Ben dün ve bugün laynıks the cat the wonderful wonderful cat

Kendi başıma, enternetten gayrı kimseciklere danışmadan sormadan parnakla dürtmeden

  • Linaks yükledim (Fedora 8)
  • Ndiswrapper yükledim, kablosuzu tanıttım
  • Ati’nin sürücüsünü yükledim
  • Root bile olsam verdiğim komutları path’de bulamıyordu (/sbin, /usr/sbin) onları ekledim path’e (ve “su -“deki (-)’nin anlamını öğrendim sonunda (Barış 40 kere söylemişti ama insan ihtiyaç duymayınca öğrenmiyor)
  • PPP over Internet bağlantı kurdum, kurabildim, kıvançlıyım
  • Sonra Network Manager, Add/Remove Software kardeşleri keşfettim 8)
  • Amarok kurdum, bin tane program kurdum ve dahi Amarok’ta mp3 çalmayı bile başardım! (En çok bu uğraştırmıştı)
  • Windows ve Fedora Thunderbird’leri aynı klasörden okuyorlar mailleri
  • Windows’dan Soft Access Point yardımıyla yayın yapıp
    Linux’tan bağlanabildim
  • …ve daha bir dolu şey.

    Gelelim niye Pardus olmadığına… gelmeyelim. Belki daha güzel bir dünyada.. Aklımdan Fedora’yı değil de, aslında Debian’ı geçiriyordum amma velakin tüm cemaatin… Fedora’yı sevenleri büyük ihtimalle sevmem herhalde. Bana açılışta sordu, “Ne amaçla kullanacaksın?” 3 seçenek var : Ofis/Mofis, Kod Geliştirici/Mod Meliştirici, Sunucu/Munucu. Ben de bütün saflığımla 1 ile 3 dedim, bir güzel kuruldu, e hani gcc nerede? command not found mu ne! poffidi poff 8) Sonrasında 1,2,3 dedim, oldu, zaten üzerine bir deli dolu şey ekledim yüklenince. Bu arada Amarok MySQL desteği ile geliyor, zaten canavardı, şimdi cancanavar olmuş. Organize işler bunlar.

Psych

Psych 2006Bu aralar, dizisizlik başımıza vurdukça Psych’a daha bir abanır olduk (Kadir Abanır). Çok bir şey bekletmediğinden, ziyadesiyle sizi yere yatırabiliyor. Ayrıca bunda da asıl abi (Shawn) en iyi arkadaşınız olmasını isteyebileceğiniz bir insan değil (diğeri için bkz. House). Kankası Gus süper “zenci” esprileri geliştirebiliyor, mimikleri de tam stereotip (misal Cosby göndermeleri, bronzlaşma merkezi, michael jackson – thriller). Scrubs’ın Turkleton’inin sorumluluk sahibi olanı (ayrıca pek çok kereler Zaff Brachs’ın ne kadar da başarılı şekilde Shawn’ın yerine geçebileceğini düşünmeden edemedim). Bize 201’de Tears For Fears ve MJ yaptılar (201 hakikaten çok komikti bu arada). Pilot bölümünde de House’dan Cut Throat Bitch çıkıyor karşımıza, ah bir de tabii SG-1’in komutanı da var o pilot bölümde. Neyse. Psych.

Hamiş: Sonradan aklıma geldi, olur da “bir arkadaşınız” (yok, biliyorum, siz yapmazsınız öyle bir terbiyesizlik 8) dalga geçerse 80’ler, Tears For Fears filan… O ne öyle filan diye, önce TFF’ın “Mad World”ünü dinletin, sonra da yüzündeki o aşağılayıcı tebessümü aynı şarkının Gary Jules yorumuyla ebediyen silip, arkanızda sakladığınız odunu ortama tanıştırın (introduce the zopa you have been hiding behind to the environment). Duyan kulaklara o kadar ayrıştırılmış versiyon kör parmak göze. (Breh breh bana breh breh sana)

Günün bağlantısı, günün kesintisi, email eposta elol eloy

Günün bağlantısı : http://www.ex-parrot.com/~pete/ Yani öyle ahım şahım bir site değil ama tam da bu yüzden kazanıyor puanlarını. Mesela bkz: http://www.ex-parrot.com/~pete/upside-down-ternet.html

Günün kesintisi : e-posta sunucum. Benim değil, okulun. Aslında okulunki de çalışıyor ama benim maillerimi otomatik olarak bir başka server’a fwd ederkene, o bir başka yer kapatılmış, ama buranın bilgi işlemi o kadar ama o kadar ama o kadar ama o kadar kötü ve un-yetkinki, dün akşamdan itibaren tudelft adresimdeki mailleri alamıyorum, bounce etmiyorlar ve akıbetleri hakkında bir bilgim yok.

email : odtü’deki adresim ya da daha da iyisi: adiminilkharfitasci@fisek.com.tr
eposta : bakiniz yukariya
elol : lol!
eloy : patron sever bunu ben hiç hazzetmem. İdris’im de severdi, İdris’e ne oldu?

Emir Demir’i kes!.. ya da dün geceki rüyam.

28 Eylül 2005 itibarıyla, yine buradan seslenmişim, “ben sui’yi özledim” diye. Büyük ihtimalle dünkü Culture girişimden ötürü (ben daha Culture’a pepe derken, Sui olayı yemiş bitirmiş idi..), adama özlemim yine depreşti ve buyurunuz dün geceki rüyam: (PG-13)

Yine Hollanda’ya gelmişim ama TUDelft’e değil de, meğerse burada ODTÜ’nün şubesi varmış (tıpkı KKTC’deki gibi) ve küçükmüş ve de fena halde, şimdi kendimize mesken tuttuğumuz Huis Portugal’a benziyormuş.

Rüya güzel ve mutlu ediciydi, şu vaktiyle yazdığım “Güneş Tecelli Ediyor”un -aslında pek de mutlu olmayan- sonu gibi (ki o zamanlar Brazil‘i seyretmişliğim de yoktu), ya da öbür hikayemin hakikaten de mutlu biten sonu gibiydi, hangi birini saysam (hatırladıklarımı?):

Bir kere bizim bölümdü, yani fizikti. Elif (Yurdanur)’u görüp, sevindiğimi hatırlıyorum. Ardından hoş-beş için arkadaşlarla oturduğumuzda, nargile olduğunu ve tütününü de Tömbeki’deki Nevzat Bey’in (hayali) kardeşi “Kılıç”ın bizzat getirdiğini öğreniyorum (ki nargile, şu anda Türkiye’de en çok özlediğim şeylerin başında geliyor). Bakayım, başka… Hah, kargocu/postacı bir oğlan geliyor, bana birkaç mektup getirmiş, o mektupları çıkartırken, çantasına bir göz atıyorum, bir de ne göreyim! Çok çok sevdiğim eskilerden bir edebiyat dergisi olan -yine- Hişt!‘in hiç görmediğim sayıları var! Rica ediyorum, bak postacı da “tabii,” diyor, “sahibi yok zaten bunların. Yalnız şu eklerini alayım, bakmak istiyorum..” diyor (ek de “Kına” ekiymiş). Çantada -yine- Hişt!’in yanısıra, Mehmet Batur’un dergilere gönderdiği yazıları var (el yazılarından ve üzerine yazılmış olduğu teksir kağıtlarından tanıyorum)… İşte böyle çok seviniyor, çok seviniyorum… Sonra, tekrar içeri giriyorum ve holde Emir’le karşılaşıyorum, ay ne seviniyorum ne seviniyorum! Böyle bir şeyler işte. Güzel uyandım sonrasında, Ece hala uyuyordu.


(Bu, “Güneş Tecelli Ediyor. Başıma, başıma, başıma”nın başı ve sonu / 11 Kasım 1997 bu arada..)

Güneş tecelli ediyor: başıma, başıma, başıma.

“Bir beyin kanaması vakasında ilk ve son görülen şeyler tamamıyla hallüsinasyondur.” demişti doktorum bana. Bir ay kadar önce.

(…)

Ergin bu dünyada, Güneş o dünyada. İkisi de çok yakın arkadaşlarımdılar.

“Yoksa?” dedim, tabii ya, niye düşünememiştim, hemen kapıya koştum, kapıyı açtığımda onu, Güneş’i orada bulacağımı biliyordum, utanıyordu tabii kapıyı çalmaya, aramızda geçen onca şeyden sonra. Açtım. Sarı saçlarını gördüm. Hemen gözlerine baktım, o masmavi gözler, sarıldım Güneş’e, içim ısındı, Çiğdem’i bile unuttum bir ara. Beni affedecek misin, dedim, unuttum bile, dedi. Oysa biliyorum ki affeder ama unutmaz, bunu söyledim ona, sonra beraber güldük halimize, tıpkı eski günlerdeki gibi. Sonra konuşmaya başladık, Güneş bana son maceralarını anlattı, güya şehirden şehire dolaşan bir kumpanyaya girmiş, ne kadar saçma, bu bir rüya olmasa kesinlikle inanmam, orada gitar çalıyormuş, o kadar kötü gitar çalan biri için bir mucize bu! Anlatayım, Güneş’in müziğe hiç kabiliyeti yoktur, o aslında ressamdır, harika resimler yapar, benim de resmimi yapmıştı bir kere, hâlâ saklarım, dolabımın alt gözünde saklarım.

Kapı çalındı, bakındım, Güneş yoktu, hiç gelmemişti, herşeyi ben uydurmuştum.

Kapıyı açtım. Çiğdem sandım önce, ama değilmiş, geleni hiç tanımıyordum, “Ben,” dedi, “nişanı bozuyorum.”, bunu dedikten sonra da parmağından çıkardığı yüzüğü kafama fırlattı! Şaşırdım, anlamadım, bir şeyler söylememe fırsat vermeden çekti gitti, yüzüğün içinde benden sevgiler yazılmıştı… KAHRETSİN! Bu benim el yazımdı. Ben kimdim, o kız kimdi. Koltuğa çöktüm, Ergin’e baktım, sonra sahile gidip deniz kenarında yürümeye başladık, bir kapının önüne geldik, Ergin kapıyı gösterdi, açmaya korkuyordum, açamadım. Arkama döndüm, Ergin’in kapıyı açışını duydum, sonra boynumda bir sıcaklık. Güneş gelmişti galiba en sonunda, tam başımda duyuyordum onu, gelmişti demek!

O sırada öldüm. Belki de çok önce.


Bu da diğer bahsettiğim hikayenin ta kendisi. Adı “Sürpriz” imiş. Aynen yaşanmıştır, çok yaşa Patron, çok yaşa FCH!..

Sun 25-07-99, 22:26:12

Sürpriz.

Oğuz 24 yaşındaydı ve yalnızdı, canı sıkılıyordu, çok. Bir arkadaşının şirketinde çalışıyordu, sayfa tasarımı. Ve bir sevgilisi vardı, sevdiği, herşeyi. Günler geçmek bilmiyordu, uzun, çelikten. Sevgilisini özlüyordu Oğuz, günler geçmek bilmiyordu, bir arkadaşının şirketinde çalışıyor, yalnızlığından canı çok sıkılıyordu.

Sevgilisi bir başka şehirdeydi, uzak. Arkadaşları da, onlar da uzak, onlar da uzak… uzak. Başka hiçbir şey. İşleri bitmek üzereydi ve gün. Güneş, ötedeki tepelerin ardından doğalı saatler- seneler olmuş- gibiydi. Ve yalnızdı, tek başına suskunluk.

Telefon çalıyor. İşinde çalıştığı arkadaşının gelmesine daha günler var, biliyor. Telefon çalıyor. Sevdiği uzak. Telefon çalıyor. Açsa mı? Telefon. Nasıl olsa telesekreter. Telefon. Gene de yalnızlık hükmünde, yükselen. Çalıyor.

Arkadaşı dönmüş, ne güzel. Onu karşılamaya gitse (servis arabası – minibüs yolun diğer tarafında, durmuş. Bekliyor.). Merhaba. Sıcak bir gün. Çantalar aracın içinde ve minibüs. Beş kişi- biri şöför. Gazete okuyucuları. Arka koltuk. Üç kişi orada, beşin biri şöför, bir de şöförün yanı. Sıcak bir gün. Diğer şehirdeki herkes. Kimse yok.

Çantalara uzanıyor. Oğuz. Adı bu. Sıkılıyor. Neden? Bilinmiyor. Yetersiz veri ama sonuç. Çantalara uzanıyor.

Derken gülmeler işitiliyor aracın içinden… Arkadaki üç kişi, şu gazete okuyanlar hani, onları saklayan gazetleri neşeyle indiriyorlar: Oğuz’un diğer şehirdeki arkadaşları! Hepsi burada, herşey ne güzel! Şöför de tanıdık gelmeye başlıyor, derken, yıllardır görmediği başka bir arkadaş! Güneş tepede, her yer yeşil, her yer çimenler, çocuklar parkta koşuşuyorlar, herkes neşeli. Bir sevinç dalgası geliyor, vuruyor Oğuz’u, yüzüne sonsuz bir tebessüm yayılıyor. Hepsi araçtan inip sarılıyorlar birbirlerine. Tüm şehir, o şehri var eden bütün insanlar gelmişler işte, araçtan iniyorlar. Oğuz, neşeyle sarılıyor onlara… Güneş daha da bir parıldıyor şimdi. Sıcak, sımsıcak bir yaz.