Başımızdan geçecek şeyler…

Başlık "La Buena Vida"nın Que nos va a pasar şarkısından: A. Kadir’in "Başımıza gelen bütün bu şeyler / dünyada hiç olmamaktan daha iyi…" şiirinden, Ezgi’nin Günlüğü’nün Olur biter şarkısından daha iyi şüphesiz (ilk o aklıma gelmişti de, mevcut haleti ruhiyemi düşünüp, pozitif olanda karar kıldım). Daha güzel aslında "başımızdan geçecek şeyler" demek, hem gelecek, hem geçecek, ikisi bir arada. Gözde bana Violeta Parra’nın – Gracias a la vida‘sını tavsiye etmişti de, ben de La Buena Vida ile karşılık verdim. Başımdan neler geçecek, boşverin şimdi, şu bir haftayı (3-4 gününü) anlatayım ben size…

Çarşamba akşamları ODTÜ’de en sevdiğim öğrencilerle/arkadaşlarla toplanıp, ağırlıklı olarak DFT konuşuyoruz, işte çarşamba akşamı dersten sonra laptop’ı ("delafe") çantama koydum, çantamı iskemleden düşürdüm, hatta Nazan’la konuşuyorduk o sırada, o kaygılandı, ben kaygılanmadım, "çantada bir şey olmaz, sık sık başına geliyor, merak etmeyin.." dedim. Akşam eve geldim, çantada bir şey olmuş, ekranı çatlamış ama -neyse ki- sisteme başkaca bir şey olmamış.

Laptop’unuzun ekranı kırıldığında şöyle bir deyiş var: "ekranı yaptırmak hemen hemen yenisini almayla aynı fiyata geliyor.." doğrudur büyük ihtimalle, içim epey karardı. Ertesi gün (perşembe) yine sabahtan ODTÜ’ye gittim elimde akşamdan yaptığım bir "paşa dolusu" kısır ve Bengü’nün nefis keki. Ayşegül de bizim buralara taşınmış, o da kurabiyelerle bindi ileriden. Bu noktada tabii "niye ki?" kısmını açıklamak lazım gelir:

işte niyesi bu… 2 Şubat’tan bu yana Hacettepe’de resmen "YardDoçDr" olarak görev yapmaktayım. 27 Şubat’ta Hacettepe’de "Hoşgeldik" partisi vardı (3 YardDoç başladık), 5 Mart’ta da ODTÜ ile hem ilişiğimi kestim (şerif yıldızım, tabancam ve "007" imtiyaz sertifikam), hem de işte arkadaş, hoca ve öğrencilerle bir araya gelip vedalaştık. Kırık bir monitörle başladığım o gün ayrıca iki bankamatik kartımı kaybedip sonradan birini bulup, diğerinin haberini aldım; partiden önce Cem’le 40 tabak almıştık, tabaklar bitince, ben de hem biraz hava alayım (kendi partilerimden kaçmamla ünlüyümdür 8), hem de kartı en son markette kullanmıştım, acaba orada buldular mı diye, Cem’le tekrardan gittik, 30 tabak daha aldım, kasada kuyruk vardı ve ben döndüğümde aradan epey vakit geçmişti 8). Toplu resimler çektirdik, sonrasında arkadaşlarla demlenmeye başladık derken saat iki oldu – üçte Ankara Üniversitesi’nde bir hoca ile görüşmem olduğundan sağolsun Sibel patlıcan moru arabasıyla beni metroya bıraktı, elimde kocaman bir buket çiçek, metroda ilgi odağı olduğum halde Beşevler’e gittim, hocayla da yeni tanışacağız, odasına girdim, tabii doğal olarak önce bukete sonra bana biraz şüpheyle baktı ama ben "hemen çiçeğin benim değerlimisss olduğunu, asla vermeyeceğimi, gollum! gollum!" bir şeyler söyledim (ilk izlenimler önemlidir ama dürüstlük daha önemlidir, öyle değil mi!). Güzel bir tanışma, görüşme geçti, inşallah devamı da gelir.


Oradan tekrar metro, bu sefer Kızılay’a geldim, Bengü’nün çıkışına yetişeyim diye hızlı hızlı ilerliyorum (bu arada telefonum da şarjsızlıktan kapanmış durumda). Yolun üstünde kayıp bankamatiğin bankasını görünce, hızla içeri girdim, "bireysel müşteri temsilcisi" için bir bilet aldım, beklerken gişenin boş olduğunu görüp, oraya hamle yaptım. Gişedeki kızcağız beni o halimle görünce biraz şaşırdı ama zaten o sırada bankadaki gerek çalışanlar gerekse bekleyen müşteriler bir anda sessizleşmiş, pür dikkat kesilmişlerdi ("ya da bana öyle geliyordu" diyebilirim ama öyleydi). Bütün gözler üzerimdeydi. O sırada arkamdan bir bey: "pardon beyefendi, benim numaram yandı…" dedi, ben de elimde buketle ve bütün telaşım ve ciddiyetimle özür dileyip, bankoyu boş gördüğüm için fırsattan istifade yanaştığımı, "çok önemli bir işim" (bendeki anlamıyla "kayıp kartımı iptal ettirmek", herhangi bir normal insandaki yansımasıyla "evlilik teklif etmek") olduğunu belirttim. O bey de sağolsun -benim o sırada hiçbir şekilde anlam veremediğim, ama aslında apaçık olan bir nedenle- bir anda yumuşadı, yüzü güldü, "canım arkadaşım, sen yeter ki mutlu ol, ben seni beklerim tabii ki, sen işini hallet!.." dedi. Sonra işte ben gişedeki bayana derdimi anlatınca bütün gizem çözüldü, gerilim bitti, iş ortaya çıktı çok güldük (sırasını kaptığım iyi kalpli bey hariç, o tabii mahcup olup, kızdı haklı olarak). Kartımı iptal ettirdim (yok, kimse çekim yapmamış — zaten kartımın kaybolduğunun da onu kampüste bulan kişinin ODTÜ facebook grubunda yaptığı duyuruyu gören Evren’in beni haberdar etmesiyle fark etmiştim / bu arada diğer kayıp olan kart da kırk kere deliler gibi kontrol ettiğim cüzdanımdan (market yolunda) 41. aramada ortaya çıktı), gişedeki bayanlara "göz hakkı" olarak birer dal çiçek koparıp verdim ve hikayenin bu kısmını burada bitirdim.

Cumartesi sabah Ece’nin korosu var, onu götürdüm, eve döndüm, bu yaza bir yaz okulu düzenliyoruz, onun yazışmaları ile uğraştım biraz (laptop’u televizyona bağlamak suretiyle). Ece’yi aldım, bunları bu girişe başladığımın ertesi günü yazıyorum ve şimdi hatırlamıyorum sonra ne yaptığımızı (Bengü’ye sorar, bir sürü şeyi öğrenir/hatırlar).. VAIO yetkili servisi haftasonu telefonlara kapalıydı, başka bir servis buldum internetten, aradım sordum, Öveçler’de imiş, "getirin bir bakalım" dediler, pika dedim. Sonrasında Bengü gittiği yerden geldi, yola koyulduk, Mügeler’le nicedir görüşememiştik (yukarıda yazmış mıyım, Hacettepe’nin ilanını bana ilk Müge görüp söylemişti, taa o zamandır), akşam onlara misafirliğe gidecektik, Ece’yi, kendi isteği üzerine Onur’la oynaması için önceden Mügeler’e bırakıp yola devam ettik, teknik servisi bulduk, girdik, ellerinde sisteme uygun monitör varmış, "yarım/bir saate takarız" dediler, fiyatı söylediler (laptop fiyatının 10’da biri civarı (haydi 8’de biri olsun)), tamam dedik, arabaya atladık tekrardan, ODTÜ’ye gittik (şerif rozetimi perşembe teslim ettiğimden, ve Hacettepe’ye diğer kapıdan çıkıp gideceğimizden kelli, biraz "non-personnel library card"ımla numara çekip kapıyı açtırdım güvenliğe. Bölüme geldik, arka kapı tabii kapalıydı, kartım yoktu, manyetik yapamadım, sağolsun Serdar sigara molasına çıkmıştı da, o açtı kapıyı, yukarı çıktık, aldık birkaç bir şey, aşağı indik, kapı yine kapalıydı, yukarı çıktık, Yüksek Enerji Lab’ındaki arkadaşlardan rica ettik, bizle indi, kapıyı açtı, o da sağolsun. Hacettepe’ye vakit kalmamıştı (teknik servis kapanacaktı, geç olacaktı), biz de orayı yarına (pazar) bırakıp doğruca servise yollandık, gösterdiler bilgisayarı, yes orrayt (sonuçta taktıkları halis Sony monitör değil, OEM tabii ki ama iş görüyor mu, görüyor, hem göz alışınca gönül katlanır, hem de laptop geri geldi yahu! Yeeeey!), laptop’ı da yüklendik, arabanın bagajı elektronik ekipman dolu, go go go… Mügeler’de güzel bir akşam geçirdik, eve döndük, eve bir şeyler çıkardım arabadan, ertesi gün yine yüklendik, Ece yine gelmek istemedi, onu dedesine bıraktık, biz Hacettepe’ye gittik, ofise çıkardık eşyaları Bengü’yle (manyetik kapılar kilitli olsaydı açabilecektim bu sefer ama açıklardı zaten). Sonra hava çok güzeldi, dolaşalım dedik, çıktık, şu gölün, ormanın içinden geçtik, biraz keşif yaptık, hoşumuza gitti ama Vadi Restaurant haftasonları kapalıymış, geçen gün derste öğrencilere sormuştum "misafir nereye götürülür?" diye de, "Parlar var hocam" deyip tarif etmişlerdi, "ODTÜ’nün Çatı’sı gibidir ama daha iyidir…" meğer bu Parlar da "bizim" Parlar Vakfı’nın Parlar’ı imiş, gittik, ben yaşlanmışım, biraz huysuzlandım ama yedik güzelce, sonra eve döndük. Sonra haftasonu bitti. Hacettepe, hoşgeldim. (Childe Roland to the Tower came…)

erdim ereceğim eriyorum ya da kaynama noktam…

Oldu epey, Vonnegut’un… — baktım şimdi, 18 Ocak’taki girişte bahsetmişim (Bebek Jane’e ne oldu? (Haberler, havadisler… atlı süvari) başlıklı giriş):

Bir sürü şeyden bahsedecektim, yine unuttum, aklımda bir tek David Lynch’in ‘İkiz Tepeler’e 2016’da tekrardan (ve baştan) başlayacağı haberi kaldı; bir de Bahar’ın müzik/resim blog girişi üzerinden kendi hakkımda yazacaklarım, bir de Kurt Vonnegut’un beni hakikaten sarsan bir mezuniyet konuşması ("How Music Cures Our Ills (and there are lots of them)", Doğu Washington Üniversitesi, Spokane, Wahsington – 17/04/2004 // Bunun çevirisini de aldım (April Yayınları, çev. Algan Sezgintüredi, 2014) ama hiç beğenemedim, o yüzden bir de ben çevirecektim ilgili konuşmayı); Doris Lessing’in "To Room Nineteen"deki hikayeler ve kendimin şimdiki hali hakkında yazacaktım sonra… listeledikçe hatırlıyorum ama sanki bir tane daha vardı. Neyse, işte vardı bir sürü şey, onları da başka bir girişe yazarım, blog benim değil mi a!

demişim en son, bugün bir kitap (bir ihtimal "anachronism" terimini bulurum diye Fransız Teğmeninin Kadını’na dikkatimi çeken "Postmodernizm ve Sinema" kitabını arıyordum — bunun muhabbetini de Bahar’ın ilgili girişinin yorumlar kısmında bulabilirsiniz) ararken, gene Vonnegut’un çevirisiyle göz göze gelirken hatırladım.

Ben iyi bir insan değilim, kendimi iyi bir insan zannetsem de bazı bazı, değilim (yok ısrar etmeyin, teşekkür ederim, gelmeden önce arkadaşlarla bir şeyler yemiştim). Vonnegut gibi bir adam bile içindeki iyimserliği kaybetmemiş. "İnsanlık bunca yıldır sadece bir güzel düşünce üretebildi, o da ‘affedin’ oldu.." diyor. Hayır, böyle demiyor, doğal olarak daha güzel, daha etkileyici söylüyor (geçen girişte çeviriye o kadar laf etmişiz, şimdi gecenin bu saati mecbur kaldık, iyi mi, böyle olur işte Sururi Efendi..):

(Spokane konuşmasının metnini daha sakin, dingin, çevirmeye yatkın bir günüme bırakıp, şimdi işin kolayına kaçıyor ve doğrudan Dan Wakefield’in sunuşundan ve başka konuşmalardan ilgili yerleri apartıyorum/biraz da kolaj)

Öyle akıllıyım ki, dünyanın sorunu nedir, biliyorum. Herkes savaşlarımız sırasında ve sonrasında ve dünyanın her yanında sürüp giden terör saldırılarında, "Nedir mesele?" diye soruyor.

Mesele, lise öğrencileri ve devlet başkanları dahil hemen herkesin, neredeyse dört bin yıl önce yaşamış Babil Kralı Hammurabi’nin yasalarına boyun eğmesidir. Aynı yasaların yankısını Eski Ahit’te de görebilirsiniz. Peki, hazır mısınız?:

"Göze göz; dişe diş."

İzlediğiniz bütün kovboy ve gangster filmlerinin kahramanları da dahil, Hammurabi Yasaları’na boyun eğerek yaşayan herkes için verilmiş kati emir, gerçek yahut hayali her türlü zararın intikamının alınması gereğidir.

İntikam intikamı, intikamın intikamı, intikamın intikamının intikamını getirir ve bugünün uluslarını binlerce yıl öncesinin barbar kabilelerine bağlayan, kesintisiz bir ölüm ve yıkım zinciri yaratır.

Liderlerimizi ya da başka ulusların liderlerini her hakaret veya zarara intikamcı, şiddetli karşılık vermekten hiç caydıramayabiliriz. Bu Televizyon Çağı’nda şovmenliğin, köprüydü, karakoldu, fabrikaydı vesaire patlatarak filmlerle rekavate dalmanın çekiciliğinden uzak duramayacaklardır.

Ama hiç değilse şahsi hayatlarımızda,iç dünyamızda hastalıklı eğlenceden, şu ya da bu kişiyle veya bilmem hangi grupla yahut ırk ve ülkeyle hesaplaşma coşkusundan uzaklaşmayı öğrenebiliriz.

İşte o zaman, bize karşı işlenen suçları bağışladığımız için kendi suçlarımızın bağışlanmasını dileyebiliriz. Çocuklarımıza ve torunlarımıza aynını öğretebiliriz, böylece onlar da kimseye tehdir oluşturmazlar.

Tamam?

Amin.

Merhamet göstermek, şimdiye dek aklımıza gelen tek iyi fikir gibi görünüyor bana. Belki günün birinde bir başka iyi fikir daha gelir aklımıza, o zaman iki iyi fikrimiz olur.

——————-

Vonnegut dönemin, gençlik kültüründe dişe dokunur hiçbir şey bulamayan yetişkinlerinden değildi. "Sanatçının işlevi, insanların hayattan daha fazla hoşlanmalarını sağlamaktır," yazmıştı ve "peki, bunu yapanı gördünüz mü?" sorusuna, "Evet, the Beatles," yanıtını vermişti.

Emir sever Vonnegut’u, benim de ondan öğrenmişliğim vardır. Geçen gün de Emir’le yazıştık, oh ne güzel, ilaç gibi geldi. Neyse, ne diyordum, evet, ben pek iyi bir insan sayılmam. Başka ne diyecektim? Doris Lessing ODTÜ’de şimdi, ondan ilgili kısmı alıntılayamam (ama The Temptation of Jack Orkney seçkisine kıyaslayınca, To Room Nineteen çok sönük kaldı hakikaten), ah, Bahar, Resim/Müzik: 

(geç oldu ama hiç olmayacak bu gidişle, o yüzden iki kalem yazıp çizivereyim)
Kendimi ne zaman anket vs. okuyor bulsam, hemen ben de kendimce cevaplamak isterim soruları, kendim sorarım, kendim cevaplarım, gül gibi geçinip giderim. Geçenlerde Bahar, müzikle arası iyi olan bir arkadaşından rica etmiş: ona (sanal ortamdan) bir dolu  tablo yollayıp, hangi müzikleri hatırlattığını sormuş, o da bir güzel yanıtlamış. Yazının sonunu getiremedim kendime kızgınlığımdan, o derece diyeyim, sebebini de sormayın, kalbinizi kırarım. Zaten geçen gün Turan yüzünden Chinawoman’ın gerçekten de bir bayan olduğunu öğrenip dumurlara uğradım; ben de onun çocuksu naifliğini Tindersticks’in Chocolate’ını dinletip bozguna uğratarak intikamımı aldım (halbuki iyi bir insan olsam "Another Night In"i dinletirdim, misal, değil mi?).

Resim koymak çok mu şart? Dün yılda bir bağlandığım Facebook’a resim bombaladım, içim dışım resim oldu, imgelem imgelem… Kemal de lise mezuniyet partisinden bir dolu resim göndermiş, bir tanesini çok beğendim (very like, thumby up)…


1994, solda Burçin, sağda Kemal, ortada ben(17)

Dükkanı kapatıp gitmiştim ki, Bahar’a söyleme sözü verip de, sonra tutmadığım bir şey geldi: Goya’nın "El Sueño de razón produce monstruos" lafı… Şöyle bir şey hatta, buyrun, göstereyim:

 

şekil bu. (Herhalde) İlk olarak, Bahar’ın blogunda Espanyolca’sı ile alıntılanırken görmüştüm. Geçen gün Tivaytır (Laynuks’un küçük kız kardeşi olur kendileri), "aaa, bak Bahar’ın envai çeşit hesabından bir de kendi adıylasanıyla bir hesabı da varmış" dediydi de, orayı açınca bir baktım İngilizce’si karşımda duruyor: "The sleep of the reason produces monsters". Bir garip oldum, bir garip oldum, şöyle bir yutkundum. Nitekim:

Espanyolca’da (aslında "İspanyolca" derim ama şimdi artistlik yapayım estedim) ‘sueño’ kelimesinin iki anlamı var: biri ‘uyku’; diğeri ise ‘rüya’. Uyumak fiili "dormir" (mesela "Uyuyorum" : "Duermo"). "Uykum var" için "tengo sueño" diyorlar, buradaki "tengo", "tener" fiilinin 1. tekil şahsa çekilmiş hali, anlamı da İngilizce’deki "to have" yani "sahip olmak", yani neredeyse Türkçe’yle birebir anlam çıkıyor: "uykum var". Martin Luther, "Bir hayalim var"ı İspanyolca söylemek isteseydi, "uykum var" zannedilmesin diye, "Tengo un sueño" diyecekti. Gündelik konuşmada "uyku", nesne olarak hemen hiç kullanılmıyor — ya uyuyorsunuz ("dormir"), ya da uykunuz var ("tener sueño"). Hal böyle olunca, ben de İspanyolca’yı aman efendim çok bilince, Goya’nın o lafını ilk gördüğümde "Aklın rüyası canavarlar yaratır" diye algılamıştım, hoşuma da gitmişti. Halbuki aynı şeyi "aklın uykusu canavarlar yaratır" diye okuyunca, anlam ne de çok değişiyor, değil mi! (keşke tek derdimiz bu olsa bu arada!). Ben akıl gibi gerçekçi bir şeyin hayallerinin gerçekdışı şeylere yol açtığını, işte diyalektik, işte taraftar, ying-yang (yok, ying-yang benzetmesi doğru olmadı, geri aldım), gölge/ışık falan filan… Halbuki Bahar ve Bengü ve bütün internet: "aklın uykusu" (yani "lapse of reason", yani "aklın o bir anlık/bir sürelik yokluğu…") olarak algılamışlar, yani kötü bir şey gibi. Bahar’a bunu belirttim, Nerea’ya da bilirkişi olarak danışacağımı da ve kendisine hemen döneceğimi de. Nerea’yla her gün yazışıyoruz, pek de ipucu vermeden sordum, o da benim gibi düşündüğünü gösteren bir yanıt verdi, Bahar’a Nerea’nın da benim gibi düşündüğünü yazmadım, bilmiyorum neden, büyük ihtimalle benim tembelliğimden, bir ihtimal Nerea ile bu konudaki ilerleyen tartışmamızın sonucunda, algı cinsinin (mavi üzerine siyah mı yoksa beyaz üzerine altın mı — şimdi bunu yazdım ya, kesin iki hafta sonra baktığımda ne demek istediğimi unutmuş olup şaşıracağım, o yüzden müsadenizle göndermeyi açık edeyim: http://xkcd.com/1492/ ) – siz hala okuyor musunuz kuzum bunları bu arada? neyse, işte algı cinsinin kişi bazlı su boyası olduğundan falan dem vurduk (yine düşürdüm cümleyi, değil mi?). 8P Ama Goya bizim gibi düşünmemiş zira ileride benim böyle düşüneceğimi bildiğinden, Woody Allen / Marshall MacLuhan misali, açık açık açıklamasını yapmış: "La fantasía abandonada de la razón produce monstruos imposibles: unida con ella es madre de las artes y origen de las maravillas." bu da bana kapak olmuş ("La fantasia abandonada de la razón…" : "Aklın terk ettiği hayal…"). İşte Bahar, böyle böyle… Bir de üç (4?) hafta İstanbul’dayken Bengü’yü cuma günü 14:00 gibi, o toplantıdayken arayacaktım, üç cumadır ıskalıyorum, ona canım sıkılıyor…

“Senin geçmişin, benim geleceğim…”

Başlığı bir süredir -çok da bayılmayarak- okumakta olduğum Dan Simmons’ın “Hyperion” romanından aldım. Bu bir tek cümle, bir hikaye içeriyor. Taslağı yazayım, sanırım başka da bir şey yazmayacağım bu konuda ileride, taslak olarak kalacak (çünkü çok bariz aslında).

Hikayenin kahramanı adamımız gizemli bir kadın tarafından birkaç defa mutlak ölümden (araba çarpması, bir yerden düşme, uçağa binme, vs..), son dakikada kurtarılıyor. Kız pek kalıp sohbet etme canlısı değil (gizemli bir şekilde adam bir anlık arkasını döndüğünde vs.. ortadan kayboluyor), ama işte adama bakışında, “elini yanağında, saçlarında dolaştırışında” diyelim, çok bariz bir biçimde belli ki adamın hiç tanımadığı bu kadın, adama çok yoğun bir biçimde aşık (ama adam merak ediyor, şüpheye düşüyor: “madem ki bu kadar aşık, niye iki dakika içinde kayboluveriyor, kaçıyor?”. Bu hayat kurtarmaların dışında adam gözünün ucuyla filan ara ara kızımızı, kendisini uzaktan kaçak izler durumda yakalıyor ama kız yine hemen kayboluveriyor. Yıllar geçiyor, hikaye kahramanı adamımız kızın böylesi yabanıl varlığını yavaş yavaş özümsüyor, yavaş yavaş da aşık oluyor, sonra artık dayanamıyor, kıza ulaşmaya uğraşıyor, aralarda yine -hep kız insiyatifli olarak- temaslar, yakınlaşmalar, ziyaretler olmuyor değil, ama kız ne konuşuyor, ne de “bu gece de burada kalayım, sabah kahvaltıyı birlikte yaparız” diyor. Sonra bir gün ortadan tamamıyla yok oluyor.

Adamımız (esas oğlan) aklını kaçıracak gibi oluyor, her yerde, her anda kızı bulmak için delicesine dolaşıyor, arıyor, soruyor… Bir gün çok sıcak bir havada, çok ıssız bir yerde dolaşırken, çok susuyor, bir ev görüyor, bir bardak su rica etmek için oraya gidiyor, kapıyı çalıyor, kapıyı açan bütün hayatını alt üst eden kızın ta kendisi değil mi! Şoka giriyor, kız onu tanımıyor (tanımazlıktan gelmiyor, hakikaten de tanımıyor), adam kızın, onu tanıdığı halinden epey daha genç göründüğünü fark ediyor (belki kızı, belki kardeşi?…). Kendisini toparlıyor, “ben sizi tanıyorum…” filan diyor, “işte şuranızda şöyle bir beniniz var, falan filan…” kız biraz bir şeyler anlıyor gibi oluyor, “benimle gelin lütfen..” diyor, adamı içeri buyur ediyor, üst katta içinde garip aletlerin olduğu bir odaya çıkarıyor, “bu,” diyor, “üzerinde çalıştığım zaman makinesi… ama henüz çalıştırmayı başaramadım.”

Hikaye bir yana, beni iki ekstrem uçtaki durum çok etkiledi: ilk durumda kızın adamı çok iyi tanıyıp, ona sırılsıklam aşık olup da, adamın kızı tanımadığı durum ile; sondaki adamın kıza aşık olduğu fakat kızın adamı tanımadığı durum. Klişe paradoks ama hoşuma gitti, sonuçta bu ikisi hiçbir zaman doğal şekilde tanışıp “karşılıklı, eş zamanlı” aşka düşemeyecekler, hep bir taraf diğerine 1-0 aşık olarak başlayacak. Beynimin arkalarından bir yerden Feynman’ın “Coupled mode approach” metodu gelir gibi oluyor ama bir cümle üzerinden bu kadar geyik yeter.

Bugünlerde güldüğüm şeyler…

Bir – iki ay kadar önce, Bing Crosby’nin klasik yeni yıl şarkıları yorumuna tepetaklak bir bakış getiren… aslında tanımlamaya çalışmanın çok da bir alemi yok, buyrun, aşağıdan bakın:

 
evet, ne diyordum, işte o çok hoşuma gitmişti (arada Christopher Lee’nin "A Heavy Metal Christmas"ı da var, ama konudışı olduğundan onu pas geçiyorum), ama dün Mary Poppins’in "supercalifragilisticexpialidocious"ını görünceye kadar, çok da yazılacak, paylaşılacak bir şey değildi, ama Mary Poppins, ama supercalifragilisticexpialidocious!
Devamı geliyor zaten:
Louise Armstrong – What a wonderful world
Judy Garland – Somewhere over the rainbow
yine bir başka favorim, Bee Gees – How Deep is Your Love:
oy vey! Tabii bunların tersi de var, olmak zorunda (enerjinin korunumu ilkesi):

Metallica – Enter Sandman
KISS – Detroit Rock City

Bunları Andy Rehfeldt diye bir arkadaş toparlamış, iyi de yapmış. Tersinir durumda benim favorim, bu işi geyiğine değil de, ciddi ciddi yapan Postmodern Jukebox (misal "Sweet Child O’ Mine" yorumları, ya da "Careless Whisper" ile adına anachronism dediğimiz (ve benim son yarım saattir yana yakıla aradığım) bu olguyu — "anachronism" terimini aramaya giderken cümle yarıda kalmıştı, şimdi bulup dönünce de toparlayamadım, parantez durumlarını bile bilemiyorum. Neyse, zaten bu konuya geçen sene değinmişim.

Başka şeyler de vardı, gitmişler şimdi aklımdan…