80’ler iyi bir şey değildir

(ama yine de sevmeden edemiyorum son birkaç yıldır!)

Bunlar da öncelikli olarak Gürer Beyciğim için geliyor, zaten ilk iki referans doğrudan ondandı:

Hele de DM’i Bengü’yle seyrederken, Tarkan’ın şu sonradan ortaya çıkan, ünlü olmadan evvel düğünlerde şarkı söylerkenki videosu aklımıza geldi, 90’ların karizma oğlanları, 80’lerde meze olmuşlar, bilmek, bildirmek lazım, hudey hudey hudey!

Keywords: Dog Day Afternoon. (Selam Cesim, öyle Scarface karizması yakalamak başka, Dog Day Afternoon olmak bambaşka! 😉

nasıl bir manyak?

Bir insan düşünün, gece yatıyor, gayet normal bir gün geçirmiş, sonra aklına bir anda tarihteki Roma İmparatorları geliyor… Augustus (tamam), Tiberius (tamam), xxx???, Claudius, Nero! Ya, kimdi o xxx? Deliydi hani, gerçi bunların hepsi birbirinden deli ama bu zır deliydi, kimdi kimdi? Kalkıyor sıcak yatağından, tam da uykuya dalmak üzereydi, gidiyor iki saat bilgisayarının açılmasını bekliyor, internete bağlanıyor, çok şükür ki internet var (omniscient Wiki, o olmadı Google). Bakıyor, evet, Caligula, artık rahatça uyuyabilir (şimdi düşündüm de, sanırım o tarihte Wiki yoktu). Bu adama yazık değil mi? Bu adamın karısına yazık değil mi? Hayır, sanırsınız ki, ertesi gün Roma Tarihi’nden sınava girecek, ya da ahret suallerinin kapsadığı konularda bir revizyona gittiler. Hayır efendim. Vaktiyle Hande Hanım’ın sayesinde okuduğu I, Claudius ve Cladius, the God (Robert Graves) kitapları haricinde pek bir tanışıklığı yok. Tanışıklığı yok ama hastalık derecesine varan takıntısı var (daha önce detayı ile yazdım).

Gelelim son takıntımıza: 4-5 gün kadar evvel, şimdi tam olarak hatırlamadığım bir vesile ile, Afrikalı bir güruh olan xxx’lerin adı aklıma gelmedi. Şu xxx’ler, canım, hani Avrupa’da mı ne yaşıyorlar, alt seviye işlerde çalışıyorlar, hani neredeyse bütün paralarını takım elbiseye harcıyorlar, her haftasonu toplanıp, en şık kim yarışması yapıyorlar… Hani benim de İsveçli / Danimarkalı / Finlandiyalı yönetmen bilmemkimin çektiği belgesel ile haberim olmuştu, bildim mi, hah, tamam, işte onların adı neydi yahu?

Barış’ın pek sevdiği, hakikaten güzel bir video çevirici program var, adı ne mi, “Super”. Yani böylesine arama motorlu tabanlı bir dünyada, bir insan nasıl böyle bir isim verebilir ürününe?! Bu nereden mi geldi aklıma? Arama motoruna African yazıyorsunuz, documentary yazıyorsunuz, bir de suit, sonra seyreyliyorsunuz gümbürtüyü!…

(Bu arada) Cevap: Danimarka, Jeppe Ronde, “The Swenkas”, burası mesela. Bu arada, onu ararken, bir de buna rastladım: Manufacturing Dissent, acaip hayvani ve iyi göründü gözüme ama daha pençelerimi geçiremedim (tabii Swenkas’a da ulaşmış değilim, ilgilenen olursa YouTube’de trailer’ı var)


Encounters‘dan alıntılıyorum:

Manufacturing Dissent
Canada 2007 74min
Dirs: Debbie Melnyck & Rick Caine

Poking cameras into the faces of prominent politicians, CEOs and average citizens is the hallmark of Michael Moore’s documentary style. In the name of guerrilla journalism, its all fun and games until someone does the same thing to you.

Attempting to isolate fact from fiction, and legend from ego, this intelligent, intriguing and revelling exposé trains the camera on Michael Moore, the world’s most notorious, intentionally caustic, documentary filmmaker. Whilst tagging along on the promotional junket for Fahrenheit 9/11 and the ‘Slacker Uprising Tour’, Melnyck and Caine delve deep into the politically charged climate that jettisoned Moore to fame, unveil the extent of deliberate factual manipulation in his films, meet and interview Moore’s friends and adversaries alike, and explore his growing influence.

günün meyveleri

Kumquat : Çok güzel. Kabuklarıyla yenen portakal gibi, portakal reçeli gibi, ferahlık ama öyle çok ekşi değil, tam kıvamında gibi, kekin üzerine rendelenen portakal kabukları gibi.

Passiflora : Güzel sayılır ama onsuz da yaşanır. Meyve değil de, hayvan gibi, ıstakoz mesela. Soyması pek hoş bir duygu değil, içindeki etli bölgeye dokunmak da. Kokusu baygın mayhoş, pek hoş değil. Tadı meyve suları gibi, bir de yedikten sonra ağızla “hoh!” yapınca güzel oluyor.

Papaya : Öygh! Avakado gibi ama bu meyve rolü yapıyor, o yüzden daha da kötü! Pütü pütü pütü!

Mango : Mango favorim. Havucun meyve hali gibi, güzel çok, hele o muhabbet kuşlarının mürekkep balığı kemiği çekirdeğinin etrafını şöyle dişle sıyırması yok mu! Ah mango vah mango, iyi ki varsın mango! 8)

dizilerde talim var, bahriyeli yarim var…

Efendim, malumunuz, pek çok dizi, gerek yılbaşı yaklaşıyor diye olağan ara döneme girdi, gerekse de süregiden yazarlar grevinden ötürü, ama öyle ama böyle, fena halde sekteye uğradı.

Hal böyle olunca, favori dizilerimizden “Scrubs”, “How I Met Your Mother”, “My Name is Earl”, “House, M.D.” stoklarımızı bitirdik, hatta, ayıptır söylemesi, bu kışta kıyamette, olanaksızlıklardan ötürü, -Hande Hanım duymasın ammavelakin- Pushing Daisies’in bile yeni bölümlerini mumla arar olduk (bu arada, H.T. kabul etmesin istediği kadar fekat PD son 4 bölümdür filan fena halde Gilmore Girls havası taşıyor bütün o kelime oyunları, o iki kelimenin sırasını değiştirip, farklı bir anlam oluşturup, öyle karşılık vermelerle filan, ha, bir de tabii dizilerde pek rastlamaya alışık olmadığımız Olive vakası var, kötü olmayan, kötülük yapmayan sadece acı çeken 3. kadın rolüyle).

Neyse, geçen gün yine sıkıntıdaydık, Amazon’a sordum, “ben House’u seviyorum, benim gibi House’u sevenler başka neler izliyorlar?” diye, o da bana tuttu, 4 dizi önerdi: Bones, Huff, Monk ile Psych. Wiki’den inceledim dizileri, içlerinden bir tek Monk’u biliyordum önceden ama onu da seyretmişliğim yoktu. Neyse, netten sadece Psych’ın bölümlerini bulabildim, gerçi onlar da Almanca ve uygun altyazı bulunamıyor, bir garip senkronizasyon yapmış Hanslar.

Hangi dizi olursa olsun, bıdı bıdı konuşurum, sıklıkla akışı durdurup bidi bidi bir şeyler söylerim, işte twistleri tahmin ederim filan falan, ama tutar ama tutmaz ama o bır bır daimdir her zaman. Örnek vermek gerekirse, hani Lost’ta, Sawyer’ın şu kadıncağızı dolandırdığı bölüm vardı ya, işte orada benim tahminimce olması gereken, o teyzenin de aslında Sawyer’a bir kazık atacağıydı (bu tür dolandırıcılı filmleri seviyorsanız, popülerlerden Matchstick Men (Scott:2003)‘i ama asıl olarak pek de popüler olmayan bir film olan House of Games (Mamet:1987)‘i tavsiye ederim), ya da How I Met Your Mother’da Barney’nin şu jimnastik salonlu bölümde, filmin sonundaki zaferinin sebebinin aslında kendi yeteneği değil de, Ted’in ilgili teyzeye vermiş olduğu bir söz (tıpkı vaktiyle Barney’nin kardeşinin yaptığı gibi) olacağını düşünmüştüm. Böyle bir şey işte. Psych’da da benzer yollardan gidiliyor: karakter, küçük ipuçlarından hikaye yazıyor ve işin komiği bunu gizemli bir şeymiş gibi sunmak zorunda, komik ve ilginçti. Seyretmeye çalışacağız… Bones pek ilgimi çekmedi, CSI olaylarını sevmiyorum, Huff iyi olabilirmiş, iptal edilmeseymiş… Dün sevgili Patronumla yazıştık bu konularda, o da bana Life‘ı önerdi, ben de The Singing Detective‘i söyleyeyim, henüz seyretmişliğim olmasa da 😉