something you don’t know about.

Surface Detail

amazon.de’ye başka bir iş için uğramıştım da, tanıdı hemen, yanıma geldi, iain m. efendi’nin yeni culture kitabı çıkıyormuş, 7 ekimde, onun müjdesini verdi, “haberim yoktu.” dedim çok da ilgilenmiş görünmemeye çalışarak, ne de olsa matter hezimetini daha yeni yeni atlatıyorum (bunu da çoklukla ardından giriştiğim alternatif arayışlarında okuduğum alastair reynolds’un house of suns’ının acemiliğine borçluyum). neyse, çıksın da, okuruz elbet. ne de olsa şunun şurasında bir tanecik sf serimiz var, atsan atılmaz satsan satılmaz, kol kırılır yen içinde kalır. editör bu çözünürlükte çok güzel görünüyor da, yazdıkça yazasım geliyor ama bir yere kadar, iş vakti, güç vakti, birlik beraberlik vakti (bir de birileri pls “yetmez ama evet” olayını açıklayabilir mi? refahçılar mı böyle demiş, liberaller mi, anlayamadım, öyle göndermelerle karşılaştıkça da sözlükte, orada burada şurada, öyle bakıyorum – evet iyi fikir, iyisi mi, sözlüğe sorayım, iyiyim güzelim oh mis, tamam tamam sonlandırıyorum yazmayı the end)

bu arada — ispanyolca bilmiyorum diye kan bağışlayamadım bir 20 dakika evvel, iyi mi!

ekin.

Birçoğumuzun mesela, High Fidelity saplantısı vardır, Ekin’in de. Ama Ekin’in asıl Almost Famous’a gönlünü kaptırmışlığı vardır. Ben de ondan etkilenip seyretmiştim filmi ama sarmamıştı beni pek o kadar. Sonuçta Eki daha bir sever o dönem müziklerini, CRR filan koy yanına, bir o bir Doruk hipi takılırlar, ben pek anlamam pek o hipi şeylerinden.

Son zamanlarda Avrupa’da bir hayalet kol geziyor… 70lerin, 80lerin hayaleti. Herhalde imkan dahilinde olduğundan, 80lerin re-enactment’ını (nasıl diyor siz, temsili canlandırma?) bizzat kişilerin kendileri yapıyorlar, hani şu dizilerde filmlerde “Mesut Bahtiyar plays a fictionalized version of himself” derler ya, biraz öyle, fena halde de karikatüristik bir şey ortaya çıkıyor. 80lerde olup da, sonrasında ölüp de, zombi haliyle tekrar bir şansını denemeyen kalmadı ama onlarınki de anlaşılabilir bir durum. Retro dalgası beni bile esir aldığına göre, ya tutarsa, halkım beni istiyor diye insanın kendi kendini gaza getirmesi fevkalade kolay olsa gerek. Eğer ennn kaybeden arıyorsanız, Kim Wilde’ı (hem de Nena ile birlikte geri döndüler) geçin, Berlin var, çok acıklı ya. Şu Music and Lyrics’te vardır böyle bir şey, işte lunaparkta bir kenarda çalar söyler, durum ondan daha iç açıcı olamıyor ne yazık ki. Şimdi burada bir parantez açacağım, belki kapatıp konuya dönmeyi bile başarabilirim, kim bilir.

John Peel kimdir, nedir, rahmetliyi nasıl bilirdiniz, bilmiyorum. Ben uzaktan, ara ara yeri geldiğinde dirsek temasından filan bilirdim (dinlediğim grupların Peel Session’ları vasıtasıyla). Bu sene bildiğim gruplardan Peel’e ulaşmaktan vazgeçip, bir de Peel’den bilmediklerime ulaşayım dedim, iyi de ettim. Kayıtlar arasında bildiğim grupların bilmediğim enfes yorumlarını (misal Siouxsie and the Banshees’in “Love in a Void”i, Motörhead’den “Louie Louie”yi, The Damned’den “New Rose”u, The Cure’dan “17 Seconds”ı) bu bağlamda dinleme şansına eriştim. Kendini John Peel’in yaptığı işe afadesinslowly.comdamış olan Entrailicus’un “Fades in slowly” blogunu takip ediyorum, son birkaç aydır epey yoğun çünkü anormal kapsamlı John Peel wikipedia‘sını tam kuvvet doldurmakla meşgul.. Burası vasıtasıyla John Peel’in çok sevmiş olduğunu öğrendiğim Mark E. Smith ve The Fall’undan haberim oldu. Çok çok iyi bir grup, Mark E. Smith hariç sürekli eleman değiştirseler de her daim çok hoş bayanlar klavye çalıyor ve basla da ilgileniyorlar. Neyse, The Fall ilk çıktığı zaman hakikaten underground camiada (iyi bilirim ben, adamlarım var) epey sükse yapmışlar ama işin kötüsü/iyisi -ne taraftan baktığınıza bağlı- o kadarla kalmışlar. Mark E. Smith, bitter bir adam olup çıkmış (yazıyorum tabii ama sanki gerçekten de öyle), üstelik o kadar da kasmış ki, 60 yaşına gelip de hala öyle karizma salması fakat kariyerinin pek de olmaması biraz insanı buruyor. Daha sonra uzun uzadıya yazmak isterim böyle insanın karizma uğruna bir maskenin ardına hapsolması mevhumunu (İTÜ’deyken doktoramı bu konu üzerine gerçeklediğim çalışmamla almıştım, neyse ki şöyle bir silkinip kendime gelebilmiştim). Bildiğimiz poz yani. Neyse.

Bunları niye anlatıyordum? Evet, işte 80ler böyle hakikaten acınası bir şekilde yeniden hayatımıza girseler de, 70lerden kimsenin gelecek hali olmadığından (ABBA ölümle tehdit ediyor böylelerini), meydan gençlere kalıyor. Beni önce Camera Obscura (Edinbury’denler, ya başka nereden olacaklardı?) vurdu, iki-üç gündür de She & Him dinliyorum (bu noktada yeni bir parantez açıp Zooey Deschanel’den bahsedebilir hatta Almost Famous’a göndermelerde filan bulunabilirim ama yapmayacağım çünkü ZD, Neko Case’inkine benzer bir tayfunla girmiş bulunmakta hayatıma). Güzel şarkılar, araya Regina Spektor da atıyorum, hele de Us’ı mesela (500 days of summer’ın jeneriğinde çalan şarkı).

Neyse. Linkler de vereyim, bakın vaktiniz olursa. Ben yatıyorum, iyi geceler ay, iyi geceler tavşan, iyi geceler klavye, iyi geceler monitör, iyi geceler bardak, iyi geceler parmaklar!..

The Fall – Big New Prinz : http://fadesinslowly.com/2010/08/20/the-fall-on-friday-3/ burada hakikaten çok çok çoook coollar. İlk zamanlarından. Kalite kötü ama izlenmust!

The Fall – Blindness : http://fadesinslowly.com/2010/08/13/the-fall-on-friday-2/ bu yakın zamanlarından, süper bir şarkı. Şov da çok iyi, Robert Plant’le kontrast süper oturuyor, Entrailicus hakikaten iyi tespit etmiş “I love the contrast. Robert plant et al poncing about on stage with hand claps and then this thundering genius of a racket performed by 3 guys who look like bouncers from a dingy pub with the barmaid on keyboards and the old alco hanging off the bar who fights with crisp packets on lead vocals..its fucking brilliant.” derken.

Camera Obscura – French Navy : http://www.youtube.com/watch?v=O3CkfvYMCWM  klasik zaten bu.

Camera Obscura – Hey Lloyd, I’m ready to be heart broken: http://www.youtube.com/watch?v=Who4OL08iR8&ob=av2e bu da diğer klasik.

She & Him’den link filan vermiyorum, çok isteyen arar bulur, kıskanırım ben, çok da izlemeyin. Zaten daha ilk çıktığı zamandan beri Death Cab for Cutie’yi de hiç sevemedim, içime doğmuş (Bera sever onları da). Regina Spektor’dan Us’ı verebilirim ama tabii ki: http://www.youtube.com/watch?v=fczPlmz-Vug&ob=av2e

Merak edenler için, rahatlatayım hemen: yumuşadık ama o kadar da yumuşamadık, korkmayın, diğer yanım (kurt adam olan) bol bol Senser takviyesi yapıyor (gerçi üçüncü yarım da bugünlerden birinde Portishead overdozundan gidecek ama dur bakalım. Ya böyle de şarkılar yapılmaz ki ama canım).

Neyse, bu sefer gerçekten yatıyorum. Bayramınız kutlu olsun, bunlar da bayram şekeri olsun..

İmza: Sizi seven pasaklı Esme. (squalor ne demekti, yine?)
post: 500 days of summer birazcık, azıcık birazcık çabalasaymış, kolaylıkla High Fidelity’nin yanında yerini alabilirdi gönlümde ama ucuza kotarılınca yazık olmuş o potansiyelden bana akan yaşlara..

ilk gönderişten sonra tekrar editör açılıp da yazılan post: Laura Marling diyecektim bir de, çok dinlemediğimden olsa gerek, unutmuşum yazmayı, o da bu yolun yolcusu (ya hakikaten yumuşamışım). Regina Spektor’ı ben the Dresden Dolls’a andırdım ama gerçek hayatta öbürünün bunu andırması daha olası gibime de gelmiyor değil (double negatifler, hastanım senin!).

Bir de Spotify hakikaten çok çok faydalı bir alet. Onun sayesindedir ki, yıllardan sonra köşe bucak aradığım Imogen Heap – Locusts’u dinledim yine, bayıldım bayıldım. Bir de oradan Vampire Weekend’i keşfettik ama harbiliğime daha fazla halel getirmemek için bu bilgiyi hasır altında tutacağım, öyle karar verdim.

Son olarak, Katy Perry ile Zooey Deschanel’i nasıl bağlantılayabiliyorlar, gerçekten anlamıyorum.

yo (no) hablo castellano.

(“Merhaba, tanışabilir miyiz/konuşabilir miyiz?” anlamına gelmekte).

Buraya geleli, dile kolay, 10 ay oldu. Başımızdan bir sürü şey geçti, macera, anı oldu, daha da devamı gelmekte gibi görünüyor (burada iftar tarifesini 21.30’dan açtık, bu aralar 20.55’e kadar indirdik sıkı pazarlıklar sonucu (ne diyorsun, İstanbul’da aynı iftar sadece 19.45’e miiii!).

İlk geldiğimde, Danel sağolsun, gölge oldu bana, her gittiğim yere benimle geldi, çevirmenlik yaptı yoksa halim haraptı. Hani Fransızlar ve Almanlar için denir ya, “bunlar İngilizce bilir ama konuşmazlar” diye (ki yalanmış, gittik gördük, konuşuyorlar — ama tabii bir takım detayları Fransızların lehine atlıyorum bu noktada), lşte İspanyollar İngilizce bilmedikleri gibi, konuşmuyorlar da. Hani böyle Türk olarak zorlanırız ya turiste bir şeyler anlatmaya çırpınırız, dururuz dururuz “I love you, brown, smith, pencil, şimdi buradan go go go left…” filan, öyle bir teşebbüste de bulunmuyorlar, çok güzel, düzgün ve akıcı bir şekilde İspanyolca konuşmaya devam ediyorlar tek kelime anlamadığınızı bile bile.

İspanyolca’ya da İspanyolca demiyorlar zaten, “Kastelyen” diyorlar. Bütün Latin Amerika’ya (tamam, Brezilya hariç) tek bir dili konuşmayı zorla da olsa öğretmişler ama gel gör ki, İspanya’nın bizzat kendisinde 4 resmi dil var, salladım hemen 4 diye, bir sayayım bakalım: Kastelyen (Madrid yöresi halk oyunu), bizim buranın Baskçası, Barcelona ve civar illerin Katalancası, batıya doğru Galisyan, bir de şimdi baktım Wiki’den, Aranez varmış, bilmiyorum onu. Madrid başkent olduğundan, Kastelyen ortak payda muamelesi görüyor, Basklılara mesela “büyükanne, peki senin İngilizcen niye bu kadar kötü?” diye sorunca da “e Baskça anadilimiz, yabancı dil olarak Kastelyen öğrenince, kotada başka bir dile ancak bu kadar yer kalabildi yavrucuğum” diyorlar. Haklı olabililer çünkü tanıştığım Madridlilerin hepsinin İngilizcesi çok düzgündü. Bask dili bu arada, çok teşvik edilse de, Bilbao ve normal kasabalarda standart olarak Kastelyen kullanılıyor (tekrar edeyim: Burada Kastelyen denen şey, İspanya dışında İspanyolca diye öğretilen dil), Baskça ancak kırsala gittiğinizde etkin oluyormuş.

Kimse İngilizce konuşmayınca, haliyle biz birer ikişer İspanyolca kapmaya başladık, biraz da baskça, işte n’aber, netekim, gene geldi şapka, öptüm bay.. Geçen gün (iki hafta olmuştur belki), Ece’yi parka götürdüm, işte oynuyordu, bir hanımla sohbet ettik çocuklar birlikte oynarken. O da İngilizce bilmediğinden tabii, sohbet tamamıyla İspanyolca yapıldı, çırpına çırpına anlattım, anladım. Gerçi sonradan Bengü bize katılınca birtakım şeyleri yanlış anlayıp/aktardığımızı anladık ama olsun (park arkadaşım benim aslında Türkiye’nin kralı olmadığımı öğrenince onda biraz hayal kırıklığı sezinlemedim desem yalan olur).

Bengü kursa gidiyor, pek yoğun bir kurs değildi ama bu aydan itibaren bir aksilik olmazsa daha yoğun olanına başlayacak. Ece desen okulda paso İspanyolca, haftada 3 saat ilave Baskça’yla söktü zaten dilleri. Ama olsun, sonuçta o gün ben tanışıp sohbet edecek kadar İspanyolca öğrenmiş olduğuma inandırdım kendimi, hem de insan böyle aracı olmadan birisiyle tanışınca daha da bir mutlu oluyor. Ertesi gün buluştuk onlarla, festivale gittik. Yalnız meğerse onlar Fransa’da yaşıyorlarmış, artık bir daha onlar geldiğinde ya da biz oraya gittiğimizde dedik, en çok da Ece için üzüldüm, nihayet onca uyuz İspanyol çocuğun arasından kendi dengini bulabilmişti.

İspanyollar (ya da Basklılar, bilemeyeceğim), pek çok açıdan biz Türklere benziyorlar. Yabancı sevgisi var, size yardım etmek için ellerinden geleni yapıyorlar, Hollanda’da bir mesafe vardı hep insanlar arasında (ha, ben onu tercih ederdim tabii ama o da safi benim kasıntılığım). İyi kalpliler, bir de, özellikle burası (Getxo “semti”) böyle 80ler Türkiye’sine filan benziyor tanışıklık açısından – herkes herkesi tanıyor, çocuklar birlikte sokaklarda oynayarak büyüyorlar, herkes her akşam dışarıda — zaten yılın çoğunda bir festival yapılıyor oluyor.

Özetle, özellikle İspanyolca öğrenmek istemiyorum ama yavaş yavaş bir şeyleri anlamaya başladığımı fark edince de sevinmeden edemiyorum. Bu yılbaşı 3 kraldan bana yaşıtım ve kafa arkadaşlar getirmesini diliyorum, başka birkaç şeyin yanı sıra. Hollanda’daki ortam çok iyiydi, çok iyi oluşunun da farkındaydık, o yüzden şimdi böyle güzel özlemle anıyorum oradaki arkadaşlarımı. E, İTÜ ile ODTÜ arkadaşlıklarımız efsane zaten. Burada, dediğim gibi, çocuklar çok iyi ama yaş ortalamasının 8-9 yaş üstünde kalıp, üstüne bir de dil bariyerinden -3 yiyince, iyi niyetlerle kalıyoruz çoğu zaman.

amaan, neyse, boşver, bir sigara ver.. (Ceeeemiiiiiiilllllllll!)

Sevgili Espanya

Sevgili Espanya,

Daha buraya gelmeden bin bir sorun çıkarttın bize, üflettin püflettin, çaresiz bıraktın, ayırdın. Geldik, sorunların bitmedi. Hala daha devam ediyorsun ama hakikaten yorulduk. Yeni eve taşındık, dayadık döşedik, yeni bir başlangıca vesile olsun, gel barışalım artık dedik, var ya, bir tek dün rahat bir nefes aldım evde de işte de yapılacakların çoğunu yaptığımdan, ağustos’a az kaldığından, erken davranmışım, bugün yine yaptın yapacağını. Tam düzenimizi kurduk, yerleşiyoruz, alışıyoruz yavaştan diye seviniyorduk, rahatlıyorduk, bugün maaş yatınca anladık ki meğer daha sert düşürmek içinmiş bütün o iyileşmeler, arkadaş olma teklifleri, alkolsüz meyve kokteyli ısmarlamalar filan. Sana söylemeyecektim, biliyorum “o ülke” hakkında pek iyi düşünmüyorsun, mazinizde on yıllarca sürmüş savaşlar var, sözkonusu koparılmış bir bağımsızlık var, Dünya Kupası’nda yenmişliğin olsa da geri kalan hemen her şeyde yenilmişliğin var, bir de ben yüzüne vurmayayım dedim ama benim de canıma tak ettirdin be arkadaş – evet, o ülkedeyken aldığım maaşa kıyaslayınca senden gelen biraz kuş kadar kalıyordu, neyse dedik, biriktiremesek de kendi yağımızda kavrulmaya yeter, ses etmedik. Ama bugün öğrendim ki ekonomik krizi bahane edip, maaşımda kesinti fırtınaları estirip kuştan harçlık mertebesine indirmişsin. Ne yapayım şimdi seni ben ey sevgili pandispanya? Sözleşme üzerinden anlaşılan miktarı böyle cebren ve hile ile lüpletmek delikanlılığa yakıştı mı şimdi? Gidelim mi, budur mu istediğin? Aklını bir başına devşir diye şimdilik bu kadar yazıyorum ama sonra uyarmadı deme, henüz hala gencim, güzelim, elbet bulunur başka talipler de, sonra üzülen sen olursun. Ekonomini kurtarma uğruna kalpleri kırıyorsun, ben sana diyeyim, ekonomi ille de bir şekle girer, düzelir ama kalpler bir kere kırılmaya başladı mı işte o zaman onu onaracak IMF yardımı daha icat edilmedi, inanmazsan Yunanistan’a sor, sana söylerler.

Neyse, dediğim gibi, bu kadarı şimdilik yeter sana, aklını başına devşir, haftaya görüşelim. Sevgili Su’nun tam karşı minvalde serzenişini alıntılayayım bari buraya da, dengeyi bulalım gitmeden. Benim hala umudum var…

 

Oturalim Oturdugumuz Yerde

Hic biryere tasinmiyoruz, oldugumuz yerde kaliyoruz. Ama mutluyuz! Burda veya surda degil de, oldugumuz icin mutluyuz sanirim. Kafalar saglikli olunca cografi konumun pek bir onemi kalmiyor. Neredeyse 1 sene olmasina ragmen Melbourne’e tasinali, daha yeni uyaniyorum etrafimdakilere. Daha yeni bakiyorum diyelim. Ben baktikca sehir guzelliklerini onume dokuyor. Dogru, ben kafamda ve kalbimde bir Sydney insaniyim! Ama bu Melbourne’un keyfini cikarmayacagim anlamina gelmiyor ki. Fark etmemisim, buranin yerlisi olup cikmisim. Oradaki dukkana merhaba, burdaki cicekciyle iki laf derken benimsemis miyim ne…

Herseyi oluruna birakmak lazim. Bizden buyuk, bizden ote bir duzen yok mu?

http://purplekedi.blogspot.com/ Çarşamba, Şubat 17, 2010

——————————————————

Sonradan Ek (05 Ağustos 2010)
Danışmanım benim etkilenmeyeceğim yolunda garanti verdi. Kendisini tanıdığımdan ve gerekirse dağları yerinden oynatacağını bildiğimden, ben de panik yolculuğumda ayarları warp hızından önceki normal seyir hızına çektim, bir de bir şeyler karıştırmaya başlamıştım salı günü, ilgili kimselere de, bu seferlik vazgeçtim mesajı gönderdim, eski halimize döndük, Atılgan elemanları olarak gezegenin yüzündeyiz, ışınlanmanın icat edilmesini bekliyoruz. Asayiş berkemal yani. Budur.

I just made you up – to hurt myself

[yes I did!..]

[yes I did!..]

The sun was broiling hot, red spots floated before his eyes, the air was quivering on the floor of the quarry, and in the shimmer it seemed that the ball was dancing in place like a buoy on the waves. He went past the bucket, superstitiously picking up his feet higher and making sure not to step on the splotches. And then, sinking into the rubble, he dragged himself across the quarry to the dancing, winking ball. He was covered with sweat and panting from the heat, and at the same time, a chill was running through him, he was shuddering, as if he had a bad hangover, and the sweet chalk dust gritted between his teeth. He had stopped trying to think. He just repeated his litany over and over: “I am an animal, you see that. I don’t have the words, they didn’t teach me the words. I don’t know how to think, the bastards didn’t let me learn how to think. But if you really are…all-powerful…all-knowing… then you figure it out! Look into my heart. I know that everything you need is in there. It has to be. I never sold my soul to anyone! It’s mine, it’s human! You take from me what it is I want… it just can’t be that I would want something bad! Damn it all, I can’t think of anything, except those words of his… ‘HAPPINESS FOR EVERYBODY, FREE, AND NO ONE WILL GO AWAY UNSATISFIED!’

A & B Strugatsky