümünü dinlemekteyim, biraz bayık bir şarkı olan “something a bit vague” çalmalarda. bundan evvel de, before sunrise & before sunset’in ortak soundtrack’ini dinlemiştim bir güzel. sahi, ne güzel filmlerdir onlar! ethan hawke, tip olarak o filmlerde ne kadar da bera’ya benzer ve julie delpy ne kadar güzeldir (ikinci filmdeki aids’li halini pek karıştırmazsak). richard linklater inşallah bir 10 sene daha yaşar da before the kuşluk vakti vesaire bir film daha çeker, zira waking life’taki sekans yetmedi kardeşim! fransız kadınları bir başka oluyor desem, ingilizler alınacak (“seni bir kere öpsem ikinin hatrı kalır..” – Cemal Süreya 8) ama onların yeri apayrı.. 8)

Je T’aime Tant
by Julie Delpy

Tu me suis tu me souris dans la nuit tu me seduis
Je sais que tu sais que je ne sais plus qui je suis
Je t’aime tant je t’aime tant pourtant
Comme le temps qui passe et ment j’attends
Toujours perdante tu me tourmentes
Et tes desirs me prirent pour me detruire
Je prends un certain plaisr a souffrir
A me punir a me repentir
Toujours soumise tu me meprises tu me rejettes tu me maltraites
Douleur et desir sont synonymes de mon plaisir
Je m’abandonne aux hommes sans souci ni tourment
Je me suis perdue sans retenue pour un jeune homme
Un peu hors de la norme
Tu me cherches tu me guettes tu me tiens et je me sens bien
Tu me prends si lentement je desapprends
Puis tu me rends mon tourment
Je serai ce qui te plait la lumiere sur ta peau
Celle qui t’attend a la porte
Et celle qui peu importe je serai ce que tu veux
La sueur sur ton front la brise dans tes cheveux
Ou celle qui te brisera le cou
Je te souris je te nuis je t’aime
Je te detruis je te tiens et tu viens
Tout est bien qui finit bien
Tu sais que je sais que tu ne sais plus qui tu es
Depuis que tu t’adonnes a nos petits jeux hors de la norme
Je te plais tu me plais
You please me, i please you
Nous sommes les amants du tourment
La nuit nous tuons l’ennui l’amour toujours nous suit
L’amour toujours nous fuit, l’amour toujours nous detruit
Comme la pluie et l’oubli comme des cris dans la nuit
Je t’aime tant je t’aime tant pourtant.


her ne demekse.. canım yine çekti, bir daha çalayım (Sam..)

Julie Delpy & Ethan Hawke - Before Sunrise

Jim Jarmusch

Cumartesi günkü Radikal gazetesinde, Fatih Özgüven, köşesinde Jim Jarmusch‘a olan sevgisinden ve Michael Haneke’ye olan nefretinden dem vurunca, “ne kadar da çok ortak yönümüz var!” diye kendi kendime mırıldanmadan edemedim. Bilenler bilir (ve ne şanssız insanlardır ki onlar!), Haneke’yi anlatmaya gerek yok, biz sevgili Jim Jarmusch’la ilgilenelim..

Jim Jarmusch’la, 1995 yılının İstanbul Film Festivali’nde tanıştım. O sene, muhteşem bir kararla, Jarmusch’un bütün filmlerini göstermişlerdi. Ben de, bu sayede Stranger than Paradise‘tan Dead Man‘e, Coffee and Cigarettes‘in o zamana değin çekilen üç filmi dahil bütün külliyatını izleme fırsatı bulmuştum (hatta Night on Earth‘ü gece sineması bölümünde bir başka hastası olduğum yönetmen Kar Wai Wong‘un Chungking Express‘iyle birlikte seyretmiştik (ben, bera, hakan). Bugün gazetede okuduğuma göre, bu seneki film+/Güz Şenliği‘nde Jarmusch’un 7 filmine yer vereceklermiş.. Kaçırılmamalı derim.

Kendi adıma, ilerleyen seneler boyunca, Jarmusch’un ‘Down by the Law’u hariç, diğer filmlerini tekrar tekrar seyrettiğimden, büyük bir ihtimalle gitmeyeceğim. Down by the Law’daki Tom Waits performansı, benim gibi bir Tom Waits hayranını bile çileden çıkaracak kadar kötüyken, John Lurie ve Roberto Benigni epey iyiydi. John Lurie (of the Lounge Lizards), zaten ‘Stranger Than Paradise’da da döktürüyordu, o filmdeki kankası Richard Edson’ın Sonic Youth’un ilk bateristi olması da ayrı bir detay – gerçi Eva rolündeki Eszter Balint’in de müzisyen olması, olayda bir kast aranmasına yeter de artar bile sanırım.. (Bu arada, evet, en sevdiğim Jarmusch filmi Stranger Than Paradise, nereden anladınız.. 8)

Jim Jarmusch’u sevip de, üstadı Wim Wenders’dan haz etmeyişim sanırım Woody Allen’ı sevip de, Ingmar Bergman’a dayanamamla aynı şey..

Dünyanın En Güzel Şems’i

Blog’umda önceden belirlediğim bir “Eda’bi” kategorim var; ne zaman bir mesaj yazsam, öyle melûl melûl beni süzüp duruyordu. Ben de, onun hatrına, şu “hikayemsi”mi göndermeye karar verdim. Alttaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere, bu hikayeyi, daha önceden Hitnet’e göndermiştim..

=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=
From: Emre Sururi Tasci
To: Duzyazi Alani Sakinleri
Date: Wednesday, June 28, 2000, 1:04:11 AM
Subject: [DUZYAZI] bilimkurgu
–====—-====—-====—-====—-====—-=
herkese selam… okumuşsunuzdur, dna haritası vesaire. çoktandır düşündüğüm bir bilimkurgu öyküsü vardı kafamda, işte bugünle birlikte ona da biraz değineyim istedim… şu sıralarda yatmaya hazırlanıyorum ve vakit geçirmek için bu yol, ideal gözüktü…

hikaye, bir adamın görüşlerini bildirmesiyle başlayacak, 1. tekil şahıs anlatımı olacak. hatta şu şekilde de başlayabilir:

merhaba. adım emre s. taşcı ve bir zamanlar yaşamış bir adamın, yüzlerce yıldır çalıştırılan simülasyonuyum. “boş vakitlerimde” -ki bu sıralar işlemcimi daha da geliştirdiklerinden boş vakitten fazla bir şeyim yok- hikayeler yazmakla uğraşıyorum. aslında böyle bir hikayeyi ilk emre (yani “orjinal mal”) Gen Haritasının çözüldüğüne dair haberlerin gazetelerde boy boy yer kapladığı 27 Haziran 2000 günü yazmayı kurgulamış, hatta, kabataslak bir plan da yapmıştı ama sonradan bu planı gerçeğe dönüştürmek imkanını bulamadı. Hem, zaten, o kadar unutkan bir insandı ki, 2 Temmuz’da ölmemiş olsaydı bile, bu hikaye herhalde yine de onun tarafından sonradan hatırlanıp yazılamazdı.

işte böylelikle, artık bir simülasyon olduğunu bildiğimiz bu simülasyon, bize yapılış nedenlerinden ve hazırlanış aşamasından bahsedecek biraz (bu arada, orijinalin, o kadar yakın bir tarihte olmasa da, mutlaka ölmesine gerçekten de ihtiyaç vardı, sebebini birazdan açıklayacağım). gen haritaları tam anlamıyla deşifre edildikten sonra, insanlar, bu sefer simülasyonlara yöneliyorlar, ve bu sebeple de ölümsüz varlıklar programlanabiliyor. dna kodunu bilgisayarın girişine yüklüyorlar ve ta-ta-tam! o insan, bir şekilde yeniden doğmuş oluyor. ama ilk yıllarda çok büyük bir sorunla karşılaşılıyor: oluşturulan simülasyonlarının (ki bunların sayısı çoooook yüksek maliyetten ötürü, o kadar da fazla değil) tümü bir şekilde yeni durumlarını yadırgayıp bunalıma giriyorlar ve “intihar” ediyorlar (artık devreyi yakmaya ne derece intihar denebilirse). aslında bu prototiplerin intiharı sadece detay, çünkü sonradan insanlar bunun da üstesinden geliyorlar ama bir şekilde bu sorunu halledebilmek için çok zahmetli bir malzeme kullanmak durumundalar (diyelim ki, “özün” çok yüksek sıcaklıklarda, ve kendisi çok yoğun olduğundan, dışarıyla mümkün mertebe minimum etkileşmeye girmesi için çok az yoğun olan bir ortamda saklanabilmesi lazım ve bu ortam da mevcut evrende ulaşılabilir olan sadece 4-5 güneş tarafından sağlanabiliyor) böylelikle dünya’daki (yahut o sırada bir ihtimal kolonileşme tekrar başlamış olabileceğinden evren’deki) insanlar (varlıklar) bu kişilerin seçiminde çok titiz davranıyorlar… ilk iki güneş tam bir fiyasko oluyor (süreç geri-dönüşümsüz olduğundan ötürü, haydi, onları silip, yerine yeni adamları koyalım da diyemiyorlar) “leonardo da vinci” ve “albert einstein” güneşleri kati suretle bekleneni vermiyor… sadece “efsanelerden” yola çıkmanın ne derece hayalkırıklığı yaratabileceğinin farkına varan varlıklar, bu sefer, hhgttg (hitchhiker’s guide..)’deki “42 bilgisayarı”na benzer bir makine inşa ediyorlar (aslında bu makine civilization’a wonder olarak konabilir). bu makine, kendisine iletilen DNA kodlarını inceleyerek “yeniden oluşturmaya” en değecek olan adamları saptıyor. bu sayede, ortamdan bağımsız bir olanak da ele geçmiş oluyor. Şimdi, bu noktada izin verirseniz, sevdiğim -fakat aslında çok bayağı olduğunu da bildiğim- bir hikaye aktarayım:

tarihe çok meraklı, iyi yürekli bir tarih profesörü varmış ve ölmüş. adam, iyi bir adam olduğundan yukarıdakilere “sizden rica etsem, beni gelmiş geçmiş en büyük kumandan ile tanıştırır mısınız?” demiş, melekler de onu, içerisinde iskender’in, napolyon’un, vesaire vesaire’nin olduğu bir odaya almışlar, tarihçi biri hariç, hepsini tanıyormuş; o tanımadığı biri de bir kenara çökmüş, sessiz sedasız ayakkabı boyuyormuş. melekler, o adamı işaret edince prof. dayanamamış: – siz ne diyorsunuz yahu! bu adam düpedüz bir ayakkabı boyacısı! demiş. bunun üzerine melekler de: – eğer fırsatı olsaydı, en büyük kumandan o olacaktı, karşılığını vermiş.

yaa.. biz gene asıl hikayemize dönelim: işte bu “42 bilgisayarı”nın avantajı buradaymış, yani, sözgelimi bir kumandana ihtiyaç olsaymış, mesela o bilgisayar bizim ayakkabı boyacısını tespit edebilirmiş, ilh.. ama o dönemde artık savaş olmadığından (bunun nedenini ülkelerin olmayışına bağlayabiliriz sanırım), kumandana pek ihtiyaç yokmuş; daha çok sanat ve bilim dalında adamlar isteniyormuş… işte bilgisayar da, yüzyıllar önce yaşamış bir fizik öğrencisi olan emre s. taşcı’nın, istenilen niteliklerde olduğunda karar kılmış ve böylelikle bugün “emre sururi taşcı güneşi” olarak bildiğimiz güneşe “öz” yollanmış. işin beklenmedik bir yönü, büyük bir heyecanla (simülasyonların çalıştırıldıklarında verdikleri ilk tepkileri izlemek her zaman ilginç olagelmiştir) karşılaşılması beklenirken, emre s. taşcı, yeni durumunu hiç yadırgamamış, hatta, biraz da “kuul” bir biçimde:

– hımm… bir zamanlar yaşarken, ben hariç bütün evrenin bir simülasyondan ibaret olduğunu düşünürdüm… oysa şimdi evren gerçek, simülasyon olan sadece benim.

demiş. bir süre, her şey yolunda gitmiş ama bir gün taşcı, çalışmayı kesmiş… gayet nazik bir biçimde:

– çok özür dilerim, biliyorum, bu yaptığım nankörlük olarak addedilebilir ama, ben, sizler bengü hanımın simülasyonunu yapmadan daha fazla çalışmayı reddediyorum demiş.

evrendeki varlıklar bu istek karşısında doğrusu çok şaşırmışlar, zira onlar “aşk” gibi pek çok şeyi “aştıklarından”, bu istek onlara garip gelmiş. bir müddet düşünmüşler… sonra ne mi olmuş? ne yönde mi karar vermişler? işte bu noktada, hikayedeki anlatıcı, özür dileyerek bu hikayeye şimdilik ara vermesi gerektiğini, zira, bengü hanımın simülasyonuyla bir randevusu olduğunu ve “tüm hatlardan” iletişime geçmediği sürece hiçbir şeyin yeterli gelmediğini belirterek hikayeyi bitirir.

nasıl, güzel olmuş mu? işin ilginç yanı, birazdan bengü arayacağından ötürü ben de sonu kısa kestim, şimdi çıkıp, onu bekleyeceğim. ikinci nokta da şurada: yıllar yıllar önce, sadece adını bildiğim bir hikayem-to-be vardı, adı “dünyanın en güzel şems’i” idi, şems, farsça “güneş” demek (“şemsiye” oradan gelir)… işte, hikayemde simülasyon maliyetini yükseltmek için “öz’ün güneşe gönderilmesi” mevzuunu kurgularken, aklımda bu yoktu lakin, iki satır daha yazınca birden hatırladım bu eski, sadece adıyla ibaret olan hikayemi, içim ısındı, güzel oldum… 8)

hamiş: bir de, olur a, “güneşlerin yoğunluğunun az olduğunu nasıl iddia edersin?” diyen bazı aklıevveller çıkar, onlara da derim ki, bunlar özel güneş… derim olur… 😉

herkese çok sevgiler,
mre s’ler…

… vE beN bUyudum bIr gEcE… eDa’bI#2

——————————
Origin : HiTNeT E-Posta Listeleri – http://www.hitnet.bbs.tr
=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-