kısa, özet, gideceğim hemen yine…

Cuma günü Tolga geldi bize, matematik programları üzerine bir seminer verdi, bahsettiği programlardan birinin adı "SchoonSchip" idi, "Hollandaca’da ‘Temiz Gemi’ demekmiş" dedi ama şoonşip gibi söyledi, ben de her zamanki çok bilmişliğimle onun aslında "suğğğhkunshğğkip" olduğunu söyledim, o sesleri çıkardım (o sesleri bir de $izoSuru #1‘de, Schradinova, Schiphol ve Scheveningen’den bahsederken çıkartıyorum, çok merak ederseniz..) işte, yine o $izoSuru’da da bahsettiğim üzere, vaktiyle, İkinci Dünya Savaşı’nda bu kelimeleri/sesleri Almanları Hollandalılar’dan ayırt etmek için kullanmışlar, hatta bu tür ayırıcı kelimelerin bir adı da vardı, bakayım, söylerim demiştim Tolga’ya, şimdi aklıma geldi, baktım aradım buldum ama öyle neşeli şeyler değil, sonunda hep birileri birilerini öldürüyor. Shibboleth deniyormuş, aman hemen gidin bakın.

Bir süredir ilginç bir ruh haline geçtim: dünyanın, durumların nasıl olursa olsun mutlu/tatminkar ol(a)mayacağımı anladığımdan beridir, ruh halimde epey bir gelişme oldu (iyiye doğru). Amerikan filmlerinde vardır ya (var mıdır emin olamadım ama sanki olabilir gibi geldi): hani dünyanın sonu gelmiştir, herkes koşturur, yangınlar, bağırışlar çağırışlar ama bir adam bahçesinde şezlongunu açmış, sakince oturmakta, sözgelimi birasını yudumlamaktadır – hiçbir şey umrunda değildir, vurdumduymazlıktan değil, boşvermişlikten (bu ikisi arasındaki fark kritik). Hani Groundhog Day’desiniz diyelim, artık 10000. gününüz, artık biliyorsunuz ki, ne yaparsanız yapın, hiçbir şey değişmeyecek, ertesi sabah yine reseti yemiş olacak bütün evren, işte öyle bir boşvermişlik. Ya da sizin gençliğinizde olduğunuz o aşırı duyarlı hiçbir işe yaramaz dünyayı kurtarmaya istekli kişiliğinizi bugünün gençlerinde görüyorsunuz, ne deseniz boş (ya da işi daha da trajikleştirelim: gene bir gün zaman makinanıza binmişsiniz, 20 sene önceki halinizi karşınıza almışsınız, "boşuna takma bu kadar" diyorsunuz, "bir işe yaramıyor, olan sana oluyor" ama o "hayır" diyor, "ben yapabilirim/olabilirim" ne söyleseniz boş, siz de bir noktadan sonra şezlongunuzu açıyorsunuz, biranızı elinize alıyorsunuz, dünyanın sonunu getiriyorsunuz.. Ben daha o adam olamadım, o adam kim derseniz, biliyorum, Kurt Vonnegut Jr. dünyanın en içli ve en boşvermiş adamı (ben Emir’i özledim).

Bu aralar okuyasım epey azalmıştı, ne entel dantel, ne SFF, hiçbir şeyi okumak gelmiyordu içimden, dün kütüphaneye film almak için gittim yine (birkaç haftadır film noir’ları seyrediyorum: The Big Sleep, Strangers on a Train, The Lady Vanishes, Maltese Falcon, Lady from Shanghai…), aklıma geldi, raflarda dolanayım dedim, bakayım ne bulacağım. Seneler evvel Moby Dick’e başlamıştım (çünkü Bera demişti ki "müthiş bir kitap!") ve kısa bir süre sonra da bayıp bırakmıştım, bu sefer Türkçe’sini deneyeyim dedim, hem de Sabahattin Eyüboğlu ile Mina Urgan çevirmişler, daha ne olsun!, işte onu aldım, sonra Breakfast of the Champions’ı gördüm, Kurt Vonnegut’u okumuşluğum vardı (Slaughterhouse #5, işte bir de geçen günlerdeki şu mezuniyet konuşmalarının derlendiği "If this isn’t nice, what is?") şöyle bir bakadurdum da kipat böyle su gibi geldi, ne kadar çok sevdim, okuyorum hala, çok severek okuyorum.

Neyse, bugünlük yeter. Bir de Çağlar geçen gün (bugün?) bir tweet atmış, "bu sabahki halim" tanımı ile, çooook uzun zamandır bu kadar hoşuma giden, beni sevindiren bir şey olmamıştı, ben de sizinle paylaşayım istedim. (boyutu 16MB imiş, indirebilen var, indiremeyen var, ayıp olmasın, buraya bağlantısını koyayım, isteyen gidip baksın: oyuncak kurdelesiyle neşe içinde oynayan bir fil yavrusu).

Ben gider.


(Emir’in imzasıydı bu da bir ara HiTNet’te – ya da bir yazısının altına mı koymuştu, işte öyle bir şey, ra ra rampam tara tara ra…)

Some days, you just can’t get rid of a bomb part troi

 

Bazı günler kötü geçiyor. Eğer bu bir tıp dizisi olsaydı bugün kendi hatalarımdan kaynaklı olarak bir hastayı kaybettiğim bölüm olurdu. Yorgunluk, uykusuzluk ve günün klasiği olarak elektriksizlik. Şanssızlık. Tatsızlık.

Bu aralar köpek balığı misali sürekli bir hareket zorunluluğu içerisindeyim: yapmam, yetiştirmem gereken bir dolu iş var ve hepsi birbirinin ardına domino taşları gibi dizilmiş durumdalar – araya beklenmedik bir parça eklendiği zaman bütün sistemim yerle bir oluyor. Bugün önce seminer (master ve doktora öğrencileriyle seminer, aktivite kulübü çatısında toplanıyoruz), hemen ardından da fizik dersim vardı. Dün semineri hazırladım, gece ikide yattım, evvelsi günden de çok az bir uykuyla duruyordum. Cuma günü sınav var ve bugünkü plan derste soru çözmekti. Sorular (kitap) bilgisayarda idi, çıktılarını almaya başladım, o sırada yaz okulu için Mois aradı — taa iki hafta öncesinde bugün konuşmak için sözleşmiştik ama aklımdan çıkmış. (bütün bunları arka planda yoğun bir uykusuzluk tonlamasıyla (prusya mavisi) okuyun). Mois’le konuşma bitti, seminer dersinin saati geldi, neredeyse kimse gelmemiş (elektrik kesintisi, metro, sunum yapmak istemeyiş…). Seminer odasındaki bilgisayarın adaptörü yok olmuş, benimki yazıyıcıya bağlı, soruların çıktısı alınacak, elektrik kesintisi bu arada, neyse jeneratör. Yazdırmayı iptal edip laptop’ı seminer odasına taşıdım, arkadaşlar sağolsunlar yaptık bir şeyler (ben yapamasam da). Seminer dersinin toplantısı biter bitmez odaya uğra, laptop’u çantaya koy (çünkü laptop’dan bakacağım sorulara), bölüme yollan (çünkü ders başka bir bölümde, kampüsün diğer ucunda), derse geç kal, orada jenaratör çalışmıyor olsun, sorusuz kal, kitap temin et, oradan yapmaya başla, birkaç yanlış yap, moralin bozulsun, uykusuzsun zaten, sonra daha da berbat bir performans eşliğinde dersi bitir, geri gel.

Bugün bir kez daha uykusuzluğun insanın performansındaki olumsuz etkilerini göstermiş oldum, ilginize teşekkür ederim. Çocuklara ayıp oldu, onlara da mümkün mertebe telafi için bugün açılmayan bilgisayarımdan bakıp da yazamadığım soru setlerini çözümleriyle beraber göndereceğim.

Bir şey aksayınca zincirleme geliyor her şey. Fırsat vermemeli, süt içip erken yatmalı. Enseyi de karartmamalı.

Halbuki geçen hafta ne güzeldi, en güzel haftaydı.
 

kipat!

Son üç-dört yıldır, ağırlıklı olarak okuduğum tür bilim-kurgu/fantağzi türk musikisi idi ama sanırım bünyeye dokunmaya başladı. "Ne okusam, ne okusam?…" diye düşünedururken (ki Murakami’nin WUBC’nın şanlı 10. yıl tekrar okuması en güçlü adaydı bu arada — bir ve iki) okumaya niyetlenip niyetlenip unuttuğum bir kipatı ne mutlu ki hatırladım: Nabokov’un "Luzhin Savunması" (bunun filmini seyretmiştim 10 yıl önce (her şey on yıl önce oldu bitti): John Turturro oynuyordu, bir bayan yönetmen yönetmişti, ben de festivalde mi ne izlemiştim, herhalde şu Kocatepe’nin oradaki sinemada olsa gerek).

Daha bir müddet daha listede bekleyecek iki BKF kipat (ref olsun ileriye):
* Alex Shvartsman – Explaining Cthulhu to Grandma and Other Stories
* Ernest Cline – Ready Player One

ah, bir de tabii M. Banks’in son kipatı var post humous.

Ama daha çok var bir müddet yokum o yollarda.

keyfimi yerine getiren şeyler…

Internet’te bir yere kadar benzer minvalde olan vakalara "faith in humanity restored" diyorlar ya, yok aslında öyle bir şey ama naiflik bizde kalsın. Pek bir akademisyen odamda birkaç fotoğraf var: bir tanesi hüsniya’nın fotoğrafı, hüsniya benim rahmetli anneannem, en sevdiğim insanlardandı. Japonların bir geleneği var, ölülerine bir resim, bir çan ve bir de tütsüden ibaret küçük bir köşe yapıyorlar, akıllarına geldiğinde, onları andıklarında çanı ufacık çalıp, çok da isterlerse tütsüyü de yakıp, onları düşünüyorlar. Biz Japon değiliz (henüz), o yüzden fatiha. Diğer resim Miranda July’ın. Sonra duvarda Nerea ile Barış’ın gönderdiği kartlar, sevdiğim insanların bir kısmının fotoğrafları var. Dolabımın kapağının üstünde ise Paola de Grenet’in "Yo Solo / Nuria"sı ile Joel Meyerowitz’in "Times Square"i duruyor (ikisinden de benzer bir vesileyle daha evvelden bahsetmiş idim).

Ne diyecektim, evet, dün değil evvelsi gün Bahar, Ulaş (@_Slow_Loris_) adlı bir arkadaşın bir tivitini "favlamış" idi, bir güzel resim daha gördüm, mutlu oldum, şöyle bir resim idi:

Ne kadar güzel bir resim, öyle değil mi? Hem, hikayesi de var ("filmi" de yoldaymış ve Nicole Kidman – ben de iki gün evvel haberdar olduğum bir insanın üzerinden hemen de sahipleniveriyorum… 8P)

Bir de geçen hafta beni en çok mutlu eden olay sanıyorum ki ODTÜ’deki hoşçakal partisinde öğrencim Gizem’in -benim için sürpriz- katılımı idi (hem de börek de yapıp getirmişti!). Öğrencilerden/arkadaşlardan yana ne mutlu ki hep çok ama çok şanslı oldum.

Pespembe bir toz, Emre Sandoz. Dünya kötü bir yer. (daha ağır bir şeyler yazmıştım aslında ama o kadar yaz yaz bu girişe sonra bu ne perhiz-lahana turşu diyalektiği, değil mi efendim..)