Karacaoğlan

Bu aralar giderek daha aklıma yatıyor erkeklerin söylediği bütün şarkıların/türkülerin aşka dair olması gerektiği. Bizim evin karşısındaki ağaçlıkta bir kuş var, her sabah ötüyor da ötüyor, hiç karşılık almadı geldiğimizden bu yana geçen 2 ay boyunca. Erkeğin (disclaimer: heteroseksüel / kadınları etkileme – bence yönelimin yönü önemli (Çince’de kadın “女” (nü), erkek ise “男” (nan) karakterleri ile gösteriliyor (bkz. hem okunuş hem yazım!). Rönesansta olsun, başka zamanlarda olsun, kadın estetikliğiyle, arzu nesnesi olarak dominant şekilde giriyor eserlere) ama size uymuyorsa tabii ki siz nasıl dilerseniz öyle yorumlayın / ben doğayı baz alıyorum, erkek: tüylü/yeleli/kıllı/süslü tavuskuşu, dişiyi etkilemeye çalışan, öten, dans eden, dişinin kuyruk tüyleri uğruna kendisini maymuna çeviren cins, şimdi ben de Rowling gibi patlarmışım! 8) sanattaki tüm amacı bu olmalı, örneğin:

Kadehinde zehir olsa, ben içerim bana getir
Dudakların mühür olsa, ben açarım bana getir
Ağladığın geceleri, kalbindeki acıları
Çekinmeden bana getir, sen tükenme beni bitir

Aşk bağının gülü ol da, dikenini bana batır
Bakma canım yandığına, sorma benim halim nedir
Ağladığın geceleri, kalbindeki acıları
Çekinmeden bana getir, sen tükenme beni bitir

Hikmet Münir Ebcioğlu (Fecri Ebcioğlu’nun nesi oluyor acaba?)
Okumaya devam et “Karacaoğlan”

Derin bir nefes…

(Cihanda, Muhibbi’den ödünç aldım ya habibi beybi beybs! 😉

Rahat günler (çok şükür). Ece sınava gireli bir ay olacak (20 gün olmak üzere), rahat bir nefes aldık, rahatladık, kazasız belasız geçti (çok şükür). Finaller bitti, bütünlemeler bitti bitecek, okundu onlarca kağıt (Terziler geldiler. Durgunluktu o dökük saçık giyindikleri / Yarım kalmışlardı. Tamamlanmadılar. Toplu odalarını sevdiler. / Ölümü hüzünle geçmişlerdi, ateşe tapardılar. / Kent eşiklerindeydi, ağlayışını duydular / Kestiler, biçtiler, dikmediler ve gitmediler, / iğnelerine iplik geçirip beklediler – Turgut Uyar, “Terziler Geldiler“den detay…) Ne zamandır yazılmayı bekleyen çalışmaların makaleleri yazıldı, bas çaldım, çalıyorum, bas güzel.

Kitaplar okudum, filmler seyrettim, oyunlar oynadım, müzikler dinledim. Güzel bir hayat. Keşif grubu: Seyyah – buradan keşfettim (Bulut Gelir / Ethno Catalonia), buradan bayıldım (Elindedir Bağlama / Seyyah), hatta burada oynatayım:

Okumaya devam et “Derin bir nefes…”

Ölülerle konuşmak…

Bu aralar yine çizgi romanlara sardım (deli hasretinle ben / öylece kalakaldım). Geçen sene Eray dikkatimi çekmişti, TMNT: The Last Ronin‘e – o zaman indirmiştim, öylece duruyordu. Ece, iki yılın ardından kayıp iPad’i bulunca, güzel de bir çizgi roman uygulaması keşfedince (Chunky Comic Book Reader – başta iyi olduğunu bildiğimden değil, iPad’in bendeki versiyonuna yüklenmeyi kabul eden tek çizgi roman uygulaması olduğu için  indirmiştim bu arada 8), çizgi roman festivali başladı: ısınma turu olarak arşivimdeki John Constantine: HellBlazer’lardan başladım, bir 60-70 tane, az çok hatırladığım. Sonra onun bir bölümünde (#60 – Nativity Infernal) bir melekle succubus birbirlerine aşık olup, bebekleri oluyor — bu da bana ne zamandır arka planda beklettiğim Saga‘yı hatırlatınca, vaktin geldiğine hükmedip, ona başladım (3 kitapta toplanmış durumda).

TMNT The Last Ronin
TMNT – The Last Ronin, Michelangelo ve “diğerleri”

John Constantine: Hellblazer #60 – Guys and Dolls Part 2: Nativity Infernal (bu sayının kapağı da süperdir)

Saga #1

Saga beni benden aldı götürdü, çok ama çok güzeldi, -biraz ayıp olacak ama- fabl tadındaydı, temiz (saf), siyah-beyaz olmayan (mutlak iyi / mutlak kötü anlamında) güzel bir masaldı 1. kitap (1: 1-18 | 2: 19-36 | 3: 37-54. fasiküllerden mürekkep). Ama sonra ne yazık ki 2. ve daha da fenası 3. kitapla devam etti… 8(

Saga bitince, ağzımın tadını (palate şekerim) düzeltmek için Scott Pilgrim’lere başladım, filmi gibi güzeldi, benzer yanları da güzel gitti, farklı yanları da – filmi bu arada daha iyi kotarılamazdı. Filmi seyrederken çizgi romanın, çizgi romanı okurken de filmin hakkını verdiriyor.

Bitti mi? Neredeyse… Villeneuve’ün Dune’unun gazıyla Jodorowski & Moebius’un The Incal’ına devam ettim. Bitti ama ben de bittim, bazı şeyler 80lerde kalmalı.

Biraz (duygusal yoğunluğa dayanamayıncaya değin) Ken Parker (Alaska) sonra TMNT: The Last Ronin, nihayet. Çizgiyi geçerseniz TMNT hakkında spoiler geliyor (ilk 5 sayfada öğrendiğiniz bir şey) ama bence değer. 😉

Okumaya devam et “Ölülerle konuşmak…”

Anders Thomas Jensen, Yasujiro Ozu (+ Kaurismaki), Cemal Süreya (+ Flaubert)

Anders Thomas Jensen’i 2008 yılnda sevgili Brian’ın önerisiyle “Adam’s Aebler” filmiyle tanıyıp, sonrasında külliyatıyla iyice sevmiştik. En son(dan bir önce), haberini alıp, heyecanla beklediğimiz “Men & Chicken” çok fena fos çıkınca büyük hayalkırıklığına uğramıştık. O nedenle geçen sene “Riders of Justice“ın haberini alınca çok da heyecanlanmayıp, temkinli yaklaşalım dedik. Film iyi çıktı neyse ki. Öyle müthiş yeni bir film değil, bir silkinip kendine gelme filmiydi çokça. Biraz Adam’s Aebler, bolca Flickering Lights, üzerine In China They Eat Dogs serpilmiş (akla Jar Jar Abrams’ın “The Force Awakens”ında yaptığı “sakata gelmeyeyim, garanti olsun, eski filmlerden apartıp film diye süreyim” mantığıyla yaptığı fan service gelmesin — onun aksine, Riders of Justice eli yüzü düzgün, tutarlı bir film olmuştu). Filmin hemen başında “Riders of Justice”ın bizim egzantrik karakterlerden kurulu motley crew değil de, bizatihi hedefleri olması güzel bir detaydı, aklıma vaktiyle Cemal Süreya’dan okuduğumu hatırladığım Madam Bovary saptaması geldi: Madam Bovary kitabı bir Madam Bovary’den bahsedilerek başlasa da, aslında orada bahsi geçen Madam Bovary “bizim” Emma Bovary değildir, böyle bir küçük twist vardır — keza Er Ryan’ı Kurtarmak filminin (epey küçük spoiler incoming)

Okumaya devam et “Anders Thomas Jensen, Yasujiro Ozu (+ Kaurismaki), Cemal Süreya (+ Flaubert)”