must be dreaming..

Ey Sevgili Kari! Hiçbir nedeni olmaksızın, geçen isimleri kalınlaştırdım, çok sade, sade suya tirit görünüyordu, ondan mıdır acaba bu beyhude çabam, bilmem, bilemem.. resim bile koymuş idim halbuki! [Örnek için bkz: “(Yukardaki fotoğrafın yapılan gerçek iş ile çok fazla ilgisi yok, sadece bu gün gözüme çarpan hoş bir enstantane idi, kendisi bir türlü anlam veremediğim “yazılarımızda görsel materyal olsun ki okunurluğu artsın” konseptine binaen eklenmiştir. Herneyse.)” diyen MEren]

Bu günlerde fena halde Frou Frou‘ya takılmış durumdayım. 2002 tarihli -zaten tek bir albümleri var- Details albümü şu sıralar Cardigans’ın hükmünü kırıp, listebaşına yerleşmiş durumda. Imogen Heap‘i, dolayısıyla da Frou Frou’yu tanımam, Nokia’nın L’amour koleksiyonunun reklamında kullanılan o güzel şarkının kaynağını merakımla başladı. Bariz İskandinavyen(?) olan bu şarkı kimindir, neyin nesidir diye araştırırken (bu arada, bana kalırsa Sigur Ros ama bunun sebebi İzlanda’dan bir tek Sigur Ros’u bilmem (Björk müstesna) bir de Frankafon bir DJSayem’den de bahsediliyor) birileri şarkının Imogen Heap tarzına benzediğini yazmıştı, benim de merakımı celp etti. Sonuç – Imogen Heap’in solo olarak yaptığı iki albüm var: 1998 tarihli I Megaphone ve 2005 tarihli Speak For Yourself. Bu albümlerden ilki fena halde Tori Amos kokmakta, Details’den başımı kaldırıp, ikinci albümünü hakkıyla dinleyemedim açıkçası. On the other hand, 2002 yılında Imogen Heap ile Guy Sigsworth‘ün ortak projeleri olarak Frou Frou adıyla bir grup kurulur ve tek bir albüm çıkar: Details. Sonrasında grup mrup kalmaz. Hatta şimdi sitelerine baktım da, “biraz geç kalmadın mı ey sevgili dinleyici!” mealinde bir şeyler yazılmış. Ayrıca Garden State‘in soundtrack’inde de Let Go‘yu kullanmışlar, fark etmemiştim ama yakışır doğrusu!
Frou Frou / Imogen Heap

Böyle bir şeyler işte. Imogen Heap’de biraz Fanny Ardant havası var (hazır Fanny Ardant demişken, burada bir ahh! molası verelim izninizle: Ahhhh! Ahhh! Hele ki Truffaut’dan Vivement Dimenche!). Tatlıya benzer bir hanımkızımız. Tabii ki bilinemez ama sanki Zeynep, Betül ve Bera dinleseler çok beğenirler gibi geliyor. Frou Frou’dan Hande’ye bahsederken Dido‘nun daha genç ve enerjetik hali olarak bir tanımlamada bulunmuş idim — more or less.

Gelelim “kültür” işlerimize! Geçen hafta sinema açısından çoktandır olmadığımız kadar aktif idik Bengü hanımla. Şöyle bir liste koyalım buraya:

  • Wizard of Oz
  • Kiss Kiss Bang Bang
  • Squid and the Whale
  • Brokeback Mountain
  • Grizzly Man
  • Fun with Dick & Jane
  • Lord of War
  • Kiss Kiss Bang Bang ve The Squid and the Whale‘e özellikle dikkat! Biraz araştırınca ikisinin de aslında ortak bir noktası olduğu ortaya çıkıyor (İkisi de senarist geçmişe sahip yönetmenlerinin ilk filmi) ama bu o kadar da önemli değil kanımca. Kiss Kiss Bang Bang, Madonna’nın pop müzikte yaptığı şeyi, sinemaya uyguluyor. Biraz entelce bir saptama oldu ama ne yazık ki söylemenin daha güzel bir yolunu bulamadım. Yani, halihazırda mevcut bir janrı, bir adım (ama çok da öte değil) ileri taşıyor. Yönetmen ve senarist Shane Black, halihazırda Cehennem Silahı serilerinin, Geena Davis & Samuel M.F. Jackson dersem büyük ihtimalle hatırlayacağınız Long Kiss Goodbye’ın ve hele ki benim epey sevdiğim Last Boy Scout’ın senaristi. ‘Sert erkekler’ arasında geçen ikili muhabbetlerin mimarlarından, cool olmanın o kadar da önemli olmadığını ve asıl önemli olanın aksiyon kahramanlarının ille de iki boyutlu olmak zorunda olmadıklarını ispatlayan bir insan. Kiss Kiss Bang Bang’ın janrını Neo-Neo-Noir gibi atmasyon bir tamlamayla tanımlayabiliriz sanırım. Pulp Fiction’ın John Travolta’ya ettiğini dilerim bu film de Val Kilmer’a eder, fena halde hak ediyor zira (not: bu, iyi niyetli bir dilektir – her ne kadar beddua formatında yazılmış olsa da).

    Gelelim The Squid and the Whale‘e. Öncelikle, az evvel detay tararken baktım ki, bu film Noah Baumbach’ın yönettiği ilk film değilmiş. Wes Anderson‘ın filmlerine ayrıca bir hastalığım vardır. Sinemaya giderken, Noah Baumbach‘ın diğer Wes Anderson filmlerini de yazdığını sanıyordum, zaten filmi izlerken “Sanırım bu izlediğim Royal Tenenbaums‘un gerçek hikayesi” benzerinden düşünceler de geçmedi değil kafamdan. Lakin arkadaş sadece Life Aquatic with Steve Zissou‘yu yazmış. Laura Linney‘nin farkına ilk Love Actually‘de varmış idim, sonra, Truman Show‘u tekrar seyredişlerimden birinde “aaaa!” olmuşluğum vardır. Çok severim kendisini, nedense hep İngiliz olduğunu düşünürüm (5 Şubat 1964, New York, New York, USA) ama değildir, olmamıştır. Film çok güzeldi. Bir Wes Anderson filminde ya da Salinger‘ın bir hikayesinde (Glassgiller olur, diğerleri olur) karşılaşabileceğiniz tiplerdi ve bunun da ötesinde çok tanıdıklardı. Gene sinemaya giderken bildiğim, Noah Baumbach’ın bu filmde otobiyografik takıldığı idi — ben de ipse dixit kendilerini babayla özdeşleştirdim, sonradan öğrendim ki, meğer çocuklardan biriymiş. Neyse, sanırım, boşanmak pek iyi bir şey değil, o yüzden evde denemeyiniz, ama bilemem tabii ki. “Chris in the Morning” gibi diyecek olursak “I don’t know. All’s well that ends well if you ask me fellow listeners as Shakespeare would admit..” (Chris bildiğim kadarı ile böyle bir şey demedi ama bölüm kapanışı için uygun olur diye düşündüm 8). Northern Exposure (Kuzeyde Bir Yer) harika bir dizidir bu arada, vaktiyle kaçırdıysanız, hemen gidip bulun..

    Bilenler bilmeyenlere duyursun: Mayıs’ın başı gibi evimize yeni bir daimi sakin (aka Ece) beklediğimizden, evin bir odasını ona ayırdık, bu arada, seneye yurtdışı planlarımız da olduğundan kelli, hazır başladık, devam edelim dedik ve mevcut kitapların %70 civarını ıskartaya çıkarttık, önce evin bir köşesinde yığılı durdular, gelen arkadaşlara teklif ettik, onlar bir kısmını evlat edindiler, sonrasında da bir sahafa haber verdik, kalanların epey büyük bir bölümünü de o topladı, filan.. Bununla ilgili olarak, bir arkadaş bir arkadaşına bahsetmiş, o da bize geldi kitaplara bakmak için. Bakarkenki muhabbetimiz sırasında, bu arkadaşın varoluşçulukla ilgilenmeye başladığını öğrenince, naçizane tavsiyeler (ve böbürlenmelerde) bulundum. İşte, Sartre’ın şu kitabı iyidir, Camus’nun Düşüş’ü kanımca Yabancı’sından daha etkileyicidir, Iris Murdoch bir gün.., eninde sonunda marxism dalgasında Althusser’i bulacaksın, cak cak, cık cık.. Peki ben bunları söylerken, içeride hangi filmi izlemekteydim? Harry Potter ve Ateş Kadehi! Evvvet efendiler! Dahası sizlere film ile kitabı arasındaki farklılıkları da sayabilirim ve dahası 4. kitabın en iyisi olduğunu, 5. kitabın filmine gitmeseniz de olabileceğini, zira Polanski’nin Oliver Twist’inin herhalde daha başarılı olduğundan da bahsedebilirim. Son okuduğum kitap listesini de buraya yazayım da, bundan sonra ortalarda entel havalarda dolaşabilmemin önünü de kesmiş olayım hatta! 8)

  • Stephen King’in Dark Tower serisi 1-7 (ilk üç kitap tekrar)
  • Stephen King – Hearts In Atlantis
  • Stephen King – On Writing
  • Stephen King – The Stand
  • J.K. Rowling – Harry Potter and the Half-Blood Prince (hala okumaktayım)

    peki bu kitapları aşağılıyor muyum? Hayır! Özellikle de DT serisinin ve Hearts in Atlantis’in beni benden aldığını itiraf etmeliyim. Peki bu benim, halen çevirmek istediğim kitapların başında Robert Michels‘in “On Political Parties” kitabının geldiği gerçeğini değiştiriyor mu? Hayır hayır hayır! E peki nedir öyleyse bana olan? Neden çok istediğim halde, büyük bir hevesle aldığım Michel Butor’un Dereceler’i niye okunmadan durmakta? Neden Roland Barthes’lara veda ettim? Bunun cevabı sanırım artık sadece mutlu sonla biten filmleri tercih etmemle aynı. Sanırım..

  • “must be dreaming..” için 5 yorum

    1. NE (KBY) — Kuzeyde Bir Yer’in bütün sezonlarını izlediniz mi? Ben dünden beri 2. sezonu seyrediyorum da, bölümler cidden çok iyi. Favorim hangisi bilmiyorum. Chris’in sesini kaybettiği bölüm? Holling’in sünnet olmaya karar verdiği bölüm? Yok yok, buz kırılmadan önce beyaz halkın kişiliklerinin tam tersi özellikler sergiledikleri bölüm galiba… 3 bölümüm daha var, belki onlardan biri en beğendiğim olabilir.

    2. KBY (NE) — elimizde sadece ilk üç sezon olduğundan kelli, koklaya koklaya izliyoruz — 3’ün ortalarındayız (en son Holling ile Maurice’in arkadaşlarını gömmek üzere çıktıkları seferi izledik, hiç Joel yoktu, bu, rahatlatıcı bir şey olsa da, ekstra ekstra Maurice faktörü de yeterli geldi). Tesadüf şudur ki, dün Gürer Bey, üç sezonu da bir çırpıda bitirdiği müjdesini verdi bizlere (adama hiçbir şey dayandıramıyoruz — bari istediği kraliçeyi verelim de kurtulalım 8), bir de, 4. sezon dvd’lerinin piyasaya çıktığını. Böyle işte. Ayrıca, biz karı-koca olarak en az Adam-Eve kadar gıcığız. Dizide -neredeyse- kimseyi sevmiyoruz, hepsine gıcık oluyoruz. Marilyn ve Ruth-Anne’i seviyoruz biz, ben ayrıca Holling’i, kimi zaman da Chris’i, Bengü de Shelly ve Ed’i. Gürer’e Ed için “köyün idiotu” dediğimde, bana “onu hatırlıyorum, o şef olandı” dedi ve dumur oldum. Bengü de bir yerlerde -senaryo icabı- IQ’sunun 180 olduğunu okumuş.

    3. (NE) KBY — 4. sezon dvd’leri yeni çıktı galiba.

      Benim o dizide sevdiklerim (sırasız bir şekilde): Marilyn, Chris, Ed. Marilyn’in konuşmasına/laflarına hayranım. Chris, hmm, evet, Chris sanırım en sevdiğim. Öyle bir radyo olsa burada, bütün gün adamı dinleyebilirim. Dün izlediğim bölümlerden birinde, “Founders Day” vaazını hazırlıyordu kilisede ve kasabayı kuran iki kadının lezbiyen olduğundan filan bahsetmeyi planlıyordu adam. Ama Maurice izin vermedi tabii. :))

      Ed, evet, çok yüksek IQ’luydu. Ama şef değil, şamandı hatırladığım kadarıyla. Bana “Gilmore Girls”deki Kirk’ü hatırlatıyor biraz ama Kirk “sinir bozucu ötesi” bir herif, Ed pek öyle değil.

    4. NX — Ben Maggie’yi de sevdiğimi farkettim. Bana çok benziyor, aynı benim gibi huysuz… Biraz önce izlediğim bölümde herkese iyi davrandığı için ülser oluyordu. :)))

      En sevdiklerim listesini şöyle değiştiriyorum: Chris, Maggie, Marilyn.

    Bir cevap yazın

    E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir