Karacaoğlan

Bu aralar giderek daha aklıma yatıyor erkeklerin söylediği bütün şarkıların/türkülerin aşka dair olması gerektiği. Bizim evin karşısındaki ağaçlıkta bir kuş var, her sabah ötüyor da ötüyor, hiç karşılık almadı geldiğimizden bu yana geçen 2 ay boyunca. Erkeğin (disclaimer: heteroseksüel / kadınları etkileme – bence yönelimin yönü önemli (Çince’de kadın “女” (nü), erkek ise “男” (nan) karakterleri ile gösteriliyor (bkz. hem okunuş hem yazım!). Rönesansta olsun, başka zamanlarda olsun, kadın estetikliğiyle, arzu nesnesi olarak dominant şekilde giriyor eserlere) ama size uymuyorsa tabii ki siz nasıl dilerseniz öyle yorumlayın / ben doğayı baz alıyorum, erkek: tüylü/yeleli/kıllı/süslü tavuskuşu, dişiyi etkilemeye çalışan, öten, dans eden, dişinin kuyruk tüyleri uğruna kendisini maymuna çeviren cins, şimdi ben de Rowling gibi patlarmışım! 8) sanattaki tüm amacı bu olmalı, örneğin:

Kadehinde zehir olsa, ben içerim bana getir
Dudakların mühür olsa, ben açarım bana getir
Ağladığın geceleri, kalbindeki acıları
Çekinmeden bana getir, sen tükenme beni bitir

Aşk bağının gülü ol da, dikenini bana batır
Bakma canım yandığına, sorma benim halim nedir
Ağladığın geceleri, kalbindeki acıları
Çekinmeden bana getir, sen tükenme beni bitir

Hikmet Münir Ebcioğlu (Fecri Ebcioğlu’nun nesi oluyor acaba?)

Ahh, ah, eskiden bir tsm.fisek.org.tr vardı HT hanımefendisinin, bir zamanlar gençtik bizler de (Madonna’nın Confessions on a dance floor‘u çıkalı 20 sene olmuş! Time goes by… so slowly???) Karacaoğlan’ın arada “sosyal içerikli” yazdığı şiirler olsa da, arkadaşın niyeti genel olarak gayet açık, kılavuz istemeyen türden, bu yüzden takdir ediyorum, hatta:

Değirmenden geldim beygirim yüklü
Şu kızı görenin del’olur aklı
On beş yaşında kırk beş belikli
Bir kız bana emmi dedi neyleyim

Karacaoğlan

Gençler dünyayı kurtarmakla uğraşmamalılar bence: gençler aşık olmalılar, aşk acısı çekip kavuşmalılar. “Birbirimizi sevmeli, sonra ölmeliyiz” diyen Auden’ın aksine, ölüp ardından dirilmeliler, Karacaoğlan’ın da demiş olduğu gibi (Neşet Ertaş olamadı ne yazık ki hiç bende… çok büyük kayıbım, ayıbımdır): sevsem öldürürler, sevmesem öldüm.

Bir çift güzel geçti bağlardan ağrı
Daramış zülfünü vermiş tımarı
Ak göğsün arası zemzem pınarı
İçsem öldürürler içmesem öldüm

Başına vurunmuş kadife fesi
Uğrun uğrun çektiğim yarin yası
Bacaya koymuştur demir kafesi
Baksam öldürürler bakmasam öldüm

Karac’oğlan der ki kendim öğmeyim
Coşkun sular gibi bendim döğmeyim
Güzel sevme derler nasıl sevmeyim
Sevsem öldürürler sevmesem öldüm

Karacaoğlan

“Divan edebiyatında Farsça ve Arapça’dan yoğun şekilde alınmış kelimelerle ağır bir dil kullanılırken, halk edebiyatında neredeyse öz, duru bir Türkçe kullanılmıştır.” gibi bir şeyler denirdi, değil mi, lisedeki Türk Dili ve Edebiyatı derslerinde, sanki ilki tu-kaka, ikincisi alkışlık bir şeymiş gibi, halbuki ne o, ne o idi, ikisinde de bir tercih sözkonusu değildi, biri göklerde uçan, diğeri ormanlarda koşan iki apayrı cins hayvandı kendi gerçekliklerinde güzel, muhteşem (ha, ben divancıyımdır, onu da söyleyeyim ;).

Ne diyecektim, sanırım dedim ama biraz daha diyeyim: Karacaoğlan, Emrah, Köroğlu, hele de kurgusal bir karakter olarak örneğin Kerem ile Aslı’nın Kerem’i gencecik delikanlılardı. Aşk en başta gelen dertleri idi. İnşallah bütün gençlerin en büyük derdi aşk olur. Gençlikte çekilen acılar (aşk acıları tabii ki kast ettiğim) ilerki yıllarda güzel anılara dönüşüyor, inanılmaz ama gerçek…

Bir ahkâm bombardımanın daha sonuna geldik. Ne demiş CS Efendi? Seviş yolcu. Büyük sözler söyle ve ayrıl. Uçurumlar birleştirir yüksek tepeleri. (ya da onun gibi bir şey, ezberden yazdım şimdi).

Dayanamadım, haydi bir tane de divândan alıntılayayım gider ayak:

İlm kesbiyle pâye-i rif’at
Arzû-yı muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak

(İlimle yüksek yerlere erişmek ancak hayal imiş
Evrende ne varsa aşk; ilim ise ancak kuru bir dedikodu imiş)

Fuzuli

Adaşımla kapatayım bu girişi:

Ya rab bu ne derttir derman bulunmaz
Benim garip gönlüm aşktan usanmaz
Âşık ki cana kaldı aşık olmaz
Cânın terketmeyen, ma’şukun bulmaz

Âşk pazarıdır bu canlar satılır
Satarım canımı kimseler almaz
Âşık, bir kişidir, bu dünya malın
Ahiret korkusun bir pula saymaz

Bu dünya ol ahiretten içeri
Âşıkın yeri var kimseler bilmez
Yunus öldü diye sela verirler
Ölen beden imiş, âşıklar ölmez

Yunus Emre
meraba güsel kıs… yuvama hoşgeldin, şimdi sana şarkımı söyleyeceğim… garrrrgggurrrrlllll…!

Tavsiye: Bu aralar okuyacak bir şey arıyorsanız, Kerem ile Aslı’yı okumanızı çok ama çok tavsiye ederim (ben İş Bankası Yayınları’nınkini okumuştum, iki versiyonu da ayrı ayrı güzeldi…)

Derin bir nefes…

(Cihanda, Muhibbi’den ödünç aldım ya habibi beybi beybs! 😉

Rahat günler (çok şükür). Ece sınava gireli bir ay olacak (20 gün olmak üzere), rahat bir nefes aldık, rahatladık, kazasız belasız geçti (çok şükür). Finaller bitti, bütünlemeler bitti bitecek, okundu onlarca kağıt (Terziler geldiler. Durgunluktu o dökük saçık giyindikleri / Yarım kalmışlardı. Tamamlanmadılar. Toplu odalarını sevdiler. / Ölümü hüzünle geçmişlerdi, ateşe tapardılar. / Kent eşiklerindeydi, ağlayışını duydular / Kestiler, biçtiler, dikmediler ve gitmediler, / iğnelerine iplik geçirip beklediler – Turgut Uyar, “Terziler Geldiler“den detay…) Ne zamandır yazılmayı bekleyen çalışmaların makaleleri yazıldı, bas çaldım, çalıyorum, bas güzel.

Kitaplar okudum, filmler seyrettim, oyunlar oynadım, müzikler dinledim. Güzel bir hayat. Keşif grubu: Seyyah – buradan keşfettim (Bulut Gelir / Ethno Catalonia), buradan bayıldım (Elindedir Bağlama / Seyyah), hatta burada oynatayım:

Okumaya devam et “Derin bir nefes…”

Ölülerle konuşmak…

Bu aralar yine çizgi romanlara sardım (deli hasretinle ben / öylece kalakaldım). Geçen sene Eray dikkatimi çekmişti, TMNT: The Last Ronin‘e – o zaman indirmiştim, öylece duruyordu. Ece, iki yılın ardından kayıp iPad’i bulunca, güzel de bir çizgi roman uygulaması keşfedince (Chunky Comic Book Reader – başta iyi olduğunu bildiğimden değil, iPad’in bendeki versiyonuna yüklenmeyi kabul eden tek çizgi roman uygulaması olduğu için  indirmiştim bu arada 8), çizgi roman festivali başladı: ısınma turu olarak arşivimdeki John Constantine: HellBlazer’lardan başladım, bir 60-70 tane, az çok hatırladığım. Sonra onun bir bölümünde (#60 – Nativity Infernal) bir melekle succubus birbirlerine aşık olup, bebekleri oluyor — bu da bana ne zamandır arka planda beklettiğim Saga‘yı hatırlatınca, vaktin geldiğine hükmedip, ona başladım (3 kitapta toplanmış durumda).

TMNT The Last Ronin
TMNT – The Last Ronin, Michelangelo ve “diğerleri”

John Constantine: Hellblazer #60 – Guys and Dolls Part 2: Nativity Infernal (bu sayının kapağı da süperdir)

Saga #1

Saga beni benden aldı götürdü, çok ama çok güzeldi, -biraz ayıp olacak ama- fabl tadındaydı, temiz (saf), siyah-beyaz olmayan (mutlak iyi / mutlak kötü anlamında) güzel bir masaldı 1. kitap (1: 1-18 | 2: 19-36 | 3: 37-54. fasiküllerden mürekkep). Ama sonra ne yazık ki 2. ve daha da fenası 3. kitapla devam etti… 8(

Saga bitince, ağzımın tadını (palate şekerim) düzeltmek için Scott Pilgrim’lere başladım, filmi gibi güzeldi, benzer yanları da güzel gitti, farklı yanları da – filmi bu arada daha iyi kotarılamazdı. Filmi seyrederken çizgi romanın, çizgi romanı okurken de filmin hakkını verdiriyor.

Bitti mi? Neredeyse… Villeneuve’ün Dune’unun gazıyla Jodorowski & Moebius’un The Incal’ına devam ettim. Bitti ama ben de bittim, bazı şeyler 80lerde kalmalı.

Biraz (duygusal yoğunluğa dayanamayıncaya değin) Ken Parker (Alaska) sonra TMNT: The Last Ronin, nihayet. Çizgiyi geçerseniz TMNT hakkında spoiler geliyor (ilk 5 sayfada öğrendiğiniz bir şey) ama bence değer. 😉

Okumaya devam et “Ölülerle konuşmak…”

Anders Thomas Jensen, Yasujiro Ozu (+ Kaurismaki), Cemal Süreya (+ Flaubert)

Anders Thomas Jensen’i 2008 yılnda sevgili Brian’ın önerisiyle “Adam’s Aebler” filmiyle tanıyıp, sonrasında külliyatıyla iyice sevmiştik. En son(dan bir önce), haberini alıp, heyecanla beklediğimiz “Men & Chicken” çok fena fos çıkınca büyük hayalkırıklığına uğramıştık. O nedenle geçen sene “Riders of Justice“ın haberini alınca çok da heyecanlanmayıp, temkinli yaklaşalım dedik. Film iyi çıktı neyse ki. Öyle müthiş yeni bir film değil, bir silkinip kendine gelme filmiydi çokça. Biraz Adam’s Aebler, bolca Flickering Lights, üzerine In China They Eat Dogs serpilmiş (akla Jar Jar Abrams’ın “The Force Awakens”ında yaptığı “sakata gelmeyeyim, garanti olsun, eski filmlerden apartıp film diye süreyim” mantığıyla yaptığı fan service gelmesin — onun aksine, Riders of Justice eli yüzü düzgün, tutarlı bir film olmuştu). Filmin hemen başında “Riders of Justice”ın bizim egzantrik karakterlerden kurulu motley crew değil de, bizatihi hedefleri olması güzel bir detaydı, aklıma vaktiyle Cemal Süreya’dan okuduğumu hatırladığım Madam Bovary saptaması geldi: Madam Bovary kitabı bir Madam Bovary’den bahsedilerek başlasa da, aslında orada bahsi geçen Madam Bovary “bizim” Emma Bovary değildir, böyle bir küçük twist vardır — keza Er Ryan’ı Kurtarmak filminin (epey küçük spoiler incoming)

Okumaya devam et “Anders Thomas Jensen, Yasujiro Ozu (+ Kaurismaki), Cemal Süreya (+ Flaubert)”