Interlude (“ara” diye okunur…)

Niye ölmemeli öyleyse
Yaşamak mutlu bir devinimse

BRBN, EC

Dönemin sonuna doğru JoyDiv dinleyen bir öğrencim bana Tony Kaye’in Detachment filmini önerdi, ben de ona Bauhaus tavsiyeledim, sanırım ödeştik. 

Half-Nelson, Detachment, bir de üstüne Naked’ı izledim mi, artık beni kimse tutamaz. Son bir haftadır bölümde üzerimizde yaz okulu bulutu geziyor. Çok prensipıl bir insan olarak, cüsseli derslerin yaz okulunda verilmesini doğru bulmam ama tabii ki yapana da karışmam. İnsanın ofisinde tek başına otururken böyle laflar etmesi o kadar kolay ki, mesela şu kadar:

Tek taraflı ahkâm, ahkâmların en güzeli. Neymiş efendim, “ben kendi öğrencilik hayatım boyunca bir kez bile yaz okulundan ders almadım”lar, “4 ayda normal iklim koşullarında öğrenilemeyen esaslı teoriler, güneşin alnında iki katı yoğunlukta nasıl öğrenilir!”ler de lar lar… Öyle olmuyor işte, çocuklar ders geçmek istiyorlar, mezun olmak istiyorlar, onların önceliği farklı, onların zaten halihazırda biz dokunmasak bile 10bin derdi var. Poffff!… (bu arada tırnak içindeki itici breh breh!.. düşünceler gerçekten de benim konu üzerindeki samimi görüşlerimdir, ama iki tarafın bambaşka öncelikleri olduğu, koyunun can, kasabın et derdinde olduğunun da tamamıyla farkındayım — bu yazı da zaten o farkındalığın dayanılmaz ağırlığı altında vuku buluyor zaten).

Ne yaptık? Ne oldu? İki gün uğraştık, umut verdik, umutlandık, gittik yine duvara tosladık (bu duvarın içinde sonuçta ben de tuğlalık görevimi yapıyorum, hiç merak etmeyin — buraya ağlak ağlak yazınca kendimi redeem filan ediyor değilim).

Şimdi bir seviye daha karartalım ortamı: Durum, taraflar, böyle bir tarafta fakir, dürüst, namuslu, alnının teriyle çalışan, ekmeğini bileğinin hakkıyla aslanın ağzından koparıp getiren vesaire vesaire, diğerinde göbekli şişko kel papyonlu pipo içen, has oğlanı adamlarına dövdürten zengin fabrikatör durumları değil. Öyle siyah-beyaz olsa(k) sorun yok zaten. Sorun grilikte. Amma yakındım ama hakikaten öyle: pek haz etmediğim bir kedi var misal, ama canla başla kedilik yapıyor, gözümle görüyorum; sonra bir başka balık var, soğuk, kalpsiz diye düşünüyorum, bir sürü iyiliğini görüyorum. Öbür tarafta da öyle: bir dolu şey duyuyorsunuz, şahit oluyorsunuz, bizzat diğer karıncalar whatsapp mesajını çıkarıp gösteriyorlar: siz biraz faydam dokunsun diye uğraşırken, size o ricada bulunmuş ya da bambaşka alakasız biri, arkadaşı olan arılara “Emre Hoca’yı kafaladım, başka isteğiniz varsa bildirin, onları da halledeyim” şeklinde mesaj atabiliyor, daha böyle bir sürü (hakikaten bir sürü, en basitinden söylemek gerekirse bir önceki örnek bir değil, iki kere gerçekleşen bir olaydı) şeyler de dönebiliyor.

İspanya’da fark etmiştim, sonu benim açımdan çok da iyi bir kazanım olmuştu: Mois ile Manu’nun gözünden hiçbir şey kaçmaz, hakikaten her şeyi anlar, kavrarlar. Benim ne kadar başarılı olduğunu düşündüğüm konuşmacıların ne kadar kofti olduğunu seminer sonlarında sordukları iki soruyla kaç kere ifşa ettiklerini ben bilmem. Hal böyle olunca, bana karşı sonsuz hoşgörüleri ve takdirleri benim kendime olan güvenimi (Dee okusa “uzun uzun tamlamalar kuracağına ‘özgüven’ yazıverseydin ya gülüm!” der şimdi 8) zirveye yerleştirmiş idi.

(Ne demeye çalışıyordum kendimi övmek dışında?…) Hah, tamam, yani böyle de bir sevgi var, yani bir insanı (karıncayı), olduğu şekliyle sevebilmek, takdir edebilmek. Gençlik pûr bir şey değil, yanında bir dolu çelişkisiyle geliyor. Başta da dediğim üzere, sizin emekli albay kıvamında kestiğiniz ahkâmların haklılığına gelinceye kadar bin türlü derdi var zaten çocukların. İyiler, çok iyiler, siz onlara bir adım atınca onlar size on adım atıyorlar.

Kasvetli başladığım bu yazının sonunda kendimi yine gaza getirebilmiş durumdayım, yarın bir daha bakayım bakalım (ama yine de: daha o günün akşamında durumu konuştuğunuz bir kaplan nasıl olur da kendisine araştırıp, hesaplayıp, detaylıca gönderdiğiniz, ricada bulunduğunuz bir+bir mail’inize bir kelime karşılık dahi yazmaz? Ne olur dersin kırlangıçlara / geç geldiklerinde okula? Kaç yaşında kasım ayı? Neyin hesabını ödüyor sonbahar / onca sarı banknotla? Nasıl paylaşıyorlar güneşi dostça / portakal ağacında portakallar? Neden güler ki karpuz ansızın bağrına saplanınca bir bıçak? Dört, herkes için dört mü? /Eşit mi bütün yediler? Neden soyunur ağaçlar / beklemek için karı? (– italikleri soran Pablo Neruda))

Herkesin bir doğrusu var ama bazen inatın baskın çıktığı da oluyor. (bu son yazdığım konudan bağımsız, genel bir gözlem)

aman, neyse.

“Interlude (“ara” diye okunur…)” için 5 yorum

  1. Bu sabah, üstteki girişi yaparken oluşan motivasyonla tekrardan ilgili hocanın yanına gittim, durumu anlattım, sağolsun anlayışla karşıladı, bölüm başkanımız anlayışla karşıladı, açılacak dersin yerine kapanacak olan ders yüzünden zor durumda kalacak olan öğrenciler anlayışla karşıladı, son dakika intrusion’ı çıkarttığım öğrenci işleri anlayışla karşıladı, her şey iyi gibi gidiyordu, akşama rektörlük üzerinden dekanlık bir override ile kontra’ya geçti, du’bi’bakalım, bindik bir alamete… hayırlısı, hayırlısı… Sizinle görüşelim Ruhi Bey
    Vaktim yok, vaktim yok
    Ruhi Bey, görüşelim
    Vaktim yok görüşmeye kimseyle
    Ruhi Bey
    Kendimle bile, kendimle bile.
    (Olmaz ki, kimse kimseyi sevemez
    ama hiç kimse)

    1. Büyük ihtimalle oldu, ama hala kesinleşmiş değil. Ama hakikaten kazananı olmuyor bu işlerin kraliçem.

      Morrissey ile Siouxie’nin böyle bir şarkıları vardı yaw… Ama öyle zorlayıcı bir kelime ki, şarkıyı acaip zorlama yapıyor malesef:
      Interlude by Morrissey & Siouxsie

    1. Cuma akşamı itibarı ile sanıyorum kesinleşti. Yakınacak bir dolu şey var ama hala kraliçem, öğrenci olmak zorrrrr… Hakikaten zor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir