güzel insanlar.. part deux

1.5 sene evvel, 30 ağustos’tan birkaç gün önce, sağ gözümde bir kızarıklık ve sürekli bir batma hissiyatı başlamıştı. tatile çıkacağımız için, bir baktıralım da öyle gidelim demiştik. 30 Ağustos günü hastaneler acil bölümlerinden ibaretti. biz de gazi üniversitesinin hastanesine gitmiştik, acil serviste nöbette olan mine hanım gözümle ilgilenmişti. çok tatlı bir insandı. yanlış hatırlamıyorsam korneada ufak bir çizilme olmuş. pansuman yapmıştı. birkaç gün sonra kontrole gittiğimde ona oliver sacks’in karısını şapka sanan adamını hediye etmiştik bengü’yle. gerçi, renk körleri adası sanırım konu düşünüldüğünde daha uygun düşerdi ama bence ilk kitap çok daha ilginç.

sururi tek göz - 30 Ağustos 2004

neyse, dün bengü’yle armada’da dolaşırken, paşabahçe’de bir bayanı bir yerlerden “gözüm ısırdı”, mine hanım olabileceğini düşündüm, bengü’ye sordum, o da mine hanım olabileceğini söyleyince, tanıdım.

paşabahçe’de bir şey demedim ama hemen yanındaki mudo’da da karşılaşınca, dayanamayıp sordum, “siz gazi üniversitesi’ndeki göz doktoru musunuz?” diye, o da beni hatırladı, “tatiliniz öncesinde gözünüzü muayene etmiştim, hatta bana kitap hediye etmiştiniz.” dedi. biraz toplamış, hala çok sevimli, güzel bir insan.. e tabi taraflar birbirlerini tanımayınca, konuşacak o kadar konuları da olmuyor. iyi niyetlerde bulunup vedalaştık. mudo’dan çıkmadan hasan ve ayşegül adını verdiğimiz iki bebek hediye ettik bengü ile birbirimize..


hasan & ayşegül

ben bunları yazarken Smiths’den ‘Ask Me..’ ile başlamıştım, şimdi ‘Half a Person’ çalmalarda.. dün ayrıca, Hearts in Atlantis’ten aynı isimli hikayeyi de bitirdim — sanırım içinde doğadışı olaylar, korku, gerilim olmayan ilk Stephen King. çok güzeldi, nostaljik oldum, hep bir takım “belirli zamanlar” geldi aklıma..

If you really want to put your hand there…

Hearts in Atlantis

“If you really want to put your hand there, I think you owe somebody a phone-call, don’t you?”

Carol Gerber, Hearts in Atlantis – Stephen King

Dark Tower serisini bitirdikten sonra, seriyle alakalı bir kitap olan Hearts in Atlantis‘e başladım. İlk hikaye (Low Men in Yellow Coats), Ted Brautigan’ın silahşörlerle karşılaşmadan önce yaşadığı bir olayı anlatıyordu (“I think King might have written Ted’s story, too,” she said. “Anybody want to take a guess what year that story showed up, or will show up, in the Keystone World?” “1999,” Jake said, low. “But not the part we heard. The part we didn’t hear. Ted’s Connecticut Adventure.” – Jake). Bu hikayede Ted’e 11 yaşındaki Bobby Garfield da eşlik ediyor, hatta Ted, Jake’i ilk gördüğünde onu Bobby zanneder.. Bir de Bobby’nin Carol adında bir kız arkadaşı var: Carol Gerber.. ah Carol Gerber!..

Hearts in Atlantis’te adını veren ikinci hikaye, 1960’larda Maine Üniversitesi’nde geçer. İlk hikayedeki Carol artık üniversiteye gitmektedir. Bu hikayeledeki karakterler daimi olarak Hearts oynamaktadırlar; Hearts, bizim King dediğimiz oyuna çok benzeyen bir varyant. Hatırlıyorum da, İTÜ kantininde de en çok oynanan oyundu king. Bir kere dışında -ki o bir kerenin de kendince bir hikayesi vardır: belki başka bir zaman anlatırım-, üniversitede hiç king oynamadım. Bir ara Ar-Tur’a da sıçramıştı bu king furyası, Güvercin’in gazinosunda, Gemiyatağı’nın oradaki yükseltilmiş sahilde oynadığımızı hatırlarım.

Özetle: “If you really want to put your hand there, I think you owe somebody a phone-call, don’t you?” – Carol Gerber. budur.

IBM Sucks.. Kanserojen madde..

Bundan iki yıl kadar önce bir güzel IBM Thinkpad R40’ım olmuştu (P4, 2GHz). IBM markasını özellikle seçmiştim, çünkü bana göre bilgisayarların Mercedes’i idi.. Bozulmaz, kullanabildiğin kadar kullan. Halbuki, bundan 3 sene evvel bölümde bana verilen NetVista ile nasıl cebelleştiğimi, beni kanser ettiğini, sonunda gittiği tamirden çıkamadığını, sorunun ancak servisten bana yeni bir NetVista verilmesiyle çözüldüğünü nasıl da unutmuşum! Thinkpad’im asla USB 2.0’ı göremedi ama bunun farkına çok sonra ve çok geç vardım — bir USB 2.0 aleti tanıtamadığımda! Kısa bir süre sonra ethernet adaptörü bozuldu. Tümüyle bozuldu değil tabii, bilgisayarlarla ilgili en sinir edici şey hiçbir zaman tam olarak bozulmamaları! Öyle olsa tamirciye göndermek zorunda kal, sorunun hallolsun! ama hayır, asla asla asla… biraz dürtünce biraz çalışıyor, sonra gene gidiyor, kanser kanser kanser! Bu sırada, yani ben network olayında kanserimi hayli ilerletmişken, şimdi hatırlamadığım bir sorun daha çıktı, kritik bir sorun ve servise vermek durumunda kaldım ne mutlu bana ki.. İki ay kadar evvel monitörü gitti ama tam olarak gitmedi, ekran durup dururken titremeye başlıyordu, ikinci çıkışa da görüntüyü gönderince düzeliyordu, sonra kafasına göre düzelip düzelmemeye başladı. Aynı bilgisayardan abimde de olduğundan, harddisk’leri değiştirdik, abim benim kasayı tamire gönderdi, söylediklerine göre halletmişler. Bu aralar idareten abimin laptop’ı kullanıyordum ki, guess what? network problemi gene dizboyu! ya bende bir şey var, dokunduğum bilgisayarı (hele de IBM’se) bozuyorum, ya da bu IBM sakat (ve inanın, bunu yazacağımı hiç düşünmezdim). Lenovo mudur nedir şu yeni üretici, bütün o bozuk bilgisayarlardan hayır görmesin. hep bana hep bana.. 8P

BUNLARI BİLİYORMUYDUNUZ??? ELLİBİN KİŞİYE FORVIRD EDİN

family guy the movie - what really grinds my gears

güzel arkadaşlarımdan, onların daha da güzel arkadaşlarının arkadaşlarının arkadaşlarından her gün bu minvalde onlarca spam mail alıyorum (ve dikkatinizi çekmek isterim, penisimi nasıl büyüteceğimden gerçeğine ancak bu kadar yakın olabilen rolex saatlere nasıl ulaşabileceğimi bana cömertçe bildiren, günlük ortalama 150 harbi spam’i karıştırmıyorum bu işe). O yüzden işte alternatif
Bunları…

  • Öncelikle bir klasik olarak: “dahi” anlamına gelen “de”lerin ayrı yazıldığını, “biliyormusunuz”, “biliyormuydunuz” değil, “biliyor musunuz”, ve “biliyor muydunuz” diye yazıldığını, sizin böyle ilkokul 2. sınıf Türkçenizle yazmakta olduğunuz kompozisyonlarınızın, biraz kitap okumuş etmiş kişilerin gözlerini ve kulaklarını tırmaladığını…
  • O çok sevdiğiniz MSN Messenger’ın asla ve asla paralı olmayacağını, çünkü ‘IM’ adı verilen ve ‘Anlık Mesajlaşma’ manasına gelen ‘Instant Messaging’ programları piyasasındaki rekabet ortamının paralı olan bir programın var olmasına izin vermediğini…
  • Gene o çok sevdiğiniz MSN Messenger’ın ikonu olan yeşil adamın, ne yazık ki, büyük ihtimalle her daim yeşil kalacağını, sizin keyfinize göre mavi, kırmızı ya da mor olmayacağını…
  • Her ne kadar hayır için yaptığınızı düşünseniz de, ilettiğiniz (forward ettiğiniz) mesajların hiçbir kişiye yarar sağlamadığını, değil ki 50.000, 50 milyar mesaj bile iletilse, hiçbir banka hesabına bu yöntemle katkı sağlayamayacağınızı…
  • Dünyanın büyük kısmında, epey saygıdeğer bir yeri olan ve adına TIP denen, insanların sağlığı ile ilgilenen bir bilim dalı olduğunu ve bu bilim dalının, bilimsel olmasının bir sonucu olarak çalışmalarını yıllar süren araştırmalara, bulgulara ve raporlara dayandırdığını, sonuçlarını da gene akademik yollarla duyurduğunu ve sizin bu bilgilere internet vasıtasıyla kolayla ulaşabileceğinizi, bu yüzden ‘el kremleri kanser yapıyormuş, iki gözüm önüme aksın’, ‘Küçük Paul yediği özel elma sonucunda uçmaya başladı’ türünden saçma sapan bilgilerin yanlış -ya da en azından yanlış anlaşılmış ve akabinde 500 misli abartılmış- olduğunu…
  • İnsanların büyük bir bölümünün sizinle aynı zeka düzeyinde olmadığından, mizah ve beğenilerinin sizinkilerden hayli farklı olduğunu, bu nedenle sizin bayıla bayıla baktığınız o bebek ve hayvan resimlerinin onlarda aynı duygular uyandırmayabileceğini…
  • ‘Karbon Kopya’ anlamına gelen ‘Carbon Copy’nin kısaltması olan ‘CC’nin ve ‘Saklı Karbon Kopya’ anlamına gelen ‘Blind Carbon Copy’nin kısaltması olan ‘BCC’nin birbirlerinden çok farklı olduğunu; CC kısmına yazdığınız e-posta adreslerinin ‘TO’ kısmındaki ve ‘CC’ kısmındaki diğer kimseler tarafından görülebilir olduğunu, buna karşın ‘BCC’ kısmındaki e-posta adreslerindeki kimselerin birbirlerinden bihaber olacağını…
  • Adlarına bilgisayar virüsleri ve zararlı yazılım (malicious software) denen küçük programcıkların çok büyük bir bölümünün bilgisayarınızı tarayıp, şimdiye kadar size gelen e-postalardaki e-mail adreslerini tarayıp, bu adreslere saldırı yapabilme yetilerinin bulunduğunu, bu yüzden dikkatsizce CC kısmına eklediğiniz adreslerin sahiplerini kurban durumuna soktuğunuzu…
  • Size, hiç sizin gönderdiğiniz türde (fıkra, karikatür, bebek resmi, yardım çağrısı) e-posta göndermeyen bir kimsenin aslında sizin bu postalarınızdan BIKMIŞ OLDUĞUNU fakat, yine de arkadaşınız olduğu için sizi kırmaya çekinip, bir uyarıda bulunmayan biri olabileceğini…
  • İnternet yazışma adabına göre nasıl ki bir iki nokta üst üste ardından gelen kapa parantez ‘tebessüm’ manasına geliyorsa, büyük harfle yazılan kelimelerin de bağırma anlamına geldiğini…
  • İstenmeyen posta filtreleme (SPAM Filter) programlarının, kullanıcının tanımadığı kişilerden gelen ve yazışma dilinden farklı dildeki postaları rahatlıkla ayırabildiği fakat tanıdık kimselerden, anadilinde yazılmış olan mesajları ayıklamakta zorlandığını…
  • Siz ilgili mesajı kaç kişiye gönderirseniz gönderin Tweety’nin lanetini üzerinden kaldırabileceğinizi, ya da Tweety’nin sevgisini kazanabileceğinizi düşünmenizden daha saçma pek az şeyin bu evrende var olduğunu…

biliyor muydunuz?

kara kule

pazartesi gecesiydi sanırım, sonunda Kara Kule‘yi bitirdim. Bugün Hearts in Atlantis‘e başladım, It‘i de tekrardan okuyasım var.. Stephen King -belki daha evvel yazmışımdır- bana okumayı öğreten adam olmuştur. 1991 senesiydi galiba, 1990 senesi de olabilir, ilk defa o yaz Ar-tur’a gitmiştik, asosyal bir çocuk olarak ne dışarı çıkmak, ne de denize girmek, koşmak, oynamak, vs.. ilgimi çekiyordu. Bir yazlıkta olağan karşılanabilecek bir format olarak evi möbleli tutmuştuk. Ev sahibi bir de kütüphane koymuştu. O yaz oradan alıp okuduğumu hatırladığım kitaplar arasında iki tane Dr. Who kitabı, Asimov’un Hedef Beyin‘i ve Stephen King’in Sis‘i (The Skeleton Crew) vardı. Sonrasında, okuldan arkadaşım Tamer Aydoğdu (kimbilir ne yapıyordur şimdi – bu arada, koray, eğer okuyorsan: sana bir email attım, içinde iki tane de resim vardı, toplam boyu yarım megabyte’lık bir email, hotmail, geri gönderdi, yarın bir daha deneyeceğim, posta kutunu boşalt, e mi! 8) sayesinde onlarca Stephen King okumuştum. Tabii ilerleyen yıllarda hayatıma Kafka, Nietzsche, Camus, Sartre (hele de o kör Sartre!) girince, King maceralarım bayağı bir sekteye uğradı 8) işte böyle, nereden nereye.. Wizard and the Glass’i okurken, oradaki thinny, King’in en etkilendiğim hikayelerinden biri olan Raft’ı hemen çağrıştırmıştı bana, bunu da ayrıca belirteyim (Açıklama: King, sitesinde Dark Tower‘da Skeleton Crew‘a gönderme yaptığını açıklayınca, herkes Sis hikayesi sanmıştı..) aman da aman, sururi’ye 10 puan! 8P