kipats, kipats, kipats… / quizzas, quizzas, quizzas..

Yazacak çok şey var, notlarımı aldım da, nereden başlasam (gördüğünüz gibi "Bodrum, Bodrum.." ref’ini de riff’ini de vermekten imtina eyledim, eyliyorum, etme eyleme canım…).

Kültür Bakanlığı’nın yazar/şairlere dair kalın ve fakat ucuz, güzel bir dizisi var (bakalım bağlantı bulabilecek miyim… derli toplu bir bağlantı bulamadım; bakanlığın 2011 yılı basımları arasında bakınarak bir fikir edinebilirsiniz mesela, hani eski bir resme bakarken, hani yılları sayar da insan… ). İşte, ünlü, az ünlü pekçok kişiye sormuşlar (100 kişiye sorduk…), onlar da kalemleri döndüğünce yazmışlar kapak kişisi hakkında. işte orada, Nurullah Ataç hakkında yazanlardan biri de (Murat Belge) TDK’nın vaktiyle yayınladığı "Ataç’ın Sözcükleri" adında bir kipattan bahseder: Ataç’ın ürettiği kelimelerden birçoğu tutmadı, ama tutan "azınlık"ın sayısı da yadsınamayacak kadar çok (kipat ofiste kaldı, iki gündür biraz under the weather’dım üstünüze afiyet, yarın okula gidince, örnekleri saydırırım yorumlar kısmına).

Brian Ece’ye Terry Pratchett’ın "Tiffany Aching" serisini tavsiye etmişti (görüldüğü üzere sevgili B&N ailemizin her bireyine süper tavsiyelerde bulunagelirler), biz de Ece ile tatile çıkmadan evvel tatilde güzel güzel okusun diye her yerde aradık taradık fakat sanal olmayan hiçbir yerde bulamadık dizinin kitaplarını (4 tane var: Küçük Özgür Adamlar; Gökyüzü Dolu Şapka; Kış Ustası; Geceye Bürüneceğim). Hal böyle olunca, idareten başka kipatları aldık yanımıza, onları da dönünce internetten sipariş edelim dedik.

Uzun zamandır özellikle de eski basımlı kitapları almak için kullandığım harikulade bir site var: nadirkitap.com. Onlarca sahafın listesinden ortak arama yapıp, istediğiniz kipatı kolayca almanızı sağlayan bir aracı site. İlk olarak çocukluğumda bana satranç oynamayı öğreten Robert Danielsson & Mats Andersson’un "Çocuklar için Satranç: Şah Mat" kipatı ile,   okuduğumu ilk hatırladığım romanlardan olan Hugh Lofting’in Doktor Dolittle’ın Serüvenleri‘ni (ki, benim okuduğum da işte bu baskıydı: Doktor Amca’nın Maceraları) sipariş etmiştim, hatta bizim yaban ellerde olduğumuzdan kelli annemle düşesin adreslerine göndertmiştim kipatları. En son geçenlerde bizim raflarda Şibe’ye tatil kipatları bakarken (Ayça Şen – Kalın Kitap; Oliver Sacks – Karısını Şapka Sanan Adam; Atilla Atalay – Ebekulak; Jonathan Ames – Gece Gibi Geçiyorum; Julian Barnes – 10.5 Bölümde Dünya Tarihi) Jonathan Ames’in kitabının Türkçesinin artık bizim raflarımızda olmadığını fark edip, yinegene nadirkitap’ın kapısını tıklattım, hazır onu istetirken, ek olarak işte başlarda belirttiğim "Ataç’ın Sözcükleri"ni (4TL), yıllardır almaya heves edegeldiğim, ama "nasılsa hepsini eXpress’te yayınlanırken okudum" diye artistlik tasladığım Haydar Ergülen’in "Düzyazı: 100 Yazı"sını (9TL) da aldım. Ece’ye de, "Tiffany Sızı"nın kipatlarının yanısıra, nicedir onu tanıştırmak istediğim Baskan Yayınlarının İdeal Kitaplık serisinden birkaç başlık sipariş ettim (Soğuk Duvarı; Esrarengiz Oduncular; Milyonluk Çanta; Dostluk Çemberi – beher 5TL). Geçen hafta sinemada "Kahraman Şövalye Justin" filmini izlemiştik (bağlantı, çok lazımsa – fena film değildi bu arada, zaten Espanyol oluşu alamet-i farikası / kesin yanlış kullanmışımdır bunu da – geçen gün bir mail’de "taam etmeyi" yanlış yerde kullanmışım da Nergis Hanım çekiverdi kulağımı… 8), işte geçen hafta diyordum, Şovalye Justin’i izledik, beğendik, hemen çıkışına Nadir Kipat’tan Ivanhoe’yu buldum, meğerse onun olduğu sahaf hemen yanımızdaki (eh ~) Devr-i Alem Sahaf değil miymiş (Tunalı Pasajı, alt kat), onu da elden alalım dedim (didim), başka bir dünyaya girdim, tam sahaf gibi bir sahaf, üstelik askılı şort giyen, ak sakallı bir amca (Hakan Köseoğlu mu desem, Betül mü, o tatlılıkta), raflarda eski kitaplar (aaa, ciddi mi! 8P) – artı dergiler, çocukluğumun çizgi romanları setler halinde (Alaska – Ken Parker tüm seri 40 kitap 320TL; Rom vardı bir de (Uzay Şovalyesi) – onun da ilk sayısı, son sayısı vardı bende: ortaokulda hava yağmurlu diye beden dersimizi sınıfta icra ediyorduk da öğretmen yakalayıp el koymuştu o son sayıya, hala yanarım, neyse var işte orada…). Ankara’daysanız mutlaka bir gidip görün derim: Tunalı Pasajı alt kat – Kuğulu Park’ın orada Ceviz, Mado, İş Bankası var, onun karşısında. 

Nadirkitap’ta Cemil Kavukçu’nun kitaplarına bakınıyordum ki, bir şey gördüm, üzüldüm biraz (ama biraz, zira anlaşılır bir şey; biz de buralardan göçerken nice kipatı dağıtmadık mı…). Anlaşılan Fethi Naci‘nin kitaplığını Lale Hanım sahaflara vermiş. Başo boşuna dememişti vaktiyle "Neler neler getirir / insanın aklına / şu açan kiraz çiçeği!", ne hikayeler çıkar şunlardan, ne çıkarsamalar, çoğu da bariz. Neyse, üşenmeyeyim, hepsini tek tek bağlantılandırayım, tanesi ortalama 25TL, imzasız isteyene 5TL, yetişen alıyor!..

   
  

   

Cemil Kavukçu’yu benden başka Norman Mailer’a benzeten var mıdır? Vardır herhalde. (Bahar?)


Hangisi hangisi?

Bir de (ey) sevgili kâri, şimdi senden (sizden) ne gizleyeceğim, ağır sabur subur kipatları aştım da geldim, en son işte Julian Barnes’ın "Before She Met Me"sine çattım (ve tekrar: yahu ne kötü kipattı o öyle – entel dantel de değildi ama işte enteller danteller getiriyor hep bunları başımıza) aaa, zaten yazmışım ya (ey) sevgili kâri, neden uyarmıyorsun? Onu yazmışım ama şunu yazmamışım, kipatı Düşes Kipatlığı‘ndan aldım ya, hemen tabii şikayette bulundum kendilerine, heyhat ki meğer oysa ki mamafih, düşes bunu okumamış gel bak şimdi şu işe (bu kipatlığına dair aslında ikinci şikayetim – ilkini Coetzee’nin Grace’ini okuduktan sonra yapmıştım Serz Enişte). Beni kipatın dandiniliği kadar, arkasına yazan (hem de bildiğin koskoca "the Guardian") arkadaş da üzdü, hemen bakalım ne demiş:

"Frighteningly plausible… stunningy well done" – the Guardian (hadelen)

Bunu da bunu da sevgili düşesimize iletince ondan şu cevap geldi:

"Frighteningly (…) plausible" yazmış olmasın (mealinde)

ben de buna şu yorumla karşılık verdim:

"Frighteningly (…) p (…) l (…) au (…) sible"

ama olsa olsa böyle olmuştur dedirtiyor kipat. Neyse, işte Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı; River Swimmer; Secret History; bu ismi lazım değil falan derken, son darbeyi de Hobbes üzerine (yaşamı, eserleri) olan kipatçık vurdu, iyice ağırlaştım (paralelden de şu Jeff Vandermeer’in The Status hikayesi sıktıkça sıkıyor). Şu geçen gün bahsettiğim SF Signal‘in eylül ayı BKFK (Bilim Kurgu Fantezi Korku) kipatları listesinde bir kapağa takıldım (daha evvelden de Geekomancy’nin kapağına "takılıp" kendisiyle bu mecrada zevkli bir maceraya atılmış idim, yani yabancısı değilim bu kapak kızları kipatlarının ;P), edindim, okudum beğendim (Melissa F. Olson – Dead Spots), kapaktaki kız da (özellikle de Trail of Dead’deki) ne kadar Breaking In’in Melanie‘sine (Odette Annable) benziyor öyle (severim)! İlk kitabı okudum, hiç öyle entel dantel değil: vampir, kurtadam, cadı, bir de yeni bir tür hep beraber polisiye oh ne güzel. Geçen gün ikinci kipatı da aldım, okuyorum şimdi, bu bitince üçüncüye de başlarım, canım sağolsun, daha ne! 8)

Anahtar kelimeler, özet, bu yazı için almış olduğum notlar: Ataç’ın Sözcükleri, TDK, Nadirkitap.com, Melissa Olson – Dark Spot (& Kapağı), Baskan Yayınları, Cemil Kavukçu -> Fethi & Lale Naci, Devr-i Alem Sahaf.

Tatil ve tatil kipatları

Bugün Ece ile birlikte çıktığımız 10 günlük tatilin son günü; bana sorarsanız (sormasanız bile), ideal olacak süreyi biraz geçirdik, neyse, bir aksilik olmaz ise yarın Ankara’da Bengü’yle kahvaltı yapacağız (My Breakfast in Tiffany, with André — bunun "My Breakfast was André versiyonunu öğrendim: espri olarak bilmemkaçyılı oskar ödüllerinde kullanılmış, benim de çok komiğime gitti doğrusu).

Bir ay kadar önce elimde Jim Harrison’ın "The River Swimmer"ı vardı; Neslihan’la Brian’ın düğününe giderken yanımda idi. İki uzun hikayeden (novella) mürekkep bir kipat idi, Jim Harrison’ı daha evvelden okumuşluğum yok idi, entel dantel dergilerinden (yalannnn, AV Club’dan) tanıyıp, meraklanmış; adına enternet denen bu uçsuz bucaksız alemde bulamayınca da, ODTÜ küpüthanesinden (evet, kitaba "kipat" demek belki bir yere kadar ama "küpüthane" hiç olmadı şimdi, ben de fark ettim, söz yok bir daha) rica etmiş ve dahi sonrasında unutmuş idim — taa ki işte tam da yola çıkacakken sağolsunlar beni haberdar ettiler de tanışabildik kendisiyle (meğer ki çok önemli bir ağabeyimiz imiş modırn amerikın litrıçır’da (veri veri maç); Ernest Hemingway filan gibi). Ne diyordum, evet, yes please thank you, iki uzun hikaye var idi, birincisi "The Land of Unlikeness" ki, hikayenin bir ressamın üzerinden anlatılmasına paralel olarak, hikaye de bir hikayeden çok bir tabloyu andırıyordu (nasıl yani? ben anlatamam, işte hikayeyi okuyun, göreceksiniz, tavsiye ederim). Ben çok beğendim kendi payıma. Sonra entel dantel kaynaklarıma (Google & Wikipedia) sordum, soruşturdum, "Ben çok beğendim bu amcayı kendi payıma, siz daha neler söyleyebilirsiniz?" diye de, bir tanesi (Wiki) amcanın aslına bakarsam çok da karakteristik (kökeni taşra/tarla/çiftlik işte rural dediğimiz yerler olan bölgelerden çıkıp şehirde belli bir entelektüel seviyeye erişmiş erkeklerin genelde çıktıkları yerlere döndüklerinde/ziyaretlerinde yaşadığı şeyler (neyler?), doğadan gelen o (yarı-)vahşi çağrının lezzeti falan filan (böyle yazdığıma bakmayın, dediğim gibi, ilk hikaye tam da bu tatta ve çok güzeldi). İkinci kaynak (Google vasıtasıyla bulunan feminist bir eleştiri) ise arkadaşın bildiğin şövenist-maço-hırt (ki bendeki Hemingway de bu bağlamda bir arkadaştır) biri olduğundan dem vuruyordu ve "otur, sıfır!" mealinde yargıyla bir eleştirinin daha sonuna geliyordu (şimdi internet yok, bu satırları text-editor’e yazıyorum, elbet bir gün kızgın kumlar, sanal sular – işte o vakit bu eleştiri yazısını da bulur (bulursam), bağlantısını veririm). Böylelikle kipattaki ikinci hikaye olan ve kipata da adını veren "The River Swimmer"a bu kanıların bilgisiyle başlamış oldum. Ondandır diyeceğim ama değil. Hakikaten de hodbin bir gidişatla fantastikten gerçeğe, ilk hikayenin olaysızlığına karşılık verircesine her türlü aksiyonun yer aldığı saçmasapan bir hikaye idi (listeye baktım şimdi: 2 yıldız vermişim bu hikayeye; ilkine 4). Yine de birkaç kitabını daha okuyacağım Jim Amca’nın (kulübesi).

Ece ile 10 günlük tatile çıkarken (fiziksel olarak – as opposed to e-books) yanıma aldığım kipatlar: Neslihan’ın tavsiyelediği Donna Tartt – The Secret History; Julian Barnes – Before She Met Me; neşe pınarım Şopi’nin "Ölümün Anlamı"; "A very short introduction to Hobbes" (lisans yıllarında Leviathan’ı okuduğumdan beri tövbeliydim aslında Hobbes’la bir daha görüşmeye (bir de, Leviathan’ı okumuşluğum var ya, her fırsatta ifade ederim bunu, yani Leviathan’ı okumuşluğumun olduğunu, kolay iş değil hani…)) — başka? Sanal olarak bir süredir, ara ara John Banville’in "The Untouchable"ına göz gezdiriyordum, yanına ek olarak Brian’dan "The Situation" vesilesi ile duyduğum Jeff Vandermeer’in, o hikayesini de kapsayan "The Third Bear" toplamasını almıştım (Situation’ı hala okumaktayım, pek sarmadı).

Ben edebiyatta zeki, aykırı (hele de zengin), öyle kendi aralarında cool, etraflarını iplemeyen, kendi aralarında felsefe konuşan çocuk ve gençleri pek sevmem (Glass Ailesi bir yere kadar istisnadır ama çok da zorlamayalım şimdi). Edebiyatta tahammül edemem, gerçek hayatta ne yapayım? Neyse ki gerçek hayatta pek karşılaşmadım – bir tanesi vardı mesela, onu da the Royal Tenenbaums’da Gwyneth Palthrow’a oynattılar (Margot’nun TR şubesi). İşte Donna Tartt’ın (halk arasında Düşes’in kanlısı olarak da anılır) The Secret History‘si de böyle genç kardeşlerimiz hakkında. Aman her bir şeyi o kadar iyi biliyorlar ki, (bu paragrafta ikidir annelerin çocukların bilgiç bir şey söylediklerinde ağızlarının ortasına çaktıkları ellerinin tersine göndermede bulunup, sonrasında siliyorum çünkü tamam, tasvip etmiyorum ama, hayır, biz niye yedik o zaman? Haydi yedik daha niye hala her gün arıyoruz, hatır soruyoruz? Nerede bu istikrar, nerede bu devlet?). Romanı bu gençlerin arasına yeni gelen ezik fakir kardeşin ağzından dinliyoruz – olaylar 80lerde geçmesine rağmen 1950lerin Amerikası (iyi bilirim, master tezimi bu konu üzerine yapmışlığım vardır 8P) baz alınmış, yazar Great Gatsby’yi okumuş, bir ihtimal Trier’in (ki günahım kadar sevmem pis herifi) Idioterne’sini de izlemiş ve çok beğenmiş (bu ilk kitabı bu arada, toplam üç kitabı var (sanırım) ve üçüncüsüyle Pulitzer’i almış Donna Turtası). Bakın böyle de kesin ahkam keser, yargı veririm, şipşak. Bu noktada şaşırabilirsiniz ama kitabı pek beğenmesem de, kötü diyemem (5 üzerinden 2.5 diyeyim, siz de anlayın). Özellikle Riçırd’ın (kipatın anlatıcısı) semestre tatilinde hippinin yanında çalışırken donma tehlikesi geçirdiği günleri anlattığı bölüm hakikaten çok usta işi ve etkileyici idi (heyhat kitabın geri kalanıyla hiçbir alakası yoktu).

Oflaya puflaya evvelsi gün onu bitirince, öteden beri sevdiğim bir yazar olan Julian Barnes’ın "Before She Met Me"sine (Düşes Kipatlığı’ndan) başladım. Bugün bitti. Yazara da yazık, bana da yazık: haydi ben iki gün sonra unuturum, geçer gider ama sevgili JB bir ömür boyu o kipatın dandikliğinin sızısını içinde taşımayacak mı? (5 üzerinden 0.5 – o yarım puan da, çok ilginç bir biçimde, inandırıcılıktan uzak erkek karakterlerin (Graham & Joe) aksine, kadın karakterin (Ann) sonnnnn derece başarılı yazılmasından geldi: keşke Ann kipattan sonra kendi yoluna gidip, kendi romanlarını yazsa imiş / ben zaten ilk olarak 10.5 Bölümde Dünya Tarihi’ni okuduğumda da Julian Barnes’ın kadın olduğuna hükmetmiştim). JB’ın özelini bilince, Pat’in buna yaptıkları daha da bir şey (ney?) geldi bu arada.

Bu kadar kipatsal kalp kırıklığından sonra teselliyi beni her daim neşelendirip, günümü şenlendiren yaşama sevinci menbağı Şopi’de buldum:

(…) ölüm öznel bakımdan sadece bilinci ilgilendirir. Şimdi bu bilinç kaybının keyfiyetini herkes bir ölçüde uykuya dalıştan çıkarabilir; fakat gerçekten bayılan kimse bunu daha da iyi bilir, çünkü burada geçiş uykuda olduğu gibi tedricen ve rüyalar eşliğinde gerçekleşmez, önce bizi bilincimiz henüz tam olarak yerindeyken görme duyusu terk eder, hemen ardından derin bir tam bilinçsizlik hali bunun üzerine biner. Duyu/algı eşlik ettiği kadarıyla bu katiyen nahoş bir şey değildir; ve hiç kuşku yok ki ölüm uykunun kardeşiyse bayılma nöbeti de onun ikiz kardeşidir. Hatta kaza sonucu ölüm de acı verici bir şey olamaz, çünkü genellikle derin yaralar bile bir zaman geçtikten sonra hissedilmez ve çoğu zaman ancak harici belirtilerinden dikkati çeker. Eğer ölümcül ise bunun anlaşılmasından kısa bir süre önce bilinç kaybolacaktır ve eğer daha sonra ölümle sonuçlanırsa durum diğer hastalıklarımızda nasılsa öyledir. Suda veya kömür dumanıyla ya da asılarak bilincini kaybeden herkes gayet iyi bilindiği üzere bunun acısız sancısız gerçekleştiğini söyler. Ve şimdi son olarak doğal sebeplerle ölüm, yaşlılıkla, ötenazi yoluyla ölüm bile varoluştan hissedilmez bir tarzda tedrici bir kayboluş ve çıkıştır. Yaşlılıkta ihtiraslar ve arzular, nesnelerine duyarlılıkla birlikte yavaş yavaş azalır; duygular artık kendilerini heyecanlandıracak bir şey bulamazlar; çünkü zihnimizde canlanan resimler zayıfladıkça zayıflar, tasavvurlar canlılığını gittikçe kaybeder. İzlenimler artık üzerimize yapışıp kalmaz, herhangi bir iz emare bırakmadan gelir geçer; günler gittikçe hızlanır; olaylar anlamını kaybeder; her şeyin rengi soluklaşır. Yaşlı, yılların yorgunluğuyla iki büklüm, şimdi eski benliğinin bir gölgesinden veya hayaletinden ibaret, ya sendeleyerek dolaşır ya da bir köşede dinlenir. Geriye ölümün yok edeceği daha ne vardır? Bir gün uyuklaması son uyuklama olur ve rüyaları —-dır. Bunlar Hamlet’in meşhur monoloğunda hakkında soru sorduğu rüyalardır. Bizim tam şimdi bu rüyaları gördüğümüze inanıyorum.

Schopenhauer, "Ölümün Anlamı", Say Yayınları, çeviren: Ahmet Aydoğan

Sarkastik kısımlar bir yana (evet, sarkazm yapmayı severim, hayır sevmem), bir de o "rüyaları —-dır" kısmı var ki, onu ben de anlamadım, kipatta öyle idi, ben de anlamadan geçirdim (ben zaten sadece resimlerine bakmakla yetiniyorum), neyse, ne diyordum, hah, evet, Hamlet diyor ya, doğrusu benim de aklıma vaktiyle Gerontion eliyle TSE üzerinden değindiğim şu Measure for Measure alıntısı geldiydi:

Thou hast nor youth nor age
But as it were an after dinner sleep
Dreaming on both

Şopiciğim, bu ahkamlarında bir de ilginç bir noktaya değiniyor – özetleyecek olursam: yahu ölümden sonra ne olacak diye bu kadar konuşup tartışıyorsunuz da, aşkolsun, içinizden bir (o tam olarak bu kelimeleri kullanmasa da) Allahın kulu da çıkıp ‘peki ya doğumdan önce ne var?’ demiyor e pes vallahi!

Özetlemeyecek olursam da:

Ruhun ölümsüzlüğü umuduna her zaman "daha iyi bir dünya" umudu eklenir; bu mevcut dünyanın çok değerli olmadığının işaretidir. Bütün bunlara şu da ilave edilmelidir, ölümden sonra akıbetimizin ne olacağı sorusu kesinlikle hem sözlü hem de yazılı olarak ölümden önceki halimizin ne olduğu sorusundan on bin kez daha fazla ele alınıp tartışılmıştır. (a.g.e., a.e.g. / Ahmet Emir Gümrükçüoğlu)

(sonrasında reenkarnasyon düşünceleri dolayısıyla bu konuda Budistlere haklarını teslim ediyor)

başka bir şeyler daha diyecektim ama hatırlayamadım şimdi. Bunları güzel manzaralı balkondan yazıyorum, hatta resmini çekeyim şimdi bilgisayarın ekranı ile birlikte, bir saniye…

 

Ece ile ilkin Altınoluk’a babamların yanına gittik, sonrasında da Artur’a, diğer dedesinin yanına geldik. Artur Bengü ile tanıştığımız yer (Sene 1996), şans eseri (her seferinde şans eseri oluyor zaten Emren ile karşılaştık, Tita ile tanıştık. Tita Slovenyalı imiş; ona "Ptij’un horoz adamlarını ve daha pek çok karanlık sırrınızı biliyorum!" dedim (ben de Nerea eliyle Blas’dan öğrenmiştim 8) — böyle yazınca da ("Tita Slovenyalı imiş"den başlayıp "dedim" kısmına kadar, sanki Lale Müldür yazmış gibi oldu. Bak evde Lale Müldür de vardı, düzyazıları ("Anne, ben barbar mıyım?"), onu niye getirmedim ki sanki yanımda.

Bugün yine kitaplar konusundaki bahtsızlığımı düşünüyordum ki aklıma yine Fransız Teğmenin Kadını ile Bainville’in Deniz’i geldi, sustum.

Emren’e geçen sene önerdiği Per Fly filmleri için şükranlarımı sundum; bir de dün, Espanya’dayken Barış’tan aparttığım filmlerin olduğu klasördeki filmlere göz gezdirdim. Jiro Dreams of Sushi’den de, onu çeken ibişlerden de… (nefret demeyelim ama — sopa?), Happy-Go-Lucky’yi Bengü’yle seyrederiz diye rafa koydum, The Book Thief’i direkt atladım (Nazili filmlerden artık sadece X-Men’li olanlarını seyredeceğim), Double Life of Veronique’i çooook evvelden izlemiştim, hayal meyal hatırlıyordum, Irene Jacobs da ne güzel bir kızdır ama yaşlılığı (Kırmızı) daha güzel gibi geldi sanki bana bu filmdeki halinden (şimdi bu filmi seyretmişliğiniz varsa, asıl ne demek istediğimi, ima filan anlamışsınızdır…). İki üç film daha seçmiştim o zaman (Loose Cannons (2010); Spring Summer Fall Winter and Spring again (2003); La Grande Bellezze (2013)) ama bu kadar entel dantelin içinde en uzun süre (~30 dakika) seyrettiğim gelgör ki Dudley Moore’lu, saçma-sapan Bedazzled (1967) oldu (şu feleğin işine bak).

Bugünlük herhalde bu kadar, yaz, kitap, deniz, sıcak, rüzgar, buz gibi sular, çay çay çay… öptüm bye!

The Future / Sincerely, L. Cohen

Geçen gün çoktandır bağlanmadığım facebook’a Georgina’dan gelen bir mesaja cevap yazmak için bağlandım, gözüm Caner’in gönderdiği ("paylaştığı") bir videoya takıldı, basınca galiba başka bir pencerede açıldı, seyrettim, peki falan filan. Ertesi gün gerçek hayatta bir zamanlar aynı ortamları ve merhabaları paylaştığım facebook arkadaşlarım Heleen ve Göksenin’in hoşlanıp paylaşmış olduğum bu videoyu beğendiklerinin ve dolayısıyla ve meğerse bu videoyu paylaşmış olduğumun haberini aldım (facebook’un yemeyip içmeyip ban yetiştirmesi vesilesi ile…). Hayır o videoyu paylaşmamıştım, hayır, paylaşmışım işte.

Bu sabah patronla Kraliçe’nin kahvaltıya gelip gelmeyeceklerine dair mail var mı diye uykulu halimle cep telefonumdan internete bağlandığımda WhatsApp Nerea’nın bana hiçbir şey söylemeden sadece "Ver "Kiesza – Hideaway (Official Video)" en YouTube – Kiesza – Hideaway (Official Video): http://youtu.be/ESXgJ9-H-2U" yazdığı bir mesaja uyandım.

Hoşuma giden fakat yıllardır yazmadığım bir hikayem (taslağı) vardır; baktım şimdi daha evvelden bahsetmiş miyim diye, bulamadım şöyle üstünkörü bir aramayla, neyse, yazalım: dünyada bir şeyler olmuş, insan ırkı / ve diğer canlılar, hayat filan ortadan kalkmış fakat füzyon/fizyon/güneş enerjisi vs. ile çalışan bilgisayarlar ve diğer teknolojiler işlemeye devam ediyorlar. Hikaye iki makronun/betiğin yüzyıllara (belki de binyıllara) yayılan hikayesi: bizim şu anda kullanmakta olduğumuz oto-cevaplama makrolarının ("xx tarihinden yy tarihine kadar ofis dışında, seyahatta olacağım, mesajınızı okumam/cevap yazmam biraz zaman alabilir; anlayışınız için teşekkür ederim") biraz  daha gelişmişi. Çocuk bayram kutlamasını otomatik olarak halletsin diye yazmış, geçen senenin gelen e-maillerini analiz ederek bu seneki bayram tebriği otomatik olarak yazılıyor, araya da gönderilen kişilerden (mesela büyükanne ve büyükbaba) daha önce gelmiş olan genel e-postaları incelenerek kişisel mesajlar da konuyor, böylelikle epey gerçekçi, elden çıkmışa benzer bir tebrik hazırlanmış oluyor.

Hikayenin birinci kısmında (katmanında) çocuk bu mesaj hazırlama makrosu/betiği ile tebriklerini düzenli olarak yolluyor, büyükanne ve büyükbabasından da şaşmaz biçimde tebriğine teşekkür mesajı alıyor. Fakat meğerse büyükanne ile büyükbaba da benzer bir betik kullanmıyorlarmış mı!… yaaa!…

Hikayenin ikinci kısmında, büyükanne de, büyükbaba da, çocuk da, insan ırkı ve diğer canlılar da oratadan kalktıktan sonra, onların bilgisayarları bu otomatik tebrik mesajlarını göndermeye ve gelen tebrik mesajlarına teşekkür cevaplarını hazırlamaya devam etmekteler…

Hikayenin üçüncü ve son katmanında (diyelim ki on bin yıl sonra), mesajlar ve içerikleri, önceki mesajlardan öğrenim algoritmasının gayet başarılı bir şekilde çalışmasından ötürü, giderek bozulan ve sonuçta tek bir karakterin baskın olduğu yeni bir dilde mesajlaşmaya devam etmektedirler ve the end.

kkkkkkkk kkkkk,
kkkk kkkkkk kkkkkk kkkkkk kkkkkkkkk kk kkkkkkkk kkkkk kkkkkkkkk kkkkk kkkkkk
kkk kk kkkkkk kkkkkkk kkkk kkkkkkkkk kkkkk kkkkkkkkk.

kkkkk kkk kkkkk kkkkk
kkkk kkkkkk kkk kkk.

kk: kk kkk kkk kkkkk kkkk kkkk kkk kkkkkk


(çok merak ettiyseniz, resim Alien’dan: Mother’ın Ripley’e cevabı)

kitaplar, kalın kitaplar, patlak kitaplar…

Bengü ile ben, geçen gün Oostsingel'daki bahçede..Uzunca bir süredir bayıla bayıla okuduğum bir kitap olmadı malesef. Bir önceki satırı yazdıktan sonra kitap listeme bakındım, John Fowles’un "Fransız Teğmeni’nin Kadını"nı aralık ayında okumuşum, ondan başka bir de geçen ay okuduğum A.S. Byatt’ın "Posession"ı var.

Bu hayalkırıklığının ardında tabii ki benim okumaya başlarken hazırda tuttuğum yüksek beklentiler var – neredeyse her kitabı tavsiyeyle ya da araştırıp bularak elime almışım. Coetzee mesela, adam Nobel almış yahu, daha ne olsun! Gel gör ki "The Disgrace"i (ve tabii ki ağırlıklı olarak konusunda ötürü) beni kapadı da kapadı (konunun kötücül olması genelde yazarın yeteneklerini takdir etmeme engel olmuyor, mesela Alice Munro’yu ve başka birtakım arkadaşları, arkama bile bakmadan kaçarken bir yandan da övüşüm vardır) ama Coetzee’de, The Disgrace’de o da yoktu malesef (ve tabii ki bunlar sadece benim görüşüm). Kızdım ama ne olacak, epi topu 220 sayfa ilahi kızılcık dedim. The Wertzone diye bir blog takip ediyorum, sci-fi falan-fi üzerine, geçen yılın sonunda kendince bir liste hazırlamıştı, oradan etkilenip Christopher Priest’in "The Adjacent"ı ile Matthew Stover’ın "Heroes Die"ını okuma listeme almıştım… (blows raspberry!) 8P Kalın da kipatlar: biri 430, diğeri 380 sayfa imiş (benim için ortalama kipat kalınlığı 280, bilemediniz 300 sayfa olsun). Adjacent bayık (gelecekte alakasız bir Türkiye’de açılıyor (yazarının Türkiye’ye dair bildiği iki şey: Turkey, Anatolia/Asia Minor), iklimler çökmüş, işte post-apocalyptic, islam-driven bir İngiltere, wa-wa-wa gitar…), Heroes Die heyecanlı başladı (gerçek dünya üzeri sanal dünya üzeri fantastik arkaplan ve başka bir gerçek dünya aslında falan filan), Adjacent’ı ha bir şeyler oldu, ha bir şeyler olacak şeklinde, Heroes Die’ı da "bu ne be!" düşünceleriyle okudum, bitince de sevindim. Christopher Priest’i (Adjacent) duymamıştım daha evvelden, meğer Christopher Nolan, Hugh Jackman, Christoper Bale, Escarlett Johansson’lu The Prestige’in kipatının yazarı imiş, sağolsun almayayım ben bir daha.

A.S. Byatt’ın yıllardır ihmal ettiğim (bunda üniversitenin ilk senelerinde "Çeşm-i Bülbülün İçindeki Cin" kipatını okuyup da orada Cevat Çapan’a (aka "The Kirpi") düzdüğü methiyeler yüzünden bendeki karizmasını hayli çizdirmesi de etkin rol oynar) "Possession"ı (Düşes sağolsun) taptaze bir soluk gibi geldi. Tabii ki aralarda kadın yazarların kipatlarını da okuyorum ama hiçbiri bu kitaptaki kadar kadınsı bir sese sahip değildi: kitabın her harfine sinmiş bir kadın bakış açısı var: nasıl ki çoğu kitaptaki kadınlar "erkek gibi" düşünegeliyor, davranıyorlarsa, bunda da tam tersi (ben mesela sürekli Ash’in LaMotte’ye "yanlış yapacağı" anı -ne mutlu ki!- beyhude bekledim durdum) — aşk meşk bir yana, gerek akademik hayata, gerekse anı/gerçek eksenine hayli güzel saptamalar koyuyor, kötü adamlar kötü değil, herkesin kendince haklı olduğu bir bakış açısı var, sonra bir anda yumruklar konuşmuyor; asıl oğlan kızları peşinden koşturmuyor — gerçi sonunda her şey iyi bitiyor (bu kadar mı olur! dedirtiyor) ama olsun, olacak o kadar kadı kızı. Sevdim yani özetle bu kipatı. Filminden haberim vardı, aklımda Meg Ryan oynuyor diye kalmış ama kipatı okuduktan sonra trailer’ını izledim, meğerse Gwyneth Paltrow’a oynatmışlar Maud rolünü, hakikaten cuk oturmuş (filmi izlemedim, filmlerle aram iyi değil bu aralar).

Espanya’dayken tanımadığım (Espanyollar ünlü yazar açısından malesef pek zengin değiller) bir Espanyol yazar olan Javier Marias’ın "The Infatuations" (Los Enamoramientos) kipatından ailemizin (yalan, yalnızca ben takip ediyorum) sanal şeysi AV Club sayesinde haberim oldu. Konusu hakikaten güzel ve orijinaldi, hızlı başladı tez baydı, elinin kılıyla kadın hamur işine girişen ve o hamuru yüzüne gözüne bulaştıran bir yazar amcanın (kitabın baş karakteri ve dahi anlatıcısı bir bayan ve olayların kadın bakış açısından anlatılması örgü açısından epey önem taşıyor) çok fena bir romanıydı, baydı da baydı (tek güzel yanı İspanya’da geçmesi ve İspanyolların olması idi, başkaca da hiçbir şeyi).

Aşağıya bu bağlamda değinmek istediğim kipatların ve sayfa adetlerinin (doğrudan Amazon’dan aldım bu bilgileri zira hemen hemen hepsini e-kipat olarak okudum telefonumda) listesini yazmıştım girişe başlarken, şimdi baktım, geriye bir Eleanor Catton’ın Luminaries’i kalmış bahsetmediğim. Ah Hande! Başka da bir şey demeyeyim. Diyeceğim tabii ki, kipat kötü değil ("çok kötü değil" yazmıştım, düzelttim Düşes’ten korktuğumdan), fakat amaç üzüm yedirmek değil, bağcı dövdürmek (showmanship yani) — yazar anlatmaz ise öleceği bir şey yazmıyor, "yazabiliyorum, o halde yazayım" daha çok, işte sistemli, Nolan’ın "Memento"su gibi, düz kurguyla izlediğinizde "meh" diyeceğiniz bir olayı karanlık bir odada oturmaktayken (siz) bir oranıza bir buranıza oraya bakarken şuranıza tokat/çimdik/pençe/tekme şeklinde saydırmak suretiyle marifet gibi gösteriyor (hele de sonlara doğru getirdiği deus ex machina‘yla bana "yuh!" dedirtti (kötü anlamda). Daha evvel de yazdığım üzere, bir çuval inciri keçiboynuzu bir dirhem bal (anahtar kelimeler). Yıldız haritasından konu üretilmesini beğenenleri de "bunun dandirik Edgar Wallece Plot wheel‘inden ne farkı var allasen?" başlıklı boks-forumuna davet ediyorum.

Uzun lafın kısası, normalde kipatların uzun olması ile pek bir derdim olmaz (hatta, sevinirim de okuduğum kipat güzel güzel ilerliyorsa "daha okunacak bir sürü şey var!" diye) ammavelakin, oku oku oku, kitap patlak çıktı, belki yolda düzelir, kaz kaz kaz, sonuna gel çıkmaz yol, e ne oldu şimdi (şimdi bana kaybolan saatlerimi verseler…). Cemal Süreya bir yerde "devamının yazılmasını istediğiniz kipat?" sorusuna "Karamazov Kardeşler" yanıtını vermişti ki, ben de aynı şekilde düşünürüm (Karamazov Kardeşler’i 95’te okumuştum yanlış hatırlamıyorsam, geçenlerde yeniden heyecan ve şevkle başladım (Düşes sağolsun pt. II), önsözde çevirmen teyze (Leyla Soykut) Dostoyevski’nin kitabı aslında 3 cilt olarak tasarladığından, ömrünün yetmediğinden bahsediyor.

Mektubuma burada son verirken, tüm Murakami sevenler için geliyor: 4 kardeşi ezberinizden sayabilir misiniz bakalım? 8)

Javier Marias – The Infatuations / 350 sayfa — 2 yıldız
J.M. Coetzee – The Disgrace / 220 sahife — 2 yıldız
Christopher Priest – The Adjacent / 430 goygoy — 1.5 yıldız
Matthew Stover – Heroes Die / 380 lümlüm — 2.5 yoshi
A.S. Byatt – Possession / 530 deniz kabuğu — 3.5 jigglypuff
John Fowles – The French Lieutenant’s Woman / 480 sahi ne? — 5 tam puantiye
Eleanor Catton – The Luminaries / 850 keçiboynuzu — 2 ters bir düz..
(bir de benim için "düşük not verir" derler! Hıh!)

ben, sen, xkcd

Ne zaman bir kitap listesi görsem, okurum. Bugün de (uzaktan) bir arkadaş, bir arkadaşının sevdiği kitaplarının listesini yayınlamış, okudum. İlk sıradaki giriş, adından dolayı dikkatimi çekti: "A Good Man is Hard to Find", biraz karıştırınca interneti kısa bir hikaye olduğunu, 50’lerde yazıldığını (1953) öğrendim, "okunabilir, okuyayım o halde" deyip, okumaya giriştim. Keşke okumasaydım. Slavlarda hüzün, güneylilerde hakikaten bir çiğ kötülük var (southern gothic diyorlar sorunca). Faulkner tabii ki, kimden bahsedecektim ya? Hikaye Faulkner’ın değil bir de, Flannery O’Connor adında, genç yaşta ölmüş, çok tatlı bir bayanın, öyle de güzel aksanıyla konuşuyor ki (alakasız olsa da Holling Vincoeur’u getiriyor akla), dilimin ucunda sevdiğim bir dizi oyuncusuna benziyor diyecektim ki buldum sanırım… Yasemin Çonka (adını hiç bilememişim bu zamana kadar). — ben O’Connor’ın wikipedia’daki şu rüzgarlı havadaki güleç fotoğrafını görmüş, onu benzetmiş idim lakin, şimdi bağlantı ararken diğer resimlerini de görünce, Yasemin Çonka’yla artık pek bir benzerliği kalmadı, neyse.

Hikayeyi kendi sesinden okuyor şurada, yoğun güneyli aksanıyla. Cormac da böyle ("No Country For Old Men"in yazarı). En son Alice Munro tattırmıştı bu kötülüğü bana da elim yanmış, bırakmıştım kitabını (Munro, Kanadalı bu arada, biliyorum, biliyorum).

Ne zamandır kaynak bulup yazacağım, aklımda, bari şimdi bakayım, bu vesileyle… ha ha ha! Nietzsche’ymiş, kim olacaktı ya! "when you gaze long into an abyss the abyss also gazes into you." / "Bir uçurumun içine baktığınızda, uçurum da sizin içinize bakar." ‘İyiliğin ve kötülüğün ötesinde’denmiş. Benim de vardı iyiliğin ve kötülüğün şeysinde bir yazım.

Ne çok bağlantı verip ne kadar az şey yazdım. Diyeceğim şeyler azdı, iki taneydi zaten, biri Flannery O’Connor’dan bahsetmek idi (hikayesinin içeriğine değinmeden, ki başardım); diğeri ise Randall Munroe’dan. Hikayeyi okuduktan sonra işaretlemek için okuma listemi açtığımda karşıma önceki girişlerin birinden Randall Munroe çıktı, ne kadar da tanıdık geldi isim: bir hikayesini okumuşum, o da "The Machine of Death" seçkisindeymiş, hani pek de beğenmemişim. Kimdi bakayım diye internete sorduğumda koskoca xkcd‘nin Randall Munroe’su çıktı.

Sözlü olarak birkaç söylemişliğim vardır, baktım şimdi, yazıya dökmemişim. Faulkner da, O’Connor da, şu da, bu da, Picasso’nun Guernica’sı gibiler: çok, çok acı bir olayı çok büyük ustalıkla anlatıyorlar, bu da anlattıkları şeyin etkisini kat be kat arttırıyor. Bakmak istemeseniz de gözünüzü kaçıramadığınız bir şey gibi, sonunu çok iyi bildiğiniz fakat çaresiz kalakaldığınız bir şeyler gibi. Bugün güzel bir gündü oysa.