Bebek Jane’e ne oldu? (Haberler, havadisler… atlı süvari)

Geçenlerde (xkcd eliyle) Peter Pan hakkında korkunç sayılacak bir şey öğrendim. Hepimiz okuduk değil mi? Evet. Hayır, hepimiz çizgi filmini seyrettik, ya da kısaltılmış versiyonunu okuduk (çünkü o zamanlar küçüktük, İngilizce bilmiyorduk ve Türkçe’de aslına sadık bir baskısı yok idi (belki de)). Sonunda ne oluyor? Peter, Kaptan Kanca’yı öldürüyor, Wendy eve dönüyor. Bunu hatırlarsınız sanırım.

Aslında olan şu: Peter, Kaptan Kanca’yı öldürdükten sonra Wendy, Michael ve öbür kardeşle ve bütün kayıp çocuklarla birlikte Darlingler’in evine gidiyorlar. Bay & Bayan Darling bütün çocukları evlat ediniyorlar ama Peter gururundan kalmayı kabul etmeyip, olmayan ülkeye dönüyor. Wendy’yi de götürmek istiyor ama Bayan Darling izin vermeyince, pazarlık sonucu, yılda bir haftalığına bahar temizliği için gitmesinde anlaşıyorlar.

Peter arada sırada bahar temizliği için Wendy’yi almaya gelmeyi unutsa da, yıllar böyle geçiyor. Sonra kayıp çocuklar o günleri unutuyorlar. Sonra Michael, ucundan da Wendy unutmaya başlıyor. Burada alıntı yapmak üzere kipatı (ithaki yayınları, çev. Betül Avunç, 2001) açıp parmakları çalıştırmaya başlıyorum:

‘Bahar temizliği zamanı gelinceye kadar beni unutmayacaksın, değil mi Peter?’

Peter söz verdi; sonra da uçup gitti. Bayan Darling’in öpücüğünü de yanında götürmüştü. Kimselerin alamadığı öpücüğü Peter kolayca alıvermişti. Tuhaf bir durum; ama Bayan Darling mutlu görünüyordu.

Elbette bütün çocuklar okula gitti ve çoğu 3. sınıfa girdi. Tüysiklet ise önce 4. sınıfa, sonra da 5 sınıfa alındı. En yüksek sınıf 1. sınıftır. Okula başlamadan bir hafta önce, adada kalmamakla aptallık ettiklerini anladılar; ama artık çok geçti. Kısa zamanda siz, ben ya da Jenkin kardeşlerin küçüğü kadar sıradan olmaya alıştılar. Söylemek çok acı, ama zamanla uçma yeteneklerini de kaybettiler. Geceleri uçup gitmesinler diye, önceleri Nana ayaklarını karyola direklerine bağlıyordu. Gündüzleri de otobüslerden atlar gibi yapıp eğleniyorlardı. Ama çok geçmeden geceleri onları yatağa bağlayan ipleri çekiştirmeyi bıraktılar ve kendilerini otobüsten atınca bir yerlerini incittiklerini gördüler. Zamanla, şapkalarının ardından bile uçamaz oldular. Onlar buna antrenmansızlık diyorlardı; ama bunun gerçek anlamı artık inançlarını yitirmeleriydi.

Michael, diğer çocukların alaylarına karşın, onlardan daha uzun bir süre inancını korudu. Bu yüzden, ilk yılın sonunda Peter Wendy’yi almaya geldiği zaman, o da Wendy’nin yanındaydı. Wendy, Düşler Ülkesi’nde iken yaprak ve böğürtlenlerden yaptığı elbisesini giyerek, Peter’la birlikte uçup gitti. Tek korkusu, elbisenin ne kadar kısalmış olduğunu Peter’ın fark etmesi idi; ama Peter hiç fark etmedi. Kendisi hakkında anlatacak çok şeyi vardı.

Wendy, Peter’la heyecanla eski günlerden konuşmayı dört gözle beklemişti. Ne var ki, yeni serüvenler eskileri Peter’ın aklından silmişti. Öyle ki, Wendy baş düşmanlarından söz açtığında, merakla, ‘Kaptan Kanca mı, o da kim?’ diye sordu.

‘Hatırlamıyor musun?’ Wendy hayretler içinde kalmıştı. ‘Onu öldürüp hepimizin hayatını kurtarmıştın.’

Peter umursamazca, ‘Öldürdükten sonra onları unuturum,’ diye yanıt verdi.

Wendy, Çıngırdak’ın kendisini görmekten mutlu olacağını sanmadığını belirttiği zaman da, ‘Çıngırdak kim?’ dedi.

‘Aman Peter!’ Wendy çok şaşırmıştı. Peter’a Çıngırdak’ı anlattı, ama Peter yine de hatırlamadı.

‘Onlardan o kadar çok var ki. Herhalde ölmüştür.’

Herhalde haklıydı, çünkü periler uzun yaşamazlar. Ama o kadar küçüktürler ki, kısacık bir zaman dilimi bile onlara asırlar gibi gelir.

Geçen yılın Peter’a dün gibi geldiğini görmek de Wendy’yi üzmüştü. Oysa Wendy için beklemekle geçen uzun bir yıl olmuştu. Ama Peter’ın her zamanki büyüleyiciliği sayesinde, ağaçların tepesindeki küçük evde bahar temizliği yaparak eğlendiler.

Ertesi yıl Peter Wendy’yi almaya gelmedi. Eski elbisesi dar geldiği için, Wendy yeni bir elbise giyip Peter’ı bekledi; ama Peter gelmedi.

‘Belki de hastadır,’ dedi Michael.

‘Biliyorsun o hiç hasta olmaz.’

Michael Wendy’ye sokulup, titrek bir sesle, ‘Belki de öyle biri yoktur Wendy,’ diye fısıldadı. Michael ağlamamış olsaydı, Wendy ağlayacaktı.

Peter, bir sonraki yılın bahar temizliğinde geldi. Garip olan şey, geçen yılı atladığını hiç fark etmemiş olmasıydı.

Bu, Wendy’nin küçük bir kız olarak Peter’ı son görüşü oldu. Peter’ın hatırı için kısa bir süre daha büyümemeye çalıştı. Bilgi yarışmasında ödül aldığı zaman Peter’a vefasızlık ettiğini hissetti. Ama gelip geçen yıllar, vurdumduymaz oğlanı geri getirmedi. Yeniden karşılaştıkları zaman Wendy artık evli bir kadındı ve Peter, çocukluk oyuncaklarını sakladığı kutudaki bir toz zerresinden başka bir şey değildi onun için. Wendy bir yetişkin olmuştu. Bu yüzden ona acımanıza hiç gerek yok. Büyümeyi seven insanlardandı o. Sonunda kendi isteğiyle, öbür kızlardan bir gün önce büyümüştü.

Artık oğlanların hepsi büyüyüp olgunlaştılar; bu yüzden onlardan daha fazla söz etmeye değmez. İkizler’i, Küçükbey’i ve Kıvırcık’ı, ellerinde birer çanta ve şemsiyeyle her gün işlerine giderken görebilirsiniz. Michael makinist oldu. Tüysiklet soylu bir kızla evlenip lord ünvanını aldı. Demir kapıdan çıkan şu peruklu yargıcı görüyor musunuz? İşte bir zamanların Dütdüt’ü. Çocuklarına anlatacak bir tane masal bilmeyen sakallı adam ise, eskiden John’du.

Wendy beyazlar içinde evlenirken, pembe bir kuşak takmıştı. Peter’ın kiliseye süzülüp töreni engellememesi inanılır gibi değil.

Peter Pan
J.M. Barrie
çev: Betül Avunç
ithaki Yayınları, 1. Basım 2001

Roman birkaç sayfa daha devam ediyor ama durumun özeti bu (Fazıl Hüsnü Dağlarca yıllar önce demişti halbuki). Şimdi burada "Benim durumum da işte biraz böyle…" desem ne kadar kafa karıştırıcı olur (en azından benim kafamı). Hayat devam ediyor. Birtakım gelişmeler var, oldu, buraya yazmak için %100 resmileşmesini bekliyorum.

Bir sürü şeyden bahsedecektim, yine unuttum, aklımda bir tek David Lynch’in ‘İkiz Tepeler’e 2016’da tekrardan (ve baştan) başlayacağı haberi kaldı; bir de Bahar’ın müzik/resim blog girişi üzerinden kendi hakkımda yazacaklarım, bir de Kurt Vonnegut’un beni hakikaten sarsan bir mezuniyet konuşması ("How Music Cures Our Ills (and there are lots of them)", Doğu Washington Üniversitesi, Spokane, Wahsington – 17/04/2004 // Bunun çevirisini de aldım (April Yayınları, çev. Algan Sezgintüredi, 2014) ama hiç beğenemedim, o yüzden bir de ben çevirecektim ilgili konuşmayı); Doris Lessing’in "To Room Nineteen"deki hikayeler ve kendimin şimdiki hali hakkında yazacaktım sonra… listeledikçe hatırlıyorum ama sanki bir tane daha vardı. Neyse, işte vardı bir sürü şey, onları da başka bir girişe yazarım, blog benim değil mi a!

havale yaz, 777’ye gönder.

Geçen gün bahsetmiştim (bahsetmiş miydim?), işte Kurt Vonnegut (Jr.), "şimdiye kadar bulabildiğimiz bir tek iyi düşünce var, o da merhamet göstermek (affetmek vs..)", işte bugün ondan değil de kötü ikizi Hammurabi’nin "göze göz, dişe diş" intikamından, adalet duygusundan, hak yerini buldusundan bahsedeyim dedim ama şimdi düşününce ondan da değil, daha çok "ödetme"den bahsedeceğim. Sanırım.

Sizi bilmem, ben ne istiyorum? İlk kertede ilahi adalet, yanlarına kalmayacağını bilmek (ölümden sonra yaşamı destekleyen dinlerin mensupları puan kartlarına bir puan eklesinler, diğerleri biraz daha sabırlı olsunlar lütfen). Bunu, başlıkta ve bu cümlenin başında belirttiğim üzere, ilahi merciye havale etmek suretiyle yapabiliriz, bakın yapıyorum, oldu. Bunu başka varyantları da var (inanışınıza ve/ya sinema/manga kültürünüze göre): mesela bütün saflığıyla ve iyiliğiyle bir köye gelip, orada her türlü (maddi und manevi) sömürüye uğradıysanız, belki filmin sonunda paşa (mafya) babanız (James Caan) gelip, bütün köyü ateşe verir (Lars von Trier – Dogville); ya da yanınızda sizi kayıtsızca seven, canınızı sıkan, size kötülük yapan, yolunuza çıkan kim olursa olsun gözünün yaşına bakmayan bir robot/deney ürünü bir şey vardır (James Cameron – Terminator 2; Adam Wingard – The Guest); hiçbiri olmadı, bulursunuz bir defter, oraya kimin ismini yazarsanız ertesi gün o kişi ölüverir (Tsugumi Ohba – Death Note). Benim kişisel tercihim sonuncunun biraz daha ince işlenmiş hali: daha evvelden de bahsetmiştim, bunun bir sanal dünya, bir simülasyon olduğunu düşünün, facebook/twitter gibi sosyal bir medya gibi bir şey: şu takdirde ben, benim canımı sıkanı "yok sayabilir" (ignore), çok da uğraşmak istemiyorsam o kişinin n. dereceden arkadaşlık çevresinde olanların da benim sayfamı ("yaşamımı") görmelerini engelleyebilirim. Problem çözüldü, çok katılımcılı cennet. Biraz daha rafine versiyonda, benim bu sistemin veritabanına (mümkünse MySQL olsun lütfen)  erişimim var, bütün parametrelerle oynayabiliyorum, aşağıdaki xkcd bantının aksine, geri de alabiliyorum (always backup! yoksa SELECT * FROM GHOSTS;):

Tabii ki en iyisi, sadece sizin olmanız (pörsınıl hivın), her şeyin size bağlı parametrelerle kontrol edilmesi, biraz yapay zeka, biraz hüzün… Neyse, ne diyorduk: böyle bir şey yok (şimdilik – olursa haber veririm tabii ki mutlaka, aşk olsun!)

Bu girişte yeni bir şey yok aslında: ilahi adalet için ilahi merci konusunu şurada (şurada = "İyi ile kötünün bahçesinde geceyarısı. (23/07/2009)"); veritabanı mevzuunu burada (burada = "Şeytanın SQL Queryleri (20/05/2008)"); sanal kişisel cennetleri orada (orada ="deja vu, oyunlar simülatörler..(ve intikam! intikamımız ne olacak?) (08/12/2010)") tırtıklamışlığım vardır vaktiyle. Banks (Iain M.) taa seneler önce Feersum Endjinn‘de (1994 mü neydi, daha Wachowski’ler matrix’e vektör diyorlardı), hele Stanislaw Lem Gelecekbilim Kongresi ile 1971’den huuu! çeker, o yüzden pek böbürlenecek bir şeyim, bir orijinalliğim de yok hani (ama xkcd’den 6 sene önce yazmışım ilahi veritabancılığı olayını har har har, ho ho ho! ühü ühü ühüüü!..)

Neyse, boşverin şimdi bunları, bir de-… (TL;DW)

Kurgu

2010 yılında olması lazım, Neslihan ve Brian’la buluşup, Annelieslerin Voorthuizen’daki evlerinde masaüstü oyunlarla (Settlers of Catan & Bonanza) dolu nefis bir haftasonu geçirmiştik. O günden beridir de, masaüstü oyunları (çok vaktimiz varsa Catan, yoksa Uno, Sopa de Bichos, Polilla Tramposa, Poquer de Bichos, Piratatak, Burro (bizdeki "Papaz Kaçtı"nın sadece iki eş kartlı versiyonu)) aile eğlencelerimiz arasında yer alır. En son İspanya gezimizde aldığımız oyunlardan biri de Story Cubes oldu: yüzlerinde farklı imgelerin olduğu 9 zardan ibaret bu oyunun amacı, zarları üçerli gruplar (giriş-gelişme-sonuç) halinde atıp, çıkan imgeleri yorumlayarak bir hikaye anlatmak. 


Rory’s Story Cubes

Oyunun metodu çok da yeni bir şey değil, hatta bazı zirzoplar (Edgar Wallace & Hikaye Çarkı (The Plot Wheel)) tarafından bizzat bu şekilde yazılmış hikayeler de var.

Ciddi kipatlardan gına geldikten sonra, biraz macera kitaplarına dalayım, beynimi dinlendireyim diye BKF (şehirde geçen vampir/cadı/kurt adam kitaplarının türüne "Urban Fantasy" deniyormuş, onu öğrenmiş oldum bu vesile ile) kitaplarına dalış yapmıştım. Melissa F. Olson isimli hanım kızımızın Scarlett Bernard serisini afiyetle bitirdikten sonra, Ann Leckie’nin "Space Opera" türüne dahil edilse de, M. Banks’in ilk Culture kitabı olan "Consider Phlebas"ı ne kadar Space Opera ise bu türe dahiliyeti o kadar olan, "Ancillary Justice" kitabını büyük bir zevkle okudum (kitap bu arada Wheel of Time serisinin alacağına mutlak gözüyle bakılan Hugo ödülünü ve Nebula’yı da hak ederek kaptı; hele de Culture serisinin hayranıysanız, okumanızı mutlaka tavsiye ederim. Üçlemenin ikinci kitabı olan "Ancillary Sword" da haftaya çıkacak). Sonra nereden haberim oldu hatırlamıyorum (bir ihtimal Amazon’un "bunu sevdiyseniz…" tavsiyesi) ama, normalde pek de yanına yaklaşmayacağım bir kitaba benzeyen, Ransom Riggs’in "Miss Peregrine’s Home for Peculiar Children"ına başladım. "Young Adult" tabir edilen gençlere hitap eden kitaplar kategorisinde, gayet tempolu, bir başladınız mı elinizden bırakamayacağınız bir kitap: Bulgaristan’a gidiş yolunda bunu, dönüş yolunda da serinin ikinci kitabı "The Hollow City"yi bitirdim (üçüncü kitap 2015’in ilk aylarında çıkacak imiş – ayrıca ilk kitabın filmi de çekiliyormuş, Tim Burton çalacak, Eva Green oynayacakmış; biraz bile okuyasınız geldiyse acele edin derim (ben)).

Kitap(lar), eski fotoğrafların derlenip onlardan hikaye üretilmesine dayanıyor: biraz X-men, biraz zaman yolculuğu/geçit kapıları, bol koşturmaca, Stephen King’in "Hearts in Atlantis"ini andıran saf ve temiz duygulu aşk. Yazarın ilk amacı, bu ilginç fotoğrafların derlendiği bir albüm yayınlamakmış ama editörünün tavsiyesi üzerine hepsini bir konu etrafında birleştirmiş, çok da iyi yapmış.

Akla ortaçağ filmlerindeki büyücülerin baktıkları fallar, kehanetler geliyor (şimdi bunu yazınca hatırladım: Ancillary Sword’da da bu türden kehanet sikkeleri var). Vaktiyle televizyonda -herhalde Rezzan Kiraz’dı, özür dilerim- tarot açan bir falcının dediği bir şey çok ilgimi çekmişti: fal aslında geleceği göstermez, onu yapar ("set eder" desem?). Yani diyelim ki bir kutuya bir kedi ile olası öldürücü bir madde koyup (diyelim %50 aktive olma olasılığı olan radyoaktif bir malzeme), kutuyu kapattınız. Kedi kapalı kutuda yaşıyor ya da ölü ama siz kapağı açıp da bakana kadar ne yaşıyor ne de ölü, ya da bir başka deyişle hem yaşıyor hem de ölü (ve evet, gönderme yaptığım düşünce deneyinin ne olduğunu ben de biliyorum, hatta bize bunun dersini okuttular 8P). İşte çok küçük ölçekte durumumuz bundan ibaret – bir şeyin durumunu ölçene kadar, o şey belli ölçülerde (olasılıklarda) muhtemel durumların her birinde. Bu aykırı düşünce Kopenag Yorumu dediğimiz, kuantum fiziğinin temelini oluşturan kabuldür, size saçma gelebilir ama doğrudur, sonradan misler gibi saçmasapan etkileri deneylerde gözlemlenmiştir ("garip ama gerçek" ya da "saçma ama gerçek" ya da daha da ileriye götürecek olursak ahkamımızı: Credo quia absurdum (ilgilendiyseniz, bir zahmet araştırın bulun detayları, benden buraya kadar (bonus: Yahuda İskaryot’un ölümünden sonraki havari nasıl belirlendi? Azzzzz sonra…)).

Neyse, ne diyordum, evet: hikayemizi, hayatımızı, evrenimizi olasılıklar üzerine kurmak ve hikayemizden kipat, hayatımızdan hikaye ve evrenimizde de mikroskopik (mikroskopik lafın gelişi, elektronlardan bahsediyoruz) olaylardan makroskopik olayları gözlemlemek. Zevkli bir şey. 8)

Neredeyse unutuyordum: Sevgili Bahar, eğer ola ki bu girişi okuduysan, lütfen Miss Peregrine’s Home for Peculiar Children’a bir göz at, seveceğini düşünüyorum (hiçbir şeyi değilse bile fotoğrafları).

София, Kayseri, Mustafa Mehmet Batur, yolculuklar

Başlıktaki Kiril alfabesiyle yazılmış kelime “Sofya”. Salı akşamı İstanbul’dan bindiğim otobüsten 9 saat sonra, çarşamba sabahı Sofya’da indim. Geçen sene tam da bu zamanlar (1 yıl öncesinin 1 hafta sonrası) gitmiştim ilk kez Sofya’ya, bu sefer aramızda tanışıklık vardı. Saat erken olduğu için oteldeki odam henüz hazırlanmamıştı, bavulumu bırakıp, şehir meydanını gezintiye çıktım, güzel bir kafede (Cafe Ma Baker) iki sandviç ve çok lezzetli iki bardak Earl Grey çay eşliğinde kahvaltımı yaptım, sonra yakındaki Ivan Vazov Ulusal Tiyatrosu’nun karşısındaki parkta oturup, bir yandan puromu içerken, diğer yandan da Haydar Ergülen’in “Düzyazı: 100 yazı” kitabından okumaya devam ettim, rasgele açtığım sayfalarda kısmetime “Rouge ile Noir” çıktı. Parkta otururken aklıma geçen seneki kalabalıkça yaptığımız ilk ziyaret, “Rouge ile Noir”ı okurken de Mustafa ile 1995’te çıktığımız Doğu gezisi geldi… O sırada yazacak bir çok şey de vardı ama şimdi elimde sadece somut bilgiler (yerler ve eylemler) kaldı malesef.


Ivan Vazov Ulusal Tiyatrosu ya da: Народен театър – Иван Вазов (09/2014)


St. Alexander Nevsky Katedrali (09/2013)


Kayseri Garı, Mehmet Batur, Emre Sururi (1995)

Bir gezi yazısı değil bu elbette, ama yine de Cemal Süreya’nın “Anımsar mısın toros ekspresinden inmiştiniz / Biletlerinizden ibaretti ikinizin de kimliği” mısraları dün gibi aklımda. Neyse. Güzel geçti her şey, sağolsunlar çok iyi ağırlandım, dün gece Ankara’ya döndüm, bugün biraz yorgunum, yazasım (ve yatasım) var…

 

 

Rouge ile Noir

 

Haydar Ergülen, Düzyazı: 100 Yazı

 

Kırmızı ile Siyah desem olmaz, Kızıl ile Kara demek de olmaz, ille Rouge ile Noir olacak. Şahin öyle isterdi, biz Şahin’le Fransızca okurduk, daha da okuyacaktık, o ölmeseydi! Şahin benim en ölülerimden, 20 yılı geçti, bu kadar çok zaman olduğuna göre, belki de aramıza dönmüştür, Fransızca bir ruh olarak şöyle uzun boylu, yakışıklı bir gövde bulmuştur; belki de eskiden görmeyen tek gözü de yeni hayatında açılmıştır. Şahin dünyada bulunduğu 19 yıl boyunca beni pek şaşırtmadı, kılıktan kılığa girmedi ama, en eski, en sevgili ve en ölü arkadaşım olarak, doğrusu ilk kez beni şaşırtmasını istiyorum: Ey Şahin, ey ruh, döndünse Fransızca üç lâf et.

 

Fransızca henüz itibarını yitirmemişti, Almanca pek revaçtaydı, İngilizce ise sürpriz yapmaya hazırlanıyordu. Benim Fransızca’ya çok hevesim vardı. Şahin’in de varmış ki, ortaokulun ilk sınıfında buluştuk. Yıl 1968 ve Prag’a bahar gelmek üzereydi. O zamanlar, Prag’da bahar olunca, Türkiye’de dalları kiraz basardı. Kavak yelleri daha sonra, o lise sıralarında esmeye başlayacaktır. Fransızca’ya aşinalığımız yeniydi ya, Türkçe’ye tutkunluğumuz tamdı. Galiba öğretmenlerin de büyük katkısı vardı bunda, matematik de öğretseler; müzik de, Fransızca da öğretseler, tabiat bilgisi de, öncelikle Türkçe’den sorumlu sayarlardı kendilerini. Hâliyle biz de sıkı öztürkçeci idik, ortaokulun duvar gazetesini çıkarmaya başladık. Üç sınıf arkadaşı: Şahin, Selçuk ve ben. Haftalıktı ve adı “Ekin”di. Kültür anlamına gelen ekin. Biz artık gazeteciydik ve “yazı işleri müdürü” diye çağrılıyorduk. Ekin’de neler vardı? Neler yoktu ki, şimdi hatırlamaya çalışıyorum: Türk Dil Kurumu uzmanlarının o zamanki adıyla Eskişehir Maarif Koleji’nde yaptıkları söyleşiden izlenimler, onlarla konuşmalar, Hasan Âli Yücel’in bakanlığındaki Maarif Vekaleti’nce yayımlanan Tercüme Dergisi’nden alıntılar, Villon’un şiirleri, Eskişehir Sinema Kulübü’nde gösterilecek “Hiroshima Mon Amour” filminin duyurusu, dilde özleşmeyi savunan yazılar, Mustafa Kemal ve Bağımsızlık Savaşımız üstüne Ceyhun Atuf Kansu Şiirleri, o yıllarda ithal edilen ve büyük tartışmalar koparan Meksika buğdayına karşı yazılar, görüşler, şehrin kitapçılarıyla yaptığımız söyleşiler, gazetelerden kestiğimiz karikatürler, Doğu Anadolu’nun uzak ve yoksul köylerine kitap, defter, kalem gönderme kampanyası ve o köylerden bize gelen duygu yüklü mektuplar…
Muhaliftik, azılı değilsek de hatırı sayılır miktarda muhaliftik. Fakat burup kırmaya, yakıp yıkmaya da o ölçüde muhaliftik. Belki Eskişehir gibi mutedil bir coğrafyada yetişmiş olmakla ilgili bir şeydir bu. İnsan iklimi açısından söylüyorum bunu özellikle. Bir tür sakinlik vardı her şeyde, hemen hep öyle kaldı Eskişehir. Yerini bildiğinden olmalı. Belki de nasılsa kimse kimseye sesini duyuramıyor, derdini anlatamıyor, içini dökemiyor diye düşünüp, sesini fazla yormamayı seçmiştir, kim bilir. Sakinliği keşfetmeye hâlâ Eskişehir’den başlanabilir bence. Edip Cansever yazmıştı ya, İnsan yaşadığı yerin suyuna, toprağına benzer” diye, Şahin de, Selçuk da, ben de hem Eskişehir’e, hem birbirimize benziyorduk. Benzemenin iyi bir şey olabileceğini ben hem o şehirden, hem de arkadaşlarımdan doğru düşündüm. Pek heyecanlı bir şey olmasa da, doğrusu bu farklılık ve aykırılık çağında insana insan olduğunu hatırlatması açısından, kimse ikizini bulamıyor hem, benzerlikler bulmak iyi geliyor bana. Şahin şimdi hayatta uzun boylu kalsaydı, benzerliklerimiz azalır mıydı, çoğalır mıydı, klasik cevap, bilmiyorum, ben şimdi Şahin’in vedasıyla beni bıraktığı yerdeyim, 7-8 yıl kadar süren o hummalı arkadaşlığın hayalindeyim. Canım arkadaşım benim, hâlâ 19 yaşını süren arkadaşım! Arkadaşlığı ve bunun ne kadar hakikatli bir duygu olduğunu birlikte öğrendik, birbirimizle öğrendik! O zaman Cemal Süreya Her ölüm erken ölümdür” dizesini henüz yazmamıştı ve ölümün bu kadar da erken olanını sende gördüm. Bağışlayın, eski yaralar sık sık açılmaya başladı, yokluklar, yoksunluklar iyice fazlalaşmaya başladı, neler yitirdiğimizi düşündükçe daha da neleri yitireceğimiz korkusu iyice büyümeye başladı. (Aklıma ilk gelen şey, ne tuhaf şu oldu: İlk çalıştığım reklam ajansında reklam yazarları olarak ölüm ilanlarını yazmama kararı almıştık, yazmadık. Pek naifmişiz meğer, sanki böylece huzurlu olacakmışız, rahat uyuyacakmışız gibi!)
Fransızca’yı çok iyi öğrenecektik, çevriler yapacaktık, pek sevdiğimiz romanları, şiirleri asıllarından su gibi okuyacaktık! Hayatta bir kez olsun daha görebilmeyi en çok istediğim biri Fransızca öğretmenimiz, demek ki 27 yıl olmuş onu görmeyeli, Gül Hoca, bize Gazi Eğitim’de aldığı terbiyeyi ve doğduğu yer olan Avşa Adası’nı anlatırdı. Bir gün Şahin’le Avşa’ya gidecektik ve o zamanki Gazi Eğitim’de Fransızca okuyacaktık. “Muhalif olmak kadar, Türkçe’yi de, Fransızca’yı da iyi bilmek önemlidir” derdi. İkimiz de ona hayrandık, okul çıkışı üçümüz Fransızca konuşarak yürürdük. Sonra bize gider Şahin’le Fransızca çalışırdık ve ertesi gün Gül Hoca bizi sözlüye kaldırırdı. Bir yarışmaya dönüşürdü sözlü sınav ve birimiz 10, birimiz 9.5 alırdık. Hayatı tam sökemediğimiz o yıllarda, tam sökemediğimiz Fransızca ile “Taşralı İki Çocuk” olmak ne güzelmiş! Cahit Külebi’nin o güzel şiirinin tam yeri değilse burası neresidir? “Kamyonlar kavun taşır / Ve ben boyuna onu düşünürdüm / Anladım bu şehir başkadır / Herkes beni aldattı gitti / Anladım bu şehir başkadır / Fakat içimde şarkı bitti!” 21 yıldır Şahin’i, 21 yıldır Gül Hoca’yı görmedim, ikisini de çok özledim. İkisi de var oysa, “Özlenirsin / alabildiğine varsın da ondandır” denildiği gibi ikisi de yaşıyor bende.
Çok okurduk evet, elimize ne geçse okurduk, benim babam Almanya’ya çalışmaya gitmişti, Şahin’in babası marangozdu, onlardan gelen harçlıklarımızı biriktirir, ortak kitaplar alırdık. Yaz tatilinde onların marangoz atölyesinde hem dükkânı bekler, hem de alacağımız kitapların listesini yapar, sıraya koyardık. İstanbul’daki yayınevlerine mektup yazar, kitap kataloglarını isterdik, onlar gelince sanki kitaplarımız da çoğalmış gibi olurdu, küçük kitaplıklarımızdaki kitapları her hafta sayar, numaralandırır, defterimize kaydederdik. Kararlıydık, eski-yeni demeden bütün Türk edebiyatını okuyacaktık. Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal‘ından Türk’ün Ateşle İmtihanı‘na, Ömer Seyfettin’in Efruz Bey‘ine, Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü‘ne, Orhan Kemal’in Gurbet Kuşları‘ndan Yalancı Dünya‘sına, Kemal Tahir’in Devlet Ana‘sından Kurt Kanunu‘na, Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü’nden Amerikan Sargısı‘na kadar pek çok kitabı birlikte veya değişerek okur, sonra üzerine konuşurduk. Türk Dili, Varlık dergilerini alır, bir gün bizim de, buralarda şiirlerimizin yayınlanacağını düşlerdik. Şahin tek gözüyle okurdu, yıllar sonra liseye giderken, nerden öğrenmişse “Kör Yaşar gibi” demeye başlamıştı kendine. Yaşar Kemal için yapılan anekdotu anımsatarak, sağ gözü görmediği için, her şeyi sol gözüyle gördüğü söylenir ya Yaşar Kemal’in.

 

Harçlıklar kitap almaya yetmemeye başlamıştı, ben de yaz tatillerinde bulduğum işte çalışıyordum, berber çıraklığından çaycılığa, kitabevlerinden karpuz satıcılığına kadar yaptığım her işte aldığım haftalığı harcamıyor, cumartesi akşamları ortak listemizden sırası gelen iki kitabı satın alıyordum. Hemen Şahin’le buluşup, kitapların birini ona veriyordum. O ara ikimiz de kitapları okuyor, Pazar günü erkenden buluşup değiştiriyorduk. Güzel günlerin bir sonu olduğunu öğrenmem için çok zaman geçmesi gerekmiyormuş meğer! Şahin’in babası işleri bozuluğu için İstanbul’a göç kararı almış! Hatırladığım en eski hayal kırıklığı, unutamayacağım ilk şok bu oldu! Üstelik tam da o günlerde Panait Istrati okuyorduk ve Baragan’ın Dikenleri” romanı çocuk ruhumuzu dağlıyordu. Asrî Sinema’da ise yine Istrati’nin “Kodin” adlı romanının uyarlaması olan “Arkadaş” filmini seyrediyor, gözlerimiz dolu dolu çıkarken, bir yandan da arkadaşlığımızın iyice pekiştiğini hissediyorduk. Aradan çok geçmedi, bir hafta mı ne, Şahin’i görmek üzere marangoz dükkânına gittiğimde dükkânı bomboş ve kapısında bir yazı ile buldum: “İş değiştirme sebebi ile İstanbul’a taşınıyoruz. Mehmet Usta.” Güle güle usta, benim ilk hakiki arkadaşımı da götürdün ya, yolun açık olsun yine de! Evlerine koştum, babaannesi karşıladı beni, dün geceki trenle gitmişler! Ne zaman gitti tren? Ne zaman gittiyse tren, gitti gider dahi gider! Ve dahi gidiş o gidiş! Hayal kırıklığını bir haftadır yaşıyordum yaşamasına da dünyanın yıkılabileceği aklıma gelmemişti. Dünyada nasıl parçalandığımız, ayrılıkların insanlara yaptığı fenalıklar, koskoca kâinatta bir tek ben kalmışım, herkes beni terk etmiş duygusu, uzatmak neye yarar, 13 yaşındaydık ve ortaokulu henüz bitirmiştik. Birbirimizden başka arkadaşımız, birbirimizden başka kahramanımız yoktu, kitaplarla yaşıyorduk, onlarda sevdiğimiz, hayran olduğumuz pek çok kahraman buluyorduk, fakat bizimki kahramanlıktan da öte, ondan da değerli bir şeydi: Biz arkadaştık.
Gül Hoca bir yol önce ikimizi de terk edip, başka bir şehre gitmişti. Şimdi de Şahin terk ediyordu beni. Haziran filan olmalı demek ki, okullar kapanır kapanmaz, sınavlar biter bitmez çekip gitmişlerdi, on gün kadar sonra mektubu gelmeseydi, ona değil, arkadaşlığa küsecektim. Mektubu geldi, Pendik’te oturuyorlarmış ve beni çağırıyordu. Bir ay sonra ve hayatımda ilk kez İstanbul’a gittim. Pendik o zamanlar güzeldi, sayfiye yeri gibiydi, açıkhava sinemaları vardı, Cem Karaca konser veriyordu ve ikimizin de çok sevdiği o şarkıyı söylüyordu: “Aldırma be kalender / Bu da geçer / Geçer amma birader / Deler de geçer!” O yaz hem çok kötüydü, hem de çok iyi. O zamanlar Beyazıt’taki sahaflar, sahaftı. Oraya gidiyor, Yeditepe’nin, Dost’un şiir kitaplarını kapışıyorduk, Metin Eloğlu’ndan Asaf Hâlet Çelebi’ye, Dağlarca’nın Fransızca’ya çevrilmiş şiirlerinden Edip Cansever’e, Turgut Uyar’a, İlhan Berk’e henüz sevmeye başladığımız şairlerin kitaplarını topluyorduk. O bir hafta içinde biz, “Taşralı İki Çocuk İstanbul’da” oluvermiştik. Eski arkadaşlıklar resimlidir, hatırası azizdir, ilk kez o yaz dönüşü bana bir resmini verdi Şahin, arkasına şunu yazdı: “Duvarın dibinde resmim aldılar / Ak kâğıt üstünde tanıyın beni.” O resimle ayrıldım İstanbul’dan. Lise için Ankara’ya gittim. Yaz tatillerinde Eskişehir’de buluştuk, ben 1-2 kez daha İstanbul’a gittim.
Liseyi bitirdiğimiz yazdı, 1973 yazı, üstelik bir bayramdı, sözleşmiştik, yine Eskişehir’de buluşacaktık. Şahin hemen çalışmaya başlamıştı, Denizcilik İşletmesi’nde. Bekledim, arife günü yok. Bayramın birinci günü yok, ikinci günü yok, nihayet dayanamadım ve gidip babaannesine sormak istedim. Annem o zaman ağladı ve bana söyledi: Şahin ilk maaşını aldığı gün, eve dönerken acele edip, rayların üstünden geçmek isterken, sağ gözü trene kapalı, sol gözü ölüme açıkken, şimdi merak ediyorum trenleri sever miydi, ben hep sevdim de onu bilmiyorum, son seferine çıkmış. Ne o treni görmüş, ne tren onu görmüş, toprağı İstanbul olmuş. Benim bir daha hiç hatırımdan çıkmayacak ve hep unutmak istediğim ilk ölüm bu oldu.
Yıllar sonra üniversitede yeniden şiir yazarken, Şahin’in ölümünün üstüne 5 yıl, 5 yıl da yokluğun üstüne, acının, yalnızlığın ilk arkadaşı yitirmenin üstüne de 5 yıl, ilk şiirimi ona adamıştım, “Giden” oydu görünüşte, onunla birlikte çocukluğum, ilk gençliğim de gitmişti gerçekte, giden bir yolculuk bırakıyordu şehirde, hayat gibi pek zor, pek yorucu bir yolculuk. Bu acemi ölümün şiiri ise acemi olacaktı elbette: “Bana yüzünü mü gösterdin ey çocuk / Umarsız iç sızısıyla yürüğümüz akşamlarda / Açıldı göz gibi yüreğinden kayan deli su / Şaşırmış bir düşün ayak sesinde / İrkilip toprağa karıştığın gün / … / Susardın / Anlardım ki susmak konuşmak gibidir sende / … / – Nasıl ayırmalı bunca telâşı / Tüccar avazlarla dolu her yan / Kurtarmalı onu çünkü / İçli bir çocuk sevincidir insan / … / Sesin duyulmuyor artık yüreğinse sıcak / Her ölüm kırgınlığı sende bir ses bulacak.”

 

Bu yazı her şeyin yarım kaldığı üstünedir. Yarım kalan arkadaşlık, yarım kalan gençlik ve yarım kalan Fransızca üstünedir. Bir de asıl, taşra yarım kalmıştır, iki çocuğu başka kentlere süren taşra yarım kalır. Hayat kaç yerinden bölünüyor, bıçak, hançer, gurbet ve bizzat hayatın kendisi kaç kere iniyor üstümüze? Hatıra yarım kalmasaydı, hayat unutmaktan mı ibaret olurdu? Hatıra perdeliyor belki de hayatın kötü yüzünü. Ben unutamadıklarımı özlemek değil, onları hiç unutmamak, hiç özlememek isterdim. Keşke burada olsaydın! Keşke burada olsaydım! Keşke burada olsaydık! Diye de uzatmak isterdim. Ne yazık, bana yarım kalmanın güzelliği bir şey anlatmıyor, şiirsel bir değeri olabilir, artistik, plastik, esteki bir hükmü de olabilir, ama yarım kalmak hükümsüzdür. Zayidir, zarardır, ömre ziyandır. Yitirmemek, yarına bırakmamak, iyidir beraber olmak.
Şahin öldü, Fransızca’m yarım kaldı. Sevgili Gül Öğretmenim, senin taşralı öğrencilerinin yarısı öldü, yarısı kaldı. Kalana yası kaldı. Eski Fransızca güzeldi, yenisini bilmiyorum. Eski Fransızca’da züppelik yoktur, yenisinde var mı bilemem! Zaten bütün bu yarımlardan kala kala bir ‘Rouge’, bir de ‘Noir’ kaldı! Zaten hem derdimizi anlatmak için de bu kadar Fransızca yeter, değil mi?

 

Ataç sizi seviyor!…

abaylamak: dikkat etmek
açınlamak: keşfetmek
adsı: zamir
ağdık: kabahat
ak töre: ahlak
algınlık: aşk
boyak: renk
bölem: parti
bölünsüz: atom
bilisizlik: cehalet
buğulu: vapur
durul: devlet
düşsül: hayali
ertek: masal
görmük: tiyatro
köğük: mısra
öldürüm: cinayet
sazın: kağıt
sevince: müjde
tansıklamak: hayran olmak
tapa: rağmen
tellim: daima
yancık: cep
yoluğ: fedakarlık
yüz: sebep

ne zaman birisi gayet ciddi bir biçimde saçmasapan bir uydurma olan "göksel götürgeçli konuksal avrat"ı (ya da türevlerinden birini) kullanıp bilgiç bir şekilde "halkın kendisine yabancı gelen kelimeleri kabul etmeyeceğini, sözcüklerin uydurmakla türetilmeyeceğini, vesaire vesaire" manalı söyleve kalkışsa aklıma iki şey gelir. Birincisi Yiğit Özgür’ün bir karikatürü, ikincisi iki kelime: buzdolabı ile ayakkabı.

akım: cereyan
akış: ritim
alan: sahne
anı: hatıra
araç: alet
arı: saf
asalak: parazit
aşağılama: hakaret
aşama: hiyerarşi
aşırılık: ifrat
aygıt: alet (bkz. araç)
ayraç: parantez
ayrıcalık: imtiyaz
ayrıntı: teferruat
bağnaz: mutaassıp
beğeni: zevk
bellek: hafıza
bengi: ebedi
biçim: şekil
bildiri: ilan
bileşim: terkip, sentez
bilge: filozof
bilim: ilim
bilinç: şuur
birey: ferd
birim: tane
birleşik: mürekkep
bölüm: kısım
bulgu: keşif

(Ataç’ın Sözcükleri, TDK)


— b’deyim daha. Bu kelimelerin (Nurullah Ataç "tilcik" demeyi önermiş kelime ya da sözcük yerine) hepsi türetilmiş değil, tıpkı ilk listede sıraladıklarımın bir kısmının olmadığı gibi. (Bakalım bulabilecek miyim…)

"Onu" bulamadım ama bunu buldum:

Yalın Dil

Anayasa’nın yeni yazımı (yazım sözünü metin karşılığı olarak deniyorum) ile dil işinde büyük bir adım atıldı: Türkçe bir dilden güçsüz değildir: özenle, sevgiyle işlersek, düşüncenin bütün inceliklerini söyliyebilir.

Yeni yazım bu güveni, öyle sanıyorum, daha inanamamış olanlarada aşılayacaktır: alışkanlığı öne sürerek günün eğinimlerine (eğinim: temayül) karşı koyanlar da, Anayasa’daki sözleri artık ister istemez kullanacak, onlarla yazacak, giderek onlarla düşünceklerdir. Onlara bir ısındılar mı, öteki sözlerin de onlara uygun olmasını kendiliklerinden ararlar.

Özge bir büyü vardır dil pınarında! bir yol içen bir daha alamaz kendini. İlk günlerde hangimiz durumsamadık? hangimiz: "Boşunadır bu çabalama!" demedik? Doğrusunu söyliyelim, hangimiz eğlenmedik? hangimiz "Bizim olgun, tatlı dilimizi bozuyorlar!" deyip kızmadık? Eski dilin daracık sınırları içine kapanmış olduğumuzu duymuyor, onun yapma parıltısını göğün ışığı sanıyor, dudak kıvırdığımız uğraşmaların gerçek genişliğe kavuşmak için olduğunu anlamıyorduk. Büğün durumsıyanlar, inanmıyanlar, anlamıyanlar da ağızlarını Türkçenin yaratıcı suyuna değdirince bizimle birlik olacak, yerdiklerini, güldüklerini unutup bizimle çalışacaklardır. Dileriz geçsinler bizi!..

Türkçecilik akışına katılmıyanların suçu, hep kurulmuş diller üzerinde düşünmeleridir. Büğünkü Fıransızcayı, Alamancayı, İngilizceyi ele alıyor, onların olgunluğuna vuruluyor: "Böyle mi bizim dilimiz?" diyorlar. Değil öyle. Ancak biz de deriz onlara: "Neden şimdiki Fıransızcaya bakıyorsunuz? XVI. yüzyılın büyük Fıransız yazarlarını, Amyot’u, Rabelais’yi, Montaigne’i okusanız a! Onlar da düşündüklerini söyliyebilmek, istediklerini anlatacak sözleri bulmak için çırpınmıyorlar mı? Bir söz uyduruyor, sonra onu beğenmiyor, bir başkasını arıyorlar. Şimdi sizin pek sevdiğiniz, pek kıvrak bulduğunuz Fıransızca onların emeklerinden doğmuştur. Açın Du Bellay’nin Defense et illustration de la langue française (Fıransız dilinin savunup (savunmak: müdafaa etmek) ünlenmesi) adlı betisini, Fıransız dilinin LAtinceye göre güçsüz, kurak olduğunu söyliyenlerden yakınıyor, bir gün Fıransızcanın gelişeceğini, Latinceyi geçeceğini bildiriyor. Siz onun bildirdiği günlere yetişmişsiniz, önceden neler olmuş, orasını araştırmıyorsunuz. Fıransızcanın başarabildiğini Türkçe neden başaramasın? Bilin ki bir dil, bir dilden aşağı değildir. Biri nereye barmışsa öteki de varabilir. Güveniniz, seviniz, yüreğinizde dilinizi işlemeğe, genişletmeğe gerekli od olsun, yeter."

Neden tâ Fıransızcaya gidiyoruz? Kendi dilimiz üzerinde duralım. Büğün Osmanlıca dediğimiz… Gücüme gidiyor Osmanlıca demek; severim o dili, bizimdir de onun için. Arapçadan, Farsçadan birçok söz almış, gene de onlara bizim kokumuzu, bizim tadımızı sindirebilmiş. Fuzuli, Baki, Nedim Osmanlıca mı yazmışlar? Nevai’nin yazdıkları da Arapça, Farsça sözlerle dolu, Herat’a da Osmanlı kenti mi diyeceğiz? Türkçedir hepsi. Naci bile "Yegâne sevgilimizdir lisan-i osmani" derken Türkçe düşünmüş Türkçe söylemiştir… Neyse kolaylık için ben de Osmanlıca diyeyim.

Büğün Osmanlıca dediğimiz Türkçeye bayılanlar, genişliğini gücünü tansıklıyanlar (tansıklamak: hayran olmak) var. Ancak onlar da Baki’den bu yana gelmiş ozanlarımızı okuyorlar. Osmanlıcanın kurulma çağına baktıkları yok. Şeyhi’yi, Ahmet Paşa’yı, Necati’yi, daha öncekileri okusunlar, hepsinin aramakta olduklarını, düşündüklerini, duyduklarını söyliyebilecek bir dil edinmeğe çabaladıklarını görürler. Onların bin bir eksiği, bin bir uygunsuzluğu olan dillerinden Bak’nin Naili’nin o güzelim dili nasıl çıkıvermiş? Fuzuli eline aldığında Osmanlıca daha olgun değil ,bir "diken" daha: Fuzuli gene de dudak bükmemiş, atmamış onu: "Nevbahar olgıç dikenden berk-i gül izhâr olur" deyip çalışmış.

XVI. yüzyıl Fıransız yazarları, Baki’den önceki Türk ozanları ne yapmışlarsa biz de şimdi onu yapmağa çalışıyoruz. "İçimizde bir Rabelais, bir Montaigne, bir Şeyhi ile bir Necati mi var sanki" diyeceksiniz. Biz de size karşılık şunu deriz: "Bir yol sorarız size: içimizde öyle kimseler olmadığını ne biliyorsunuz? Rabelais ile Montaingne ortaya: ‘Büyüğüz biz!’ diyerek mi çıkmışlar? Dillerini kurmak için ellerinden geleni yapmışlar. Onların büyük olduğu kendilerinden yıllarca sonra anlaşılmış. Biz de elimizden geleni yapıyoruz. İçimizde gerçekten büyükler varsa, yüzyıllar onların da değerini belirtir. Diyelim ki yoktur, ne çıkar olmazsa? Büyük değiliz diye elimizden geleni de yapmıyacak mıyız? bizden sonra geleceklerin işini biraz olsun kolaylaştırmağa çaılışmıyacak mıyız? Daha ilerisine gidelim: Türkçenin gerçekten büyük yazarı sayılacak, Montaigne gibi, Amyot gibi bir dil kurmak gücünü gösterebilecek kişi gelince, bizim emeklerimizden assılanmıyacak, yenibaştan başlayıp hepsini kendi kuracak. Varsın öyle olsun! biz dilimize sevgimizi, inancımızı göstermiyelim mi?

Anayasa’nın yeni yazımı dil işinde büyük bir adımdır; ancak bir sonuç değil, bir başlangıçtır. Bize birkaç söz getirmiştir, onlara sevindik; gene de doğrusunu söyliyeyim, ben onun getirdiği sözlerden çok getirmediklerini, getirmekten çekindiklerini düşünüyprım. Hepimizin bildiğimiz, kamuya dek işledikleri söylenerek birçok Arapça sözler bırakılmış. Doğru, millet sözünü hepimiz biliyoruz, ulus, budun sözlerini ise yadırgıyoruz. Yalnız iş bilmekte, alışık olmakta, yadırgamakta değil. Bu düşünce ile gidersek belki bir sözü bile kaldıramayız. Mebus‘u da hepimiz bilmiyor muyduk? milletvekili‘ni yadırgamıyacak mıyız? millet ile vekil sözlerini birleştirmekle, bir arada yazmakla iş bitmez… Gene Türkçe değildir. Neden bir arada yazacağım? Çoğulunda milletvekililer diyebilecek miyiz? Onların birleşmesi yapma bir birleşmedir; dilimizin öz kurallarına uygun değildir. Yadırganacak olduktan sonra milletvekili yerine başka bir söz de alınabilirdi. Müdde-i umumi‘yi hepimiz değilse de çoğumuz biliriz; savcı, başsavcı sözlerini ise yeni öğreneceğiz. Demek ki alışkanlık, yadırgamak bir ölçü olamaz. Hele hazır üye sözüne ısınamadım. Hazır, amâde anlamında Türkçeleşmiştir; ancak bir yerde bulunan anlamında kamunun diline işlememiştir. Belki bir "Allah her yerde hâzır u nâzırdır" sözü kolayca anlaşılır. Orada da hazır değil, hâzır… Uzatma imini istediğiniz kadar kaldırın, o gene oradadır, orada hâzır‘dır. Bunlar gibi daha birçok sözler üzerinde durabiliriz.

Durmıyalım. Biliyoruz, bu büyük adım bir ilk adımdır. Birkaç yıl geçsin bu yeni yazımda da değişiklikler olacaktır. Dil günden güne Türkçeleşiyor, arılanıyor, yalınlaşıyor. Anayasa’nın getirdiği sözlere çabuk alışacağız, pek yakında onun dilini eski bulacağız. Öyle olunca da gene çevrenin sıkısına uyulup belki gene çekine çekine Anayasa’yı yeniden yazacaklar. Şimdilik Anayasa’nın da, bütün kanun dilinin de öztürkçe yolunu tuttuğunu bilmemiz yeter.

(Günlerin Getirdiği, YKY)

(…) Niçin çıkıyor Türk Dili dergisi? İlk sayısının başında söylüyor; türkçeyi sevenleri, türkçeye inananları, türkçenin yeni isterlere uygun bir dil olmasına çalışanları bir araya toplamak için çıkıyor. Bir araya toplıyacak da dil birliği etmelerini mi sağlıyacak? Hayır, karışmıyacak onların kullandığı dile, onlara yol göstermiyecek, bir güdüm altına almıyacak onları, Türk Dil Kurumu’nun yaptığı kelimeleri kullanmalarını buyurmıyacak, özgürlüklerini, yani hürriyetlerini daraltmağa yeltenmiyecek. Türkçeyi sevsinler, türkçeye inansınlar, yeter bu onun için. Türkçeyi sevsinler, türkçeye inansınlar da Türk Dil Kurumu’nun yaptığı kelimeleri beğenmesinler, zarar yok, kendileri daha iyilerini, daha doğrularını arasınlar, bulsunlar, yaysınlar. Bunun için isterlerse birbirileriyle çekişsinler, Türk Dili dergisi içinde çekişsinler, ona da razıyız. Onların gönüllerindeki sevgiden, inandan yarının ışıklı dili doğacağını biliriz onun için.

Türkçeyi sevmek, türkçeye inanmak ne demektir? Büğün birtakım yazarlarımız var, dil devrimine dudak büküyorlar. Gücün, yani zorla uydurulmuş bir iş olduğunu söylüyorlar, Türk Dil Kurumu’nun bunca yıldır çalışmalarının boş olduğunu, bir şeye yaramadığını, bir ihtiyacı karşılamadığını söylüyorlar. Onlar da türkçeyi sevmiyor mu? onlar da türkçeye inanmıyor mu? Biz, türkçeye yalnız biz inanıyoruz mu diyoruz? sevgiyi, inanı tekel altına almağa mı kalkıyoruz? Halide Edip Adıvar, Şekip Tunç, Fuat Başgil, Ziyaeddin Fındıkoğlu, kısacası bizi beğenmiyenler, bizden olmıyanlar, türkçenin düşmanı mıdır? onlar da "ak ğınlı" kimselerdir. Kendilerine "ak ağınlı" dediğim için kızmasınlar, gücenmesinler, kötü bir söz değildir "ak ağınlı" demek. Hani onlar "hüsnüniyet" demiyorlar mı? işte onun türkçesi. Kaba türkçesi, doğrusunu ararsanız ince türkçesi… Onlar da ak ağınlı kimselerdir, onlar da türkçenin iyiliğini isterler, ama işte böyle "hüsnüniyet" gibi yabancı sözlerin türkçesi olabileceğine inanmıyorlar, bizler eski yazılardan bulup gösterdik mi, yahut kendimiz yaptık mı, onları da beğenmiyorlar, arapçası kalsın, farsçası kalsın diye direniyorlar. İşte bu yüzden bize onlar türkçeyi sevmiyor, türkçeye inanmıyor gibi geliyor. Ne denli ak ağınlı olurlarsa olsunlar, türkçenin kendi yağı ile kavrulmasını, bağımsız olmasını, kendi varı ile gelişip genişlemesini uslarına bir türlü yediremiyorlar. Biliyoruz onların da türkçeyi sevdiklerini, türkçeye inandıklarını, ancak onların sevgisi, onların inanı bizimki gibi değil. Onlar kendi sevgilerini, kendi inanlarını yaymağa çalıştıkları gibi biz de Türk Dili dergisinde kendi sevgimizi, kendi inanımızı yaymağa çalışacağız. (…)

(Bir Dergi – Söyleşiler, YKY)


"Onu" bulamadım, benzer iki alıntı buldum:

Sevemiyorum şu "genel" sözünü: "general" sözüne benzesin diye kurulduğu besbelli; sevmiyorum ya, daha bir iyisini bulamadım, hepil‘i hepsil‘i bir denemeli.

ile

"Ben uydurdum bu sözü. Pek de beğenmedim. Şimdilik bir iyisini buluncaya değin böyle diyeceğim."

Resim yok; okumayıverin e siz de!