yıllar sonra.

Reflections (Diana Ross & the Supremes söyler bunu)
Through the mirror of my mind
Time after time
I see reflections of you and me

Reflections of
The way life used to be
Reflections of
The love you took from me

Oh, I’m all alone now
No love to shield me
Trapped in a world
That’s a distorted reality

Hapiness you took from me
And left me alone
With only memories

Through the mirror of my mind
Through these tears that I’m crying
Reflects a hurt I can’t control
’cause although you’re gone
I keep holding on
To the happy times
Oh, when you were mine

As I peer through the window
Of lost time
Looking over my yesterdays
And all the love I gave all in vain
(all the love) all the love
That I’ve waisted
(all the tears) all the tears
That I’ve taisted
All in vain

Through the hollow of my tears
I see a dream that’s lost
From the hurt
That you have caused

Everywhere I turn
Seems like everything I see
Reflects the love that used to be

In you I put
All my faith and trust
Right before my eyes
My world has turned to dust

After all the nights
I sat alone and wept
Just a handful of promisses
Are all that’s left of loving you

Reflections of
The way life used to be
Reflections of
The love you took from me

In you I put
All my faith and trust
Right before my eyes
My world has turned to dust…

Kısa kısa..

Bir süredir yazmak isteyip de bir türlü yazamadığım olaylara en azından kısaca değinmek-

  • Turan resmen ikinci en sevdiğim öğrencim. Yazıya dökmek gerekiyordu. Sağolsun, kendisi şu yıllar boyunca vefalı bir padawandan beklenebilecek tüm amelleri büyük bir başarıyla gerçekleştirmiştir. Ha, niye birinci değil? Because serkanpolad.
  • Last.fm yamuk yaptı. Ayıptır günahtır, alternatif arıyorum, spotify hesabım yok.
  • Lost coştu. Hande Teyze’nin ziyaretinden sonra, 5. sezon da tamamlanınca oturduk, izlemeye başladık, gelmiş geçmiş en beğendiğim sezon oldu, yani o iki ibişe o kadar laf etmiş biri olarak bütün dediklerimi yuttum, saygı duydum. (Bu arada, bağlantıyı vermek için eski girişe gidince baktım ki, linklediğim resim uçmuş, bir ara bulur, düzeltirim..)
  • Ya daha bir sürü şey yazacaktım böyle oturunca unutuyor insan. Neyse. Kısa kısa. (kısa kısa… kısa kısa… (fade out..)..)

Eda’bi Mektuplar

Sonunda Eda’bi Mektuplar’ı bastırmaya (ya da, daha doğrusunu söylemek gerekirse: bastırtmak için teşebbüste bulunmaya) karar verdim. 1995-98 yılları arasında yaşanmış fırtına kayıtları. Bir süredir derleyip toparlıyorum karınca kararınca. Bunu da süpürürken buldum:

Yurtdışında tek kişilik bir odadasın. Yalnızsın. Yine yalnızsın. Sigaran, tek kişilik odanda masanın üzerindeki dolu bir kül tablasının içinde dumanını tüttürüyor. Kitapların da orada, masanın üzerinde. Pencerenin önündesin. Duvardaki saat sabahın beşi. Ellerinden biri çenenin altında, dışarısı bomboş sokaklar. Kahve olsa içerdin ama yapmaya üşeniyorsun. Üstelik yurtdışında bir odada olduğun filan da yok. İnsanlardan kaçtın, başka bir şehirde bir oda tuttun, alakasız bir işe girdin. Kimsenin seni bulamayacağını bile bile gelmelerini bekledin. Yalnızsın. Şimdi sigara parmaklarının arasında, birazdan içersin.

24.6.97 / Salı.

Türkiye – iki şey.

Türkiye’de beklediğimden çok daha iyi vakit geçirdik. Hemen her şey güzel geçince, insanın (ben insanın) farkına vardığı, hatırladığı, düşündüğü hemen her kısmı değil de, onun kapsamadığı o birkaç şey oluyor.

FKK. FKK ile niyeyse hep yalnız görüşecekmişim gibi düşünüyordum, yani eşler, çocuklar olmadan, niyeyse. Niyeyse bu niyeyseyi bir türlü çözemedim. FKK ile tanıştığımızda hakikaten gençtik, dünyalar bizimdi. Ya çok trajik kokuyor böyle yazıya dökünce ama galiba böyle “aile ziyareti” yapmayı kabul edemedim içimde bir yerlerde. Yoksa dünya(lar) bir yana, FKK bir yana, her daim. Ahh! FKK. Huysuzluk ediyorum yoksa ben benim hala, o o… Gerçi eskiden de biraz böyleydi; buluşur buluşmaz konuşamazdım onunla, açılmam zaman alırdı, belki de durum aynıdır sadece gavurun tabiri ile kolossal boyutlara ulaşmışımdır. Bir sonraki gidişimde, ailecek, inşallah.

Blade Runner (Enteller uyurlarken neyin rüyasını görürler)

Dün gece, uykuya dalmadan evvel, o sırada yanımda olan ve şu sırada adını vermek istemediğim bir hanımın “Ben çok acıktım, sucuk yesek mi?” şeklinde sorusuyla kendimden geçmişim.

Rüyamda ilkin kendimi sucuk keserken gördüm, bayağı da iyi kesiyordum, sucuk da öyle dağılmıyordu, buzu da güzel çözülmüştü, neyse, asıl bahsedeceğim rüya kısmının bu olmayışından ötürü, geçelim şimdi bunları.

Televizyonda/bilgisayarda bir film izliyordum. Hugh Laurie oynuyordu, Şekspiryen (Shakespearian, istesem yazabilirim yani) bir dönemde geçiyordu (tabii Şekspiryen Dönem denmez aslında, Elizabetyen demek lazım, I presume (humbly)). Adı da Venedik’te Ölüm idi ama o halimle bile Venedik’te Ölüm’ün 20. yüzyılda geçtiğini biliyordum, yaşlı bir erkeğin genç bir erkeğe duyduğu ilgi etrafında yazıldığını biliyordum, yani bu Venedik’te Ölüm’ün, o Venedik’te Ölüm olmadığının farkındayım (ve dahi gördüğümün Venedik Taciri olmadığını da, teşekkür ederim, hıh!). Karakterin adı Lazio/Lazlo, onun gibi bir şeydi.

Bu yapıtı izlerken çok beğendim ve etkilendim rüyamda, o kadar ki, “artık seyretmeyeyim, kitabını okurum, spoil olmasın, burada keseyim” deyip, akabinde kapattım. Zaten sonrasında Ece kulağımın dibinde bağırıp üstümde zıplamaya başlayınca da uyandım.

Rüyamdan çok etkilenmiştim, bir kontrol edeyim dedim, ilkin Lazio, ardından da Lazlo’yu arattım Wiki’de, Viktor Laszlo dışında bildiğim / ilgilendiğim bir şey bulamadım. Sonra Venedik’te Ölüm hakkındaki girişe bakayım dedim. Konusu hakkında yukarıda yazdığım bir cümleden başka bir bilgiye sahip değilim, yazarını dahi hatırlamıyordum, “Thomas Mann” olduğunu görünce hatırladım. Yani “Yazarı kimdir?” deyu sorup 4 seçenek verseydiniz, sanırım Mann olduğunu bilirdim.

Ne kadar uzadı yine bu giriş. Punch-line’ı girelim de bitirelim. Efendim, kitaptaki baş karakterlerden diğerinin adı Tadzio imiş ve bunu benim önceden bilmeme imkan yoktu, ah bilinçaltı ah bilinçaltı! Yani Hugh Laurie’yi de gördüm ya aynı konsept içinde, direkt House’a yeni bölüm, Amber’ı çıkarın (lütfen bu arada, ciddiyim, son bölümlerde gözle görülür bir toparlanma oldu, bir de Amber olmasaymış kanat takıp uçacakmışsınız), beni alın.

Ya bu kadar mı çiğ/yavan ve bir o kadar da dantellektüel göndermeler olur:
* Venedik’te Ölüm
* Venedik Taciri döneminde geçiyor
* Bilinçaltı sömürgeni dizinin başrol karakteri başrol oynuyor.

Yok, yok ben kitabını okuyayım bari, koydum sıraya. Geçen gün Benjamin Button’ın Hikayesini okudum da (Gutenberg’den indirebilirsiniz – 75 yıl geçtiği için telife dahil değil artık) filmini sever oldum.


S. Freud : Hoşgeldiniz Sayın Sururi, bana dün gece gördüğünüz rüyanızı anlatır mısınız?
S. Sururi : A, tabii, Venedik’te Ölüm’ün bir prodüksiyonunu izliyordum..
S. Freud : Bu kadar bilgi yeter, daha fazla konuşmanıza gerek yok. Şimdi çıkın buradan, sizi küçük düzyazar…