Yılın Listesi: Kitaplar

soğuk havalarda sıcak dostunuz...1995 miydi, yoksa 1996 mıydı, 96’ydı herhalde, işte o yıla tuvalette ve kucağımda Serway’in Physics’i ile girmiştim, bilenler bilir (kitabı). Yani kırk yılın başı vakit bulmuşum da bilgisayarımın, blogumun başına geçmişim, hem de 3.5 ay evvel yazmam gereken bir girişe başlamışım da şimdi şu girişe bir bak(ınız)! Özür dilerim.

2009’a Stephen Fry’ın The Liar‘ıyla girmişim (Mehmet Aslantuğ’un oynadığı değil, o Reşat Nuri Güntekin’in (miydi?). Hatta orada bir de Ece Uslu vardı, ahh ah! Bu arada ben interneti sevmiyorum bazı zamanlarda.). Neyse, The Liar ilk kitap olmanın bütün erdemini ve kusurunu birlikte taşıyordu ama hiç de fena değildi. Aşırı gösteriş meraklısı olması ve hava atması, oyun yapacağım diye anlatıdan kopup gitmesi affedilir kusurlardı (ama Stephen Fry’ın hatrına, onu da söyleyin bilsin).

  • Şu günlerde Stephen Fry’ın The Liar’ını okumaktayım. Kitap bir anda canlandı (Dickens’ın Peter Flowerbuck mevzuu). Fena bir kitap değil yalnız şunu da itiraf etmek lazım: Stephen Fry’ın zekasıyla biraz zedelenmiş. Demek ki neymiş? Zeka gösterisi zorlama olunca (wave after wave) sıkıcı olabiliyor. 01/01/2009

Bu (o) sene okuduğum kitaplar arasında ilginç bir deneyimi pek sevgili Iris Murdoch‘ın favori kitaplarımdan olan The Sea, The Sea ile yaşadım. Hani derler ya işte “Bu kitap katman katman, her okuyuşta farklı bir şey bulacaksın”, hiç de öyle bir durum söz konusu olmadı ama işte eski bir dostla karşılaşmak, yakındaki bir kafeye gidip “seni en son gördüğümde intiharın eşiğindeydin, bir de şimdi bak, ne kadar toparlamışsın” diye hoşbeş etmek gibiydi. Nasıl sağ kaldığını anlayamayıp şaşırmak gibi bir şeydi. Hayatı hakkında genel bir gidişatı hatırlayıp da, yan öyküleri o söyledikçe anımsamak gibiydi, çok güzel bir şeydi..

  • Iris Murdoch’tan “The Sea, The Sea” (for the 2nd time) okumalarım yine devam ediyor, onu ilk okuduğumda nasıl sağ kalmışım, hem şaşıyor, hem de tebrik ediyorum kendimi (Jaws: The Revenge: This time it gets personal). 07/07/2009
  • The Sea, The Sea’yi 10 yıldan sonra, ikinci kez bitirdim. Yine çok etkileyici ama daha evvel buralarda bir yerlerde belirttiğim üzere, o seferki okuyuşumda nasıl sağ kaldığıma şaşmadım değil. 23/07/2009

Ağustosta tatil ve ziyaret için Türkiye’ye giderken yanıma aldığım 3 kitaptan ikisi Dürrenmatt’ın Ziyaret‘i ile, Thomas Mann’ın Venedikte Ölüm‘ü idi. Ziyaret’i sevgili Raymond önermişti ve Amazon’dan pek araştırma yapmadan ısmarlayıp da elime geçtiğinde tiyatro oyunu olması beni çok şaşırtmıştı. Gayet güzel, akıllı bir kitaptı.

  • Eser, çok iyi. “Her şey satın alınabilir” düsturunu, geçmişteki günahlar’ı vasıta ederek gözümüze gözümüze sokuyor. Benim gibi bir tiyatrosevmez’i bile etkileyen kesimlere sahipti. (…) Başladığı gibi bitti, zevkle okundu. Karakterlerin hiçbirinin saf ya da aptal olmadığı yapıtları seviyorum. 28/08/2009

Ve gelelim vurucu, öldürücü Venedik’te Ölüm’e. Gelmeyelim. Gelelim. Gelelim. Bendeki versiyon diğer altı hikaye ile birlikte bir derlemeydi. Daha siz ne olduğunu bile anlayamadan, Küçük Bay Friedemann ile tepenize çullanıyor, ve taa Tristan’a kadar (bu demek oluyor ki Soytarı, Kilise Yolu, Gladius Dei boyunca) size o diğerlerinin anlamayıp da sizin o üstün becerilerinizle kavradığınız şeylerin nasıl da değersiz olduğunu, bayağının hep kazanacağını, uzun vadeyi bırakın, kısa vadede bile böcekler arasında yet another bir böcek olduğunuzu kafanıza kakıyordu. Sonra sanırım o aralar Nobel’i alıyor Thomas Mann, ya da ekonomik olarak eli ekmek tutmaya başlıyor da bu sefer Tristan, Tonio Kröger ile Venedik’te Ölüm geliyor fatality olarak. İşte o zaman bildiğiniz her şeyin, öğrendiğiniz her metodun, edindiğiniz her ince zevkin aslında sizi diğer bütün her şeyin ve herkesin dışına attığını, çırpındıkça nasıl da daha battığınızı, acı çektiğinizin farkında olmanın ve dahası o acıyı analiz edebilme, kavrayabilme yeteneğinizin nasıl da acıyı pekiştirdiğini görüp, teslim bayrağını çekiyordunuz.

  • Hikayelere gelecek olursak: Dino Buzatti’nin Tatar Çölü adlı bir kitabı vardır. Kafkaesk bir kitap mıdır? Çok uzaktan bakınca belki ama bana kalırsa aralarındaki fark Hostel ile Elm Sokağı’ndaki Kabus’un aralarındaki farka benzer (niteliksel olarak değil tabii ki, niceliksel olarak). Kafka’da çözümsüzlük vardır, sebepsizlik vardır, bilmemenin ağırlığı vardır. Tatar Çölü ise Italo Calvino-vari bir güzellikte alır sizi, sıfırdan yetiştirir, bilmeniz gereken her şeyi anlatır, bir beklentiye sokar… (spoiler incoming)… sonrasında tek tek bütün hevesinizi, umudunuzu, yeşerttiğiniz her türlü şeyi kırar, tepetaklak, “çünkü ‘gerçek’ hayat da bazen böyle yapabilir, orada da böyle şeyler olabilir”den başka bir açıklama vermeden ve tam da bu yüzden hayli gerçekçi bir şekilde sizi -ve anlatısını- bitirir. Thomas Mann da işte hayatın bu anlamsızlığını anlatıyor. Hiçbir şeyin önemi olmadığını, o içten içe övündüğünüz kültürünüzün, entellektüalitenizin sadece sizi diğerlerinden nasıl da ayırmakta işe yarayıp, sizi iyice yalnızlığınıza ittiğini, ne yaparsanız yapın hiçbir zaman mutluluğa ulaşamayacağınızı, asla yetinemeyeceğinizi, o çok sevdiğiniz insanların sizin canınızı nasıl yakabildiklerini ve zaten sizin de onları sevme nedeninizin onların sizin canınızı yakabilecek insanlar olduğundan kaynaklandığını acımasızca anlatıyor. Sevdiğiniz insanın sizin sevdiğiniz şeyleri sevmesini bir yandan isteyip, bir yandan da tümüyle sizin istediğiniz gibi biri olunca şu anda sevdiğiniz kişi olmaktan uzaklaşacağının bilincini anlatıyor. Nasıl olup da, sizin o ince zevklerinize erişmemiş, yontulmamış, kaba ve kötücül insanların her zaman için en güzel şeylere sahip olduğunu, dahası siz kendinizin bu sayılan sıfatlardan ötürü üstün olmadığınızı, hatta daha müşkül bir durumda olduğunuzun ayırdına varsanız bile bunun evrenin umrunda olmadığını, hiçbir zaman o güzel şeylere sahip olamayacağınızı güzel güzel müjdeliyor. Sizin için çok özel bir önemi olan -mesela- şu taşı (hayatınızı ona borçluymuşsunuz diyelim) sevdiğiniz kişiye hediye ettiğinizde o taşın onun için eninde sonunda bir taş olarak kalacağını bilmeyi… Sanat bilincinin, sanattan en ince zevkleri almanın sizi sadece daha farklı yapması, başka da hiçbir işe yaramaması. Her şeyin boşluğu üzerineydi Thomas Mann’ın anlattığı. En sonunda, Soytarı’daki gibi bir kırılma yaşadığınızda da, bütün her şeyin ne kadar da boş olduğunu gördüğünüzde, kendi gözünüzdeki değerinizi sırf böylesi bir (üst?) noktaya erişebildiğiniz için yitirebildiğinizde, bunun nasıl diğer insanlara da hemen yansıyacağı da cabası. Sonuçta sadece diğer insanlar var ve Sartre’ın da -hayatımın şu noktasına gelmişken onayladığım tek lafı olan- “Cehennem diğer insanlardır” lafı hükümde. 28/08/2009

İşte sevgili Kâri, Thomas Mann, Death in Venice (and other stories) işbu sebeplerden ötürü bu yılın kitabı olarak 2009’a ve bu naçiz yazarınıza damgasını vurdu. Kitaptan etkilenip o sıralar hazır Türkiye’de olmanın fırsatından istifade edip, bulabildiğim bütün Schopenhauer’leri topladım (Aşk bilmemnesi haricindekileri), onlarla da yatıp kalktım, her söylediğine Schopenhauer’ın başımı salladım, onayımı verdim. Hala da veriyorum, ilgilenenlere duyurulur: Arthur Schopenhauer – okumayın, okutmayın! Sonra söylemedi demeyin, çıkışı yok bu yolun, Sartre demagog bir Polyanna kalıyor yanında.

Kasım ayında, Camera Obscura’nın müthiş albümünden yola çıkıp da haberdar olduğum C.S. Lewis’in A Grief Observed‘ü, yalnız başıma kat ededurduğum Delft-Amsterdam (İspanya Konsolosluğu) seferlerimde elimdeydi. Bütün zeka ve akla rağmen, iyi niyet, mutluluk ve umuda teslimiyetin ilginç bir örneğiydi. Bakayım listeye, kaç yıldız vermişim — 3 yıldızmış, helal-i hoş olsun..

Feed reader’ını yeni açanlar için:
Yılın Kitabı : Thomas Mann, Death in Venice and Other Stories

Yılın dandinilerine girmeyeceğim, istemiyorum çünkü. Bir de Bone var (bu, şu), fena değildi, güzel anları vardı ama ben biraz geç kalmışım anlaşılan…

(Ve/Ama yine de : Joe Hill – Heart Shaped Box; Connie Willis – The Doomsday Book; Frank Herbert – God Emperor of Dune ve dahi listeye bile almadığım, gelmiş geçmiş en kötü şey: Chris Ware – Jimmy Corrigan, the Smartest Kid on Earth). 8P 8P 8P 8PPPPPPPPPPP

thank you for using me…

Sevdiğım bir repliktir, Wes Anderson’ın Darjeeling Limited’inden.

Burada saat 17.26 ve geldiğimden beri (2 Aralık yaklaşık olarak) üstünde uğraştığım hesap kitap alet edavat totoro lapseki yoyosunu tamamladım (ya da en azından ben öyle sanıyorum). Çok merak edenler için yazayım bari: Olası bir süpergrup — grup dönüşümünü Wyckoff pozisyon bölünmeleri çerçevesinde ele alıp, gerekli kriteryayı (as in leb-i derya) (proleterya da olabilir netekim, neden olmasın) gerçekleyip gerçeklemediğini kontrol eden ve bunun etrafında dönen dolaplar. Oldu mu, anladın mı sen, sana diyorum gözlüklü.

Neyse, işte günlerhaftalaraylardan sonra bir 40 dakikalık nefes aralığım oldu böylece de, sizlere (ey okuyucu) bir selam edeyim dedim (siz buradasınız, ben neredeyim?). Şairin de dediği gibi: Öptüm bay (as in tren – Zeki Müren diyalektiği).

Neyse, Sururi over and out (Dr. Skull Wory Zover). Oh ne de güzel Ramones dinlemekteyim bunları yazarkene bir yandan da…

fak.

Salinger olmus. Issiz acun hakikaten simdi kaldu.

IT WAS twilight when I drove back to Stiefelstrasse. I parked the jeep and entered my old house. It had been turned into living quarters for field-grade officers. A red-haired staff sergeant was sitting at an Army desk on the first landing, cleaning his fingernails. He looked up, and, as I didn’t outrank him, gave me that long Army look that holds no interest or curiosity at all. Ordinarily I would have returned it.

“What’s the chances of my going up to the second floor just for a minute?” I asked. “I used to live here before the war.”

“This here’s officers’ quarters, Mac,” he said.

“I know. I’ll only be a minute.”

“Can’t do it. Sorry.” He went on scraping the insides of his fingernails with the big blade of his pocketknife.

“I’ll only be a minute,” I said again.

He put down his knife, patiently. “Look, Mac. I don’t wanna sound like a bum. But I ain’t lettin’ nobody go upstairs unless they belong there. I don’t give a damn if it’s Eisenhower himself. I got my—” He was interrupted by the sudden ringing of the telephone on his desk. He picked up the phone, keeping an eye on me, and said, “Yessir, Colonel, sir. This is him on the phone…. Yessir…. Yessir…. I got Corporal Santini puttin’ ‘em on the ice right now, right this minute. They’ll be good and cold…. Well, I figured we’d put the orchestra right out on the balcony, like. Account of there’s only three of ‘em…. Yessir…. Well, I spoke to Major Foltz, and he said the ladies could put their coats and stuff in his room…. Yessir. Right, sir. Ya wanna hurry up, now. Ya don’t wanna miss any of that moonlight…. Ha,ha,ha!…Yessir. G’bye, sir.” The staff sergeant hung up, looking stimulated.

“Look,” I said, distracting him, “I’ll only be a minute.”

He looked at me. “What’s the big deal, anyhow, up there?”

“No big deal.” I took a deep breath. “I just want to go up to the second floor and take a look at the balcony. I used to know a girl who lived in the balcony apartment.”

“Yeah? Where’s she at now?”

“She’s dead.”

“Yeah? How come?”

“She and her family were burned to death in an incinerator, I’m told.”

“Yeah? What was she, a Jew or something?”

“Yes. Can I go up a minute?”

Very visibly, the sergeant’s interest in the affair waned. He picked up a pencil and moved it from the left side of the desk to the right. “Cripes, Mac. I don’t know. It’ll be my skin if you’re caught.”

“I’ll just be a minute.”

“Okay. Make it snappy.”

I climbed the stairs quickly and entered my old sitting room. It had three single bunks in it, made up Army style. Nothing in the room had been there in 1936. Officers’ blouses were suspended on hangers everywhere. I walked to the window, opened it, and looked down for a moment at the balcony where Leah had once stood. Then I went downstairs and thanked the staff sergeant. He asked me, as I was going out the door, what the devil you were supposed to do with champagne—lay it on its side or stand it up. I said I didn’t know, and left the building.

J.D.S., A Girl I Knew‘un kapanisi.

Apdeyt, ab$eyp ve $uayip

Evet Sigñora, hala Turkce karakterler yok ama buna da sukur.

Bu aralar en az sahip oldugum sey vakit. Buraya geleli iki ay olmus kalender(mesrep) hesabiyla, nasil gecti, hicbir fikrim yok. Guzel ve dahi monoton oldugundandir kelli. Hala yerlesme asamasindayiz, hala acilmamis kutular var, havalar da biraz bozdu, yagmur filan, pek cikasimiz olmuyor bu aralar.

Ispanya (ya da belki de sadece Bilbao ya da Bask ulkesidir) hakkinda genel bilgiler: kiz/erkek orani 5. Muthis bir sey: daha once Datca’da, Palamutbuku’nde gozlemleme sansim olmustu boyle bir olguyu, burada icinde yasiyorum. Ozgur dusunceli, “agabey/toplum” baskisi bilmeyen, mutlu, hur dimagli kizlar (“di me!”), nese icinde nese saciyorlar. Isin ilginc yani, erkekler de bulunmaz hint kumasi muamelesi  gormuyorlar yine de.

Ingilizce diye bir sey yok. Hollanda’da iki yilda ogrendigim Hollandaca’nin (Flamanca okuyun cok rahatsiz oluyorsaniz) 15 katini ben burada Ispanyolca olarak ogrendim 15 gunde. Mecburen mecburen mecburiyetten.

Yaslilar (abuelas y abuelos). Ayni bizdeki gibi. Genelde bir karis surat, her seye karis, her seye ahkam.¡
Otbus: Hollanda’dan sonra iste bu fena patladi. Turkiye’deki gibi degil, mesafeler kisa, mesela evden 15 dakikada okula, 30 dakikada sehir merkezine gidiyorum (metroyla bu ikincisi) ama otobusler saatte bir oluyor genelde, boyle olunca hal, her isi otobus saatine endekslemek gerekiyor, fazla ve gereksiz stres. Hollanda bisiklet cup okul!

Vakit – vakit yetmiyor. Yazamiyorum. e-mail luks gidaya girdi mesela, blog fantezi.

Isim: Isim guzel (i$im bu arada, adim degil). Gonlume gore bir is cok sukur, sabahtan aksama sunucuyu kurcaliyorum, kafama gore bilimsel (sayntifik terrifik) programlar yaziyorum ama yetismiyor isler bir turlu. Gecen pazar evden sunucuyu ucurdum bir de (sunucu dediysem, oyle lokal bir sey degil, koskoca Bilbao Crystallographic Server yahu!), ertesi gun ancak agir yardimla ayaga kaldirabildik (iste veriyorlar root sifresini benim gibi adama, ondan sonra server niye uctu).

Listeler : Her gun yilin listelerinin nerede kaldiklarini soran onlarca mektup, telefon ve lolipop aliyorum (bir de niyet kurabiyesinden cikanlar var), yakindir efendim, insallah, vakit vakit.

Neslihan ve Brian: Neslihan ve Brian… ahh ah!

Gideyim ben, artik ne zaman gelirim, bilinmez, bilinmez (sen ve ben, ayni seyleri dusunurken. ayni seylere uzulup, ayni seylere sevinirken. Sen ve ben, anlasamadik gitti, sonunda bitti).

Amasya ve pop

belki bilir, belki bilmezsiniz ama, vaktiyle (1966) gercek Paul McCartney’nin olup de, yerine bir benzerinin kondugu komplo teorisi atilmis(ti) ortaya (detay icin misal bkz: Paul is dead). Tarihte (by “tarih” I mean “sanat”) pek cok ornegi var bunun, simdi buracikta ha deyince aklima gelenler Zenda Mahkumu, Double Star, Demir Maskeli Adam, The Prince and the Pauper, Kagemusha. Simdi niye bunlari yaziyorum, efendim, az evvel Sunday Bloody Sunday’i dinledim. Ne zaman dinlesem iki turlu huzne gark eyler beni, oncelikle tabii anlattigi hadiseden oturu, ama bir de bu kadar iyi bir gruba nasil da yazik oldugundan… Yani ne olurdu Bono boylesine laylaylomasso$ieytidpress olagelmeseydi. Sanirim, 1990larda oluverdi de yerine baska bir Orange County evladini (tikilik manasinda, yoksa tabii ki akla getirdigi diger seyden degil) alageldiler. Yatiracaksin falakaya, yer misin yemez misin boylesini. Ayiptir, yaziktir yaw.

ne diyordum, hah pop! goes my heart…

gelen yogun istek uzerine, bu sabahki menum:
6. sarki olan “We got the beat”  dahil/kadar olmak uzere (Hollandacasi t/m : tot/met) The Go-Go’s, “Beauty and the Beat” albumu.
George Harrison – I’ve got my mind set on you
Paul McCartney – Hope of Deliverence
Queen – Spread your wings
Tom Petty and the Heartbreakers – Best of everything
Stevie Wonder – I Believe (when I fall in love)
Pink Grease – Remember Forever
U2 – Sunday Bloody Sunday

hayli uyumlu bir listedir, gecisken danone vesaire, tavsiye ederim bos vaktiniz ve arsiviniz veya internet erisiminiz varsa efendim.

ha bir de YENI YILINIZ KUTLU OLSUN! (sizlere bizlere eski yil sona erdi yepyeni bir yil geldi)

2000’e girisinizi hatirliyor musunuz? 10 yil oldu, ne haber? 8P