yeni yıl hediyesi: buruk bir aşk şeysi.

Not: Akademik hayat, diğer mesleki hayatlar gibi, kendine özgü bir hayat. Bu (geçtiğimiz) sene “Up in the air” beni yerden yere vururken belki de farkında olmadan orada sunulan hayatla akademik hayatın ne kadar da örtüşüyor olduğunu bilinç altımda kavrıyor ve bu nedenle empati overdose’una uğruyordum (ben uydurdum büyük ihtimalle).

Aşağıda, sıcağı sıcağına yazıp, ikinci bir kere okumadan, düzenlemeye girişmeden, en “çiğ” haliyle gönderdiğim taslağı görmektesiniz. Çok vaktiniz varsa, ya da yarın işe giderken otobüste/trende okuyacak bir şey arıyorsanız vs.. o zaman tamam ama aksi takdirde, babanızın oğlu olmadığımdan kelli, beklemenizi salık veririm, iyice düzenleyip ilgili yere koyarım. Bir aydır çok fena bir şekilde yazılması gerekiyordu, bugün ilgili zamanı buldum, hikaye de sağolsun aktı gitti, sonunda bitti, o heyecanla göndereyim dedim (zaten baştan sona Guben Blogger’ın editöründe yazdım, öyle copy/paste durumları olmadı ve bir de ne kadar çok konuşuyorum ben, niçin niçin..)

Buruk bir aşk şeysi

– M., S. ve E. için –

İtalya’daki misafir araştırmacı olarak çalışmamın 3. senesinde, bölüm başkanı beni artık bir misafir olarak değil de, daimi olarak ağırlamayı istediklerini söylediğinde, bana sunulan pozisyonu sevinçle kabul ettim. Yalnız İtalya bürokrasisi ve akademik sıkıntılar bir arada düşünüldüğünde, onların teklifi ve benim akabindeki kabulumden sonra, işe resmi olarak başlamam için 2 sene geçmesi gerekecekti. İstersem bu iki seneyi misafir araştırmacı olarak çalışmaya devam ederek geçirebilirdim ama ben Türkiye’ye dönüp, orada işlerimi toparlama taraftarıydım.

Böylelikle eski üniversiteme döndüm, durumumdan ötürü sözleşmeli olarak işe alındım, ben gittikten sonra benim konumla ilgilenmesi beklenen eski asistanım, yeni yardımcı doçentim Erkan’a püf noktaları göstermeye başladım. Bu arada, İtalya’ya gitmemden önce verdiğim ileri fizik derslerinden tanıdığım öğrencim Hasan lisansı bitirmiş, yüksek lisansa başlamış, kendine danışman arıyordu, benden rica etti, ben de iki sene burada kalacağımı bildiğimden, memnuniyetle kabul ettim, durumumu da ona açık açık belirttim.

Hasan, zeki bir çocuktu ama zekası fazla geldiğinden olsa gerek, gözü hep dışarıdaydı, “köşeyi dönmek” istiyordu hep. Bir şey öğrendiğinde bunu nasıl pazarlayabileceğini düşünürdü; ona göre teorik fizik “tatsız” bir şeydi, “uygulanabilir olmayan şeyler, anlama zahmetine değmez”di. İyi çocuktu ama hep daha fazlasını istiyordu.

İlk senenin sonuna gelmiştik ki, tezi üzerinde çalışırken bir gün “Hocam,” dedi, “ben doktoramı yurt dışında yapmak istiyorum, acaba sizin İtalya’daki üniversiteden bana bir doktora projesi ayarlayabilir misiniz?”. Şimdi ne yalan söyleyeyim, şaşırdım diyemem, doğrusu böyle bir öneriyi beklemiyor değildim. Hasan’a İtalya’daki bölümle bu konuyu konuşacağımı söyledim, birkaç hafta sonra da oradaki pozisyonunun hazır olduğunu.

Böylelikle, aylar geçti, Hasan tezini, ben de hazırlıkları bitirdim, mobilyayı eşyayı dostlara, evi de kiraya verdim, veda ziyaretlerini gerçekleştirdim, İtalya’ya gitmeme bir ay kalmıştı, o bir ayda da şöyle güneye geçip, güzel bir tatil hediyesi vermek istiyordum kendime. Hasan benden 3 hafta evvel İtalya’ya gidecekti, ders programı onu gerektiriyordu, gitmesinden evvelki görüşmemizde bana bir sürpriz, daha doğrusu bir emrivaki yaptı: ofisime yanında bir kızla çıkageldi, kız arkadaşıymış, adı Ayşegül. Niyetleri ciddiymiş, Ayşegül de bu hafta tezini savunup, bitiriyormuş yüksek lisansı, aman ne olur ona da İtalya’da bir doktora programında yer bulabilir miymişim?

Bu noktada, bir parantez açıp, konuyu analiz etmek, sizleri de sandığınız kadar safdil biri olmadığıma inandırmak istiyorum: Tamam, Hasan emrivaki yapmasına yapmıştı, ama kötü bir şey miydi istediği? Belki normal şartlar altında Ayşegül için İtalya’daki üniversite ile bağlantı kurmazdım, ne de olsa hem bizim alanda pek kullanılmayan bir deney metodu üzerine ihtisas yapmıştı, hem de doğrusu not ortalaması öyle pek yüksek değildi. Ama bütün bunlar çok mu önemliydi iki gencin taptaze, saf aşkı karşısında? Sonuçta, Ayşegül’e çaktırmadan, Hasan’a o pek iyi bildiği bakışlarımdan birini atıp onun sonradan söylediği üzere “kanını dondurduktan” sonra, “bir bakalım, bakalım” dedim.
İtalya’dakiler bu sefer benden gelen bu emrivakiyi doğal olarak pek de neşeyle karşılamasalar da, sağolsunlar ellerinden geleni yapıp, bir burs daha temin ettiler. Pek söylemekten hoşnut olmasam da, konsolosluktan arkadaşım Marcello’nun da yardımlarıyla, Ayşegül’ün işlemleri hızla tamamlandı. Güneyde tatil planımı iptal edip, kalan sürede Ayşegül’e bizim konuda yoğunlaştırılmış bir kurs verdim.

Ters kutupların birbirini çektiğine hep inanırım: Hasan ne kadar girişkense, Ayşegül de o kadar çekingendi. Sakin bir kızdı, her şeyi içine atar, ağzından kerpetenle laf alırdınız. Hasan tembeldi ama zekiydi, şöyle bir kulak kabartması konuyu kavramasına yetiyordu. Ayşegül onun kadar keskin bir zekaya sahip olmasa da, sebatla çalışmasının karşılığını alıyordu.

Bir ay sonra, Ayşegül’le, İtalya’ya giden uçağımızda oturmaktaydık. Bizi havaalanında Hasan karşıladı. Orada geçirdiği süre zarfında bölümdekilerle kaynaşmış, İtalyanca’sını ilerletmiş, epey iyi koşullarda bir ev bile tutmuştu. Bizi almaya bölümden bir arkadaşından ödünç aldığı arabayla geldi, beni üniversitenin misafirhanesine bıraktıktan sonra, yeni evlerine yollandılar.

Ertesi gün iki yıldır görmediğim “yeni” bölümüme yerleştim. Eski dostlarla merhabalaştıktan sonra, bölüm başkanı olan Rudolfo’dan can sıkıcı haber geldi: dahil olduğum grup üç yeni kişi için oldukça kalabalıktı, bu yüzden öğrencilerden birini yan gruba kaydıracaktım.

Bu noktada işte ikinci parantezi de açıyorum – şimdi, her ne kadar beni yeni üniversitede tanıyor olsalar da, yine de pozisyonumdaki değişiklikten ötürü soru işaretleri barındırıyor olabilirlerdi, bu yüzden çok dikkatli olmalı, bu konuda doğru kararı vermeliydim. Ayşegül’ün yetenekleri hakkında tam bir öngörüye sahip değildim. Ayrıca, Hasan’ın yeni konulara kolay adapte olabileceğini biliyordum ama doğrusu Ayşegül şu bir aylık çalışmamızın başlarında biraz bocalamıştı, şimdi ondan hem de tamamıyla yabancı bir ortamda bütün bunlara benzer yeni bir süreçten geçmesini istemek pek de sağlıklı olmayacaktı. Hal böyle olunca, asıl öğrencimin Hasan olmasına karşın, Ayşegül’ü bizim grupta tutmaya karar verdim, ertesi gün de gençlere bu konuyu açtım, onlar da durumu bir müddet aralarında görüştükten sonra bana hak verdiler. Böylelikle Hasan simülasyoncuların yanına gitti, Ayşegül de benimle kalıp, teorik uygulama ve metod geliştirme konusunda çalıştı.

Her ne kadar dağınık bir insan olsam da, iş tez öğrencilerime gelince işi sıkı tutarım. Şimdiye kadar bir tek öğrencimin bile, bırakın tezi tamamlamamayı, bitirmek için tanınan normal süreyi bir ay olsun geçirdiği olmadı. Bu açıdan sık sık önce eğitmen, sonra bilim adamı olduğumu düşünürüm. Herkes böyle olmak zorunda mıdır peki, tabii ki değildir. Hasan’ın yeni grubundaki danışmanı mesela, bu kafada değildi. Disiplinli olmadığından ötürü, Hasan da kendisini sıkıştıran birinin yokluğunda tezini serdikçe serdi, en sonunda aklı yine “köşeyi dönmeye” kaydı, o sırada onun grubundaki hocalardan biri de bir yazılım şirketi açmaya karar verince iyice akademik hayattan koptu. Her zamanki işbitiriciliğiyle başlarda ne zaman onu uyarmaya kalkışsam bana merak etmememi, biraz süresi uzasa da tezini eninde sonunda bitireceğini söylüyordu, ama tabii ki akıbeti ikimiz de biliyorduk, o kabule yanaşmıyordu pek. Sonuçta üniversiteye gelişi giderek seyrekleşti, o sırada patlayan internet uygulamaları sayesinde iyi de bir dalga yakalayıp şirketlerini epey geliştirdiler.

Bu arada Ayşegül bizim konuyu epey iyi kavradı, epey özgün ve başarılı metodlar geliştirip kendini kanıtladı. Doktora eğitimi sırasında yarı-zamanlı olarak Hasanların şirketinde çalışıyordu, tezini verip mezun olmasıyla birlikte de tam zamanlı olarak çalışmaya başladı (bu noktada Hasan’dan gelen “Hocam, bana tezi bitirmedim diye kızıyorsunuz ama Ayşegül bitirdi, yine aynı işi yapıyoruz işte” salvolarına değinmeyeceğim). İşte Ayşegül tam zamanlı çalışmaya başladı ya, zaten ne olduysa ondan sonra oldu.

Hasanların şirket, işler yoğun olduğu zamanlarda, kendi grupları başta olmak üzere bölümdeki doktora öğrencilerini dışarıdan çalıştırarak yardım alıyordu. İşte bir gün, bu doktora öğrencileri arasından bir kız, Lucia, işi yapmasına ek olarak, Hasan’ın da gönlünü çaldı. Detayları doğal olarak bilmiyorum. Ama bir gün ben Ayşegül’e Hasan’a iletmesi için birtakım notlar verdiğimde, bütün mahcubiyetiyle artık birlikte oturmadıklarını, işte de fazla görüşmediklerini söyledi. Pek bir şey anlamadım ama bir şeylerin ters gittiği barizdi tabii. Ertesi gün Hasan’ı arayıp yanıma çağırdığımda ondan da Lucia ile yeni hayatı üzerine bilgileri edindim.

Bir üçüncü parantez de burada gerekiyor: Aşk, ne kadar evcilleştirdiğinizi düşünürseniz düşünün, aslında her zaman için vahşi bir şeydir. Öyle çılgın bir aşk mazim olmadıysa da, bunu bilecek kadar acı çektiğimi itiraf etmeliyim. Hasan korkunç bir insan mıydı, büyük bir kötülük mü yapmıştı? Hayır. Bir insan diğerine duyduğu tutkuyu bir gün yitirebilir, bunu bildiği halde öyle değilmiş gibi yapması kötülük olurdu ki, o da bunu Ayşegül’e duyduğu saygıdan ötürü yapamamıştı. Lucia “yuva yıkan kötü kadın” mıydı? Tabii ki hayır. Onlar gençtiler ve insan gençken kalbinin sesini dinlemeyecekse ya ne zaman dinler? Ayşegül’e haksızlık yapılmış mıydı? Ayşegül’ün haksızlığa uğradığı söylenebilirdi belki ama bu haksızlık, yapılmış bir şey değildi, ortaya çıkan bir sonuçtu.

Hasan’dan, en kısa süre zarfında Ayşegül’le arasındaki iletişimsizliği gidermesini rica ettim. Öylesi bir birliktelikten sonra belki dost kalmak zordu ama denemeliydiler ve ilk adımı ve ikinci adımı ve başlangıçtaki pek çok adımı atmak, köprüleri onarmak Hasan’a düşüyordu, söz vermeliydi.

Şaşırtıcı olsa da, Hasan bunu yapmayı başardı. Bunda tabii ki Ayşegül’ün anlayışlı ve sakin (ve biraz da kaderci) mizacının büyük katkısı olsa da, Hasan da kendinden beklenmeyecek (en azından benim beklemediğim) bir olgunluk gösterdi.

——————————————————————————————————–

Bu anlattıklarım 5 sene evvel yaşandı, bu sene, üçümüzün de kalıcı olarak İtalya’ya gelişimizin dokuzuncu yılı. Ayşegül, bir kitapçıda tanıştığı, Stefano adında mimar bir oğlanla evlendi, 2 yaşında Damla Maria adında bir kızları var. Hasan hala Lucia ile birlikte, evlendiler mi bilmiyorum ama herhalde öyle bir şey olsa nikahlarına davet ederlerdi.

Bu aralar, bölümde kullandığımız programları parallelleştirmekle uğraşıyoruz, programcılar olarak da “dışarıdan” Hasanların şirketine verdik bu işi. Az evvel onlarla toplantıdaydık da, oradan geldi bütün bunlar aklıma. Ayşegül hala Hasanların şirkette çalışıyor, bana soracak olursanız da hala Hasan’a aşık. Sonuçta aşk vahşi bir şeydir. Eksik oldu, düzeltiyorum: Aşk vahşi ya da buruk bir şeydir.

Emre Sururi,
3 Ocak 2011,
Bilbao.

diego dur allahını seversen zaten ortalık karışık

Mutlu Yıllar!

Hepinize mutlu yıllar! 2010 durup da düşününce benim için hiç de fena geçmedi, sonu iyi biten her şey iyidir düsturum uyarınca, epey güzel bir yıl oldu, torunlara anlatacak anı da yükledik heybeye, böyle bir sürü sorun problem lay lomla uğraşıp da hayatta kalınca daha bir yaşadığımızı hissettik, geçen senenin aksine bu sene birlikteyiz de hem, daha ne ister deli gönül?

2011’e süper düper bir giriş yaptık. 24ünde Barışla Efeler geldiler. Bizim oturma izni kartlarımız (AT:+2 DEF:+3 removes borders, iki hava bir deniz resource kullanır, ante olarak oyuna sokulamaz, başkasına devredilemez) henüz yenilenmediğinden İspanya’nın dışına çıkamıyoruz, o yüzden burada toplanalım demiştik, ama Barış da Belçika’da yeni sayılır, o da 3 aydır “Kartım ha bu gün, ha yarın, ha bu diyar geldi gelecek” dediğinden bir türlü kesin bir şeyler yapamıyorduk ama hayallerimiz vardı tabii, bir Kabrio Chevrolet kiralayıp, lastikleri düşene dek sürecektik…

Alınan uçak+tren biletlerinin elde patlamasına birkaç gün kala Belçika göçmen bürosu beni derinden şaşırtan bir hamleyle bizim ramazan rehaveti ile ilişkilendirdiğim noel salmasına rağmen, Barış’ın kartını yolladı, 24’ü Cuma günü (Silent Night) sınırlar aşıldı, Bilbao eyaletine gelindi, bayram havası yaşandı.

İki gün Bilbao’da takılıp bol bol internet üzerinden otel ve araba ayarlanmasıyla uğraşıldıktan sonra (bu vazifeler hanımlara havale edilirken erkekler tavla, bezik, pişpirik ve masasına okey oynamakla meşguldüler), pazartesi sabah otobüsle Madrid’e geçildi, otelden evvel (bu arada otel zincirinin adı ABBA idi!) araba kiralama şirketinin ofisine merak ve ürküyle (ürküntü diyecektim, kötü geldi kulağıma) ziyaret gerçekleştirildi, devasa minivan (hem de Mersedes ama sonradan anlaşıldı ki teybi mp3 cdsi çalmıyordu, ne yapayım ben o halde öyle arabayı!) ayarlandı (Bilbao’da 6 kişilik araba bulamamıştık), Madrid gezildi, o gece orada kalındı, çok kalabalıktı, ne kadar aranıldıysa da, 40°24′55.27″N 3°42′32.45″O koordinatlarındaki, arkadaşlara göstermek istediğimiz San Miguel Pazarı bir türlü bulunamadı, önümüzdeki maçlara bakacağımız sözü verildi.

Ertesi gün de Madrid’i şöyle bir arşınlayıp, arabamıza atladık ve uzun süren bir yolculuğun ardından Endülüs Bölgesi’ndeki Sevil’e vardık. Şimdi oraya Sevil yazdım ya, siz de “Hangi Sevil, o ne?” diyor olabilirsiniz, haklısınız da. Hani kırk yıllık (235 aslında) Sevil Berberi var ya, oranın Sevil. Daha entel olanlarınız Sevilla yazınca anlayacaklardır ama ben tabii ki ona ne Sevil, ne de Sevilla değil, bilakis “Sebiyya” diyorum çünkü adı bu (böyle okunuyor İspanyolca’da). Neyse, bırakalım şimdi bunları. Hava 24 derece (st. petersburg) idi mesela, gömlekle dolaştım, müthiş binalar vardı, yemekler güzeldi, bizde kavak filan olur ya sokaklarda iki sıra, orada turunç ağaçları vardı, dallardan sarkıyordu meyveleri. Buraya (Bilbao) göre çok ucuzdu, programımıza İsviçre’den katılan Efelere göre nasıl olduğunu varın siz tahmin edin. Büyülü bir yer olan İspanya Meydanı’nı (Plaza de España) gezdik, yediklerimiz bize kalsın. Star Wars ep. II’de Anakinle Amidala otobüs terminalinden buraya geliyorlar, eve dönünce kontrol ettik bir kez daha yeri, evet aynen öyle ama Anakin niye hamal gibi yüklenmiş iki bavulu, ayrıca o zamanda bavul ne? (ve daha birkaç soru).

İki gün Sevilla’da gezip tozup, 3. gün Cordoba’da yağmur yedikten sonra, ver elini Madrid, arabayı teslim et, otobüse bin, Kaixo Bilbo! dediğimizde 31 Aralık akşamı, saat 21.30’du. Her yer kapalı, herkes dışarıda idi. Bir acele yiyecek bir şeyler hazırlandı, hediyeler açıldı, 1. dereceden akrabalarla konuşuldu, mesajlaşıldı, dans edildi (çılgın dans, öyle böyle değil asla da göremeyeceksiniz ne yazık ki!), yeni yıl geldi.

Ertesi sabah süper üçlü geldikleri gibi kaldıkları ülkelere geri yollandı, ben ayakta uyuyordum, yeni yılınızı kutladım.

İki Hamiş:
* Başlık yeni öğrendiğim ve koptuğum bir internet şeysinden (aksanların yerini bilmediğimden “meme” yazamadım).
* Tencereli fotoğraf Barış tarafından (Canon EOS 5D Mark II)
, turunç ağaçlı olan da Bengü tarafından (Kodak EasyShare M530) çekildi.
* Zil, şal ve gül, Endülüs’te Raks, Yahya Kemal Beyatlı var ya, YKB bildiğiniz/bilmediğiniz üzere İspanya elçimizdi, Franko’nun darbesinden sonra Kral Madrid’den çekilirken, o grupla beraber o da şehri (Madrid) terk etmiş ve bunun üzerine Atatürk tarafından “sananeoluyorlayn?” vezninde ayar verilerek o görevden alınmıştır (ve ben YKB’yı sevmem, sevemedim sevdiceklerim, niye bilmem, bilirim az buçuk ama yeterli bir sebep değildir bunlar da makul bir insan için) Böyle de dedikoducu/karalamacı bir insanımdır, evet, yes orrayt.

Anahtar Kelimeler: Jarmuch, The Limits of Control.

Give me a reason to love you/Give me a reason to be/A woman

Miranda July’ın yeni filmi “The Future” 21 Ocak’ta Sundance Film Festivali’nde, klişe tabirle görücüye çıkacakmış. Oyyy oyyy oyyyy, mirandajuly lay.

Haberin Kaynağı: Miranda July’ın blogu — http://mirandajuly.com/news/12-15-10/
Resmin Kaynağı: /Film — http://www.slashfilm.com/miranda-julys-the-future-photos-plot-synopsis-jon-brion-composing-premiere-sundance/

deja vu, oyunlar simülatörler..(ve intikam! intikamımız ne o

sene 1993 idi, Cengolar yeni bir oyun düşünüyorlardı, benim de aklıma Another World‘den esinli bir konu gelmiş idi: bir anda gözlerini bir depoda, bir hasta yatağında açan bir adam, meğerse bütün hayatı bir simülasyondan ibaretmiş, kaçar, kovalanır, vs. vs. Şimdi kitaplarda olsun, filmlerde olsun, özellikle de oyunlarda, karakterinizin daha dakika bir gol bir yeni bir dünyaya gelmesi çok önemli çünkü bu sayede karakterle bütünleşmeniz çok daha kolay olur – o da bilmiyor, siz de, daha kolay derisinin altına girersiniz (çok afedersiniz, kesiyorum ama şimdi arka planda Tom Petty ve Dadaşlar’ın baby even the losers get lucky sometime’ı başladı, ahh ahh… ben bir iki dakika efkar molası vereyim, siz lütfen okumaya devam edin, ben size yetişirim…) ne diyorduk, ah evet, işte kaçar kovalanır bildiğiniz matrix yani. Ortaokulda da benzer muhabbeti arkadaşım Yavuz’a yapmıştım: ona aslında bir uzay gemisi pilotu olduğunu (Wing Commander hastasıydı Yavuz), işte düşmanca (yani bizler) esir alındığını, köfteyi çakmasın diye de simülasyona bağlandığını anlatmıştım (Wing Commander’da başarılı olması tesadüf değildi yani, bizzat kendisi Wing Commander’dı — bir de bu arada, Wing Commander’da simülatör opsiyonu vardı, oyun içinde oyun, hakikaten çok iyi bir oyundur).

Sonra bildiğiniz üzere önce 1999 yılı, ardından da the Matrix the movie geldi. ‘Aaa,’ dedim, ‘ben bunun aynısını düşünmüş idim.’ dedim de dedim sevgili Dee’ye. Ben Dee’yi çok severim, süper bir insandır (buraya açıklamalar, tasvirler yazmıştım, sildim, tanıyorsanız ne mutlu size, tanımıyorsanız da daha ben ne diyeyim size). İşte Dee de bana demişti ki “eee, so what, herkes hayatında illa ki düşündü bu olguyu” (bu kelimelerle olmasa da) ben de işte oracıkta satoriye erdim, “haggatenyaw” dedim (bu kelimelerle olmasa da).

Gelelim sebep-i entry’mize: arkadaşlar, ben öyle bir süredir vik vik ötüyorum ya, sanal dünya, her şey bomboş, hancı sarhoş, arkitekt sarhoş… siz bana bakmayın, meğerse o kadar da özgün değilmişim, yani özgün değildim o kadar, biliyordum ama hakikaten bildiğim kadar bile özgün değilmişim. Dün Inception’ı seyrettik, haydi o bir şey değil, geçen hafta mıydı, evvelsi hafta mıydı, neydi, Iain M. Banks hazretlerinin “Feersum Endjinn”ini bitirdim (Barış dediydi zaten taa ben bu muhabbete başlarkene, arkadaş sözü dinlemek lazım, olmuyor öyle taka taka yazmak). Yahu adam 1994 yılında basmış yahu, daha ben ne diyeyim. Tamam, tamam sustum (acımasız öcünü aldı bu bağr ben gideyim bu gece burrası banağ biras dağr).
Bu girişin sevdiceklerinin tam listesi:
Dee
Barış
Emir


“ben dediydim” – Iain M. Banks

Ayşe için synechdochelar.

Wiki’den baktım da Türkçe karşılığına, pedi “kinaye” diyordu, benim kafamdaki kinaye kavramına pek yediremedim, ikşınari ise “kapsamlayış” olarak veriyordu karşılığını, ki bu kadar kastırıcı bir kelime olduğuna göre, büyük ihtimalle doğrudur ama ben yine de orijinalini kullanmaya karar verdim. Zaten şunun şurasında bu blog vasıtasıyla tanıdığım iki kişi var, iyice soğutmayayım istedim.

Synechdoche’ların beni en büyüleyen özelliği, tanım itibarı ile hem bütünün parçayı temsil etmesine, hem de parçanın bütünü temsil etmesine karşılık gelmesi. Vaktiyle Mandelbrot’un Fraktallar kitabını okurken böylesi bir tabiat olayına denk gelmiştim: nasıl ki fraktallarda parçadan bütünü çıkarabilirsiniz (and vice versa), kitap da sürekli kendine referans verip duruyordu.

Yanan ev metaforu ne kadar ne kadar güzeldi gerçekten de. Önce kör göze parmak gibi geliyordu ama sonra olayın kaçınılmazlığı, “odadaki fil”, genelde biri öldükten sonra farkına vardığımız ama aslında her zaman bariz olarak orada duran şeylerin ağırlığı, eziciliği göz önüne alındığında, o kör göze parmak metafor daha da hüzünlü bir hal almasına yol açıyordu bütün hikayenin.

Ben yine yaptım yapacağımı ve onca katmanları bir kalemde es geçip, şu mevzuya kafamı çarpmıştım, çarptım: bir insanın, sadece onun taklidini yaparak kendisinin etkilemeyi başaramadığı birini etkilemeyi başarmak bir (o) insanın başına gelebilecek en kötü şey, vurabileceği en derin dip ve tadabileceği en yok edici yeniliş değildir de nedir? (tersaneleri dağılmış, kaleleri zapt edilmiş).

Bu noktada, sponsorumuzdan bir reklam alıyorum araya:
Ama öyle ama böyle, işte bir şekilde, kahverengi renkte ve baloncuk çıkaran, şerbetçiotlu ve şekerli bir içecek icat ediyorsunuz, adını da rahmetli dedenizden ilhamla Coca Cola (Koka Kola) koyuyorsunuz. Sonra çocukluktan hasmınız Pepe, kötü bir taklitle çıkageliyor ve buna Pepsi Cola (Pepsi Kola) adını veriyor, üstelik de bir dizi reklamla sizin ürününüzle dalga geçiyor (Amerika’da dalga geçme maksadıyla her türlü telif ve royalty’den (her neyse) muaf olabiliyorsunuz — Weird Al Jankovic, Richard Cheese ve Robot Chicken gibi faydalı sonuçları olsa da ne yazık ki işte böyle kımıl zararlılarının eline de fırsat verebiliyor).

Ben üniversitedeydim o zaman. Kendimi bildim bileli çok (rakamla: ÇOK!) kola içerim. Tercihim iptal edilene kadar Diet-Cola idi, artık yalnızken Coca Cola Light, civarda Ece varsa da normal kola oluyor (çünkü benim zararlandığım her zararlı şeyden göz payını zorla alıyor). Pepsi’yi hiç sevemedim, hem tavır, hem de tat olarak pek uyuşamadık kendisi ile (evet, o da benim tadımı beğenmez öteden beri). Gelin görün ki, işte ben üniversitedeydim, gençtim, ve bir gün televizyonda Generation Next’in işte o ilk parti “Generation Next” reklamıyla karşılaştım. İzlediğim en etkili şeylerden biri olmuştu ve ciddi ciddi, sırf bu reklam yüzünden, hem de reklamın aslında Pepsi ile hiçbir alakası olmadığını bildiğim halde, Pepsi içmeye başlamayı ciddi ciddi aklımdan geçiriyordum ki, Pepsi Spice Girls ile bol sıfırlı bir anlaşma yaptı, şarkıyı onlara devretti, içinde Spice Girls olan bir reklamdan bekleyeceğiniz her şeyi barındıran bir dizi reklam filmi çekti ve öbür (asıl) reklam unutuldu gitti. Düzenli olarak bu reklamı yıllar boyu Youtube’de aradım (zaten oradan biliyorum Pepsi’nin öbür agresif reklamlarını), nihayet yakın zamanda buldum — bu kadar yazınca ilgili 16 saniye karşısında “bu muymuş yani” diyeceksiniz büyük ihtimalle ama olsun, bana ne (gam+keder)! http://www.youtube.com/watch?v=eJ8PJR434Z0 . Budur. (aslında tam halinde spoken word ile başlar, bir de şu Beck’in Loser’ının başında çalan aletten (banjo? anormal synthli bir gitar?) çalar boing bong diye, ama bunu bulduğuma da şükür – bunu dediğim anda şunu da buldum : http://www.youtube.com/watch?v=QfVF36TzL28&NR=1 – ses biraz patlak olsa da 7saniye longer ya da fps’den öyle geliyor).

Reklamı bitirip gene filme/hayata dönelim ve evet, bence kesinlikle bilinçli bir şekilde yapılmış bir göndermeydi o Chloe göndermesi. Yani kişisel değildir (aka “paranoyak olmanız izlenmediğiniz manasına gelmez”). Bu filmi izledikten sonra Philip Seymour Hoffman’ın belki de gerçek hayatında neşe dolu bir insan olabileceğini düşündüm iyimser olmak için ama değil tabii ki. Kötü, kötülük için iyilik yapma lüksüne sahip olsa da, iyilik için kötülük yapılamaz. Yani bir insan hem komedi hem de dram filmlerinin de hakkını verebiliyorsa, bu o kişinin mutlu olduğunun değil, mutsuz olduğunun kanıtıdır (yani komedide rol yapmıştır). ve blah blah…

Kaufman çok tehlikeli bir adam benim için. Hakikaten. Beni anında Being John Malkovich’le vurmuştu diğer filmleri birkaç nokta dışında laylay gelmişti (Eternal Sunshine of the Spotless Mind haricinde — onu izlerken hor görmüştüm ama sonrasında beynimde filizlenip, ardı ardına takdir edilmek suretiyle intikamını aldı – Adaptation’da da kardeş olayına vurulmuştum mesela). Ama Synechdoche, New York tam manasıyla öldürücü. Yönetmenlik lisansını iptal edip, kendisini kimseyle iletişime geçemeyeceği bir ortama hapsetmek taraftarıyım, zira etkileşime girip bozulmasın, onun yerine ömrü boyunca saf halde bir şeyler üretmeye devam etsin, o öldükten sonra da bunlar halka arz edilsin(ler). Bir Kafka, bir Oğuz Atay kolay yetişmiyor, şöhretin/tatminin/mutluluğun bu tip kişilere ulaşıp bozmasına müsade edilmemeli, devlet erkanımızı göreve çağırıyorum (nerede bu devlet when you most need it?).

Sanırım nokta. Aklıma başka şeyler gelende, yorum olarak yazarım aşağılara elbet. Hakikaten güzel filmdi, Bengü yokken izlemiştim, şimdi onun aklını çelip bir de onunla izlersem, yine yazacak bol bol şey bulurum elbet. Bir de bir de sanırım bunu daha evvelden yazdım ama sanırım buraya değil de arkadaşa giden bir mektuba: Samantha Morton ile Emily Watson’ı düşünebilmenin yalnızca bana has bir özellik olduğunu sanırdım, yanılmışım (yanılmışım as in : “My noon, my midnight, my talk, my song; I thought that love would last forever: I was wrong.”).