az evvel

Az evvel, uzun uzun yazıp da bitirdiğim bir giriş, bağlantının içerisinde kesme işaret (‘) kullandım diye veritabanından hata yeyip (hala düzeltmedim tırnak içerisinde kesme patlamalarını) sanal boşluğa (void) geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıktı. Bunu işaret olarak aldım. O yüzden hayli ağlak olan (konsolosluk işlerinde aksama olması ihtimali var, netleşince yazacağımdır) o girişin benzerini baştan yazmak yerine iyi kısımlarını alıntılayacağım.

  • sabah erken kalktım. hafif, sakin müzikler dinledim.
  • çoktandır Su’nun blogunu okumak istiyordum, ona başladım.
  • Su, şu anda (blogunda benim okduğum yer olan Temmuz 2005’e kadar olan zamanda) 25 yaşında ve İsrail’de yaşıyor. Eşiyle Avusturalya’ya gitme planları yapıyorlar, Yeni Zellanda’yı da düşünüyorlar. Yakın zamanda eşi daha iyi bir iş buldu ve eşinin ailesinin yanına taşındılar. Gerçek zamanda ise (en azından Şubat 2009 itibarı ile) Avusturalya’da yaşıyorlar.
  • Su’dan ve blogundan, onun bana yazdığı bir yorum neticesinde haberim olmuştu. Bir de vaktiyle Amsterdam’da kısa bir süreliğine yaşamış, Delft’e de gelmiş (ben daha Delft’in adını bile duymamışken – Ayrıca şimdi gelse benim açımdan ne olacak, orası da ayrı: bir insanla ilgilenmek başka bir şey, tanışmak bambaşka bir şey. Bu konuda daha fazla detay için bkz: Güzel İnsanlar).

Böyle işte, buyurun size gayet sinirleri alınmış, ağlak kısımları yok edilmiş eli yüzü düzgün, ve dahi bilgilendirici, pozitif bir giriş.

seni sordum yalnızlara, seni sordum yıldızlara, yok dediler

ya da son bir buçuk saatimi ne şekilde geçirdiğime dair blog girişidir.

Efendim, aklımda hep şöyle bir replik vardı:

“Seni hiç affetmeyeceğim. Asla unutmayacağım. Unuttuğumu söylesem de, hatırlamıyormuşum gibi davransam da, hiçbir zaman unutmayacağım, hiçbir zaman affetmeyeceğim…”

Favori vecizelerimden olan Hell hath no fury lıke a woman scorned ile birlikte müthiş bir ikili oluşturan bu yukarıda alıntıladığım duygu patlamasını nereden bildiğimi araştırmaya koyulmuştum da (ontolojik sorunsal), işte oralarda yedim bitirdim 1.5 saati (yazması kolay). Bu arada, paragrafın başındaki alıntının da Shakespeare’den değil de, Heaven has no rage like love to hatred turned/ Nor hell a fury like a woman scorned. şekliyle William Congreve’e ait olduğunu öğreneli de herhalde bir iki sene olmuştur, yeri gelmişken belirteyim.

Neyse, çıktık Google seferimize, filmler arasında gezinedurduk, bulamadık. Bir ara Rüzgar Gibi Geçti’den heveslendik, boş çıktı. Harcayacak vakti olanlar, google’da “I’ll never forgıve you”yu “movie”, “quote” ve daha başka çeşit yeşilliklerle süsleyerek aratabilirler.

Sonra aklıma bir “acaba?” düştü. Bu sefer “I will never forgive you” yazıp, yanına da Iris Murdoch’cığımın adını iliştirdim ve voila! İlk olarak The Sea, The Sea yakalandıysa da radara, biraz rafineyşın ile müsebbip bulundu efendim – The Sea x2 ile birlikte favori kitaplarımdan olan The Black Prince (bunu da okuyalı 9 sene olmuş, yaz bunları sen Sururi Efendi!)

‘I shall never forgive him. Be my witness now. I shall never forgive him. Never, never, never. Not if he were to kneel at my feet for twenty years. A woman does not forgive this ever. She won’t save a man at the end. If he were drowning, I’d watch.

(…)

‘And I won’t forgive you either for having seen me like this with my face bruised to pieces and heard me talk horridly like this. I’ll smile at you again but I won’t forgive you in my heart.’

Daha evvel de söylendiği üzere, Cehennemde bile hor görülmüş bir kadının gazabına benzer bir gazap yoktur, ladies and gentlemen! And Dame Murdoch, at her best! Bravo! Bravo! (If you’re scorned and you know it, clap your hands!)

Limits of Control

Jarmusch’un son filmini az evvel bitirdim (as in başlayıp bitirmek). Takdir ettim. Öyle çok süper şahane bir film değildi lakin filmi girdiği bataktan çıkarıyor ama en güzeli, batağı da bile isteye kendisinin yapmış olması ve dahi ipuçları bile veriyor oluşu. Yani kendisi aşmış, filmini de kafasına göre çekmiş ama bize de lütfediyor, yardım ediyor sağolsun (iyi anlamda).

Açıkçası, Broken Flowers’ı pek sevmemiştim (en az sevdiğim filmidir herhalde), bundan da iyi bir şey beklemiyordum ama takdir ettim. Lakin müsadenizle klasman dışı bırakayım çünkü artsy fartsy’yle yakın temas ediyor (dirsek teması) ama dediğim gibi, bir yandan da elinizden tutuyor, bırakmıyor.

Bir de bir de John Hurt bohemlerden bahsedince sevindirik oldum, “entelim ben!” diye zıpladım sevinçle, ellerimi hızlıca birbirine çırptım (Hande, kulakların çınlasın) işte Murger, Kaurismaki, biliyorum hepsini (ben ben ben). Hatta Kaurismaki’nin Bohemlerini Barış sağolsun torrentten apartmıştı hatta bilmem kaç haftada gıdım gıdım indirebilmişti, bulunmuyordu cunku hıcbır yerde. Lakin gel gör ki altyazısını bulamamıştık, rahmetli Matti Peleonpeoka (aklımdan yazdım, şimdi internetten bakacağım doğrusuna, görelim ne kadarını becermişim : Matti Pellonpää eh, hiç fena değil, ben biraz Yunanlı gibi yapmışım rahmetliyi 8) işte ne diyordum, onu görmüştük böyle ince ince siyah beyaz (bir de televizyon çekimi idi elimizdeki kayıt!). Kitap da ne oldu acaba, Hande’ye hediye edecektim ama veremedim galiba… Bir ihtimal kutuların birinin içinde bekliyordur sırasını…

İşte böyle. Entel dantelden şarkılar dinlediniz (dertli gönüllere giren). Bizim zamanımızda “Zeki Müren öldüğünde neredeydin?” vardı, şimdi Amerikalılar “9/11’de neredeydin?” diye soruyorlar popüler kültürlerinde. Amaan, bana ne (bala le!).

Uluslararası ilişkilerde bugün…

Bu sabah Hollanda Göçmen Bürosu’ndan haber geldi, sağolsunlar normalde 1 Kasım itibarı ile biten oturma iznimi 6 ay daha uzatmışlar (1 Mayıs 2010’a kadar). Bu sayede, İspanya’dan vize beklerken buradan sınırdışı edilip askere alınma tehdidi ortadan kalkmış bulunuyor çok şükür. (Rüyamda, bu arada, 1. Dünya Savaşı’na ışınlanmıştım, Osmanlı Devleti’nin ordusunda oradan oraya koşturuyordum.. Öyle çok sıkıntılı bir rüya değildi, aksiyon ağırlıklıydı.. 8)

DINNN! Demirbank iyi günler diler.

Jacob Holdt ve Vanessa Winship

Rotterdam Kunsthal’da, Hopper ve çağdaşlarının sergisinden başka, birkaç etkinlik daha vardı. Bu etkinliklerden Jacob Holdt’un “United States 1970-75″i kendisinin (ki Danimarkalı bir kendi olur kendisi) işte başlıktaki 5 yıl boyunca Amerika’yı gezmesi ve özellikle ırkçılık ve dağılımdaki eşitsizlikleri belgelediği binlerce resmin içinden seçilen resimlerden mürekkepti. Çarpıcı ve çarpıcıydı. Fotoğrafçı sanat amacı gütmeden (ya da bu güdüyü çok arka plana atarak diyelim) fotoğraf çektiğinde ne kadar çarpıcı olabiliyorsa o kadar etkileyiciydi. Gördüğüm fotoğraflar arasından not aldıklarım şunlar:

Nadat Alphonso
Nadat Alphonso

Set in Brooklyn
Set in Brooklyn

Arizona
Arizona

Fear and Guns
Fear and Guns

Bar in Florida
Bar in Florida

Rich Girl with Cuban Maid
Rich Girl with Cuban Maid

Charles Smith
Charles Smith

Adını bilemedim bunun.
Adını bilemedim bunun.

İki resim daha vardı, onları da internette bulamadım – birinin adı “Famillie in de buurt van Elizabethtown” olarak geçiyor, diğeri de “Klanmanen kleden zich voor een rally” ki ikisi de İngilizce’ye, oradan da Türkçe’ye kolaylıkla çevrilebilir ama ben yapmayacağım..

“Bar in Florida” ile şu sizin görmediğiniz Elizabethtown’daki aile beni benden alan iki resim oldu (bir de hikayesi ile Charles Smith var). Harcanan zeki insanlar her zaman yıkıcı bir şey ama -benim için- bu insanlar hele de karşı cins ise, yıkımın gücü iki, üç, dört, çok katına çıkıyor… Dediğim gibi, resimlerin hiçbiri kurmaca değil, hepsinin hikayesi var, sayfasının girişinden başlayıp takip etmenizi öneririm buradaki örneklerden etkilendiyseniz şayet.

Vanessa Winship’i de yarın burayı editleyip yazayım, tamam mı?

(Sonradan edit: beklemedim yarını – hemen bir iki cümle yazayım, bağlantıları vereyim, içim rahat uyuyayım 8)

Vanessa Winship, 2003-2007 yılları arasında Türkiye’de yaşamış bir İngiliz fotoğrafçı. Türkiye’nin doğu sınırlarındaki okulları dolaşıp, oradaki kız öğrencileri görüntülemiş. Umut dolu ve bu yüzden de insanın içini burkan ışıl ışıl fotoğraflar. Özellikle sınır bölgesinde çalışmasının sebebini, böylelikle halkların geçiş noktalarında durarak farklılıkların aslında ne kadar da benzer olduğunu (da) göstermeye çalışmış “Sweet Nothings” adlı sergisinde (ve inanmayacaksınız ama vıcık vıcık katalog ağzı kokan bu paragrafı bir yerden kopyalayıp/yapıştırmadan, bizzat kendim yazdım, ben bile şaşkınlıktayım).

Resimlerin büyük çoğunluğuna (hepsine?)  fotoğrafçının sayfasından ulaşabilirsiniz.

Vanessa Williams - Sweet Nothings


Vanessa Williams – Sweet Nothings / Türkiye 2003-2007

Bir şey daha söyleyecektim, unutmuşum, tekrar geri geldim – Allah, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nden de, Kardelenler Projesi’nden de, Baba Beni Okula Gönder Kampanyası’ndan da, bilemediğim fakat öyle ya da böyle bir şekilde normalde evde/tarlada kalacak kızların okula gitmelerine katkıda bulunan herkesten razı olsun. Denizde bir kum tanesi dahi olsa ne büyük bir farktır o.